Bilindiği gibi konfederasyon denilen birlik, bağımsız iki veya daha çok devletin biraraya gelerek içişlerinde yine bağımsız kalmakla beraber, hayatî konularda tek bir yürütme organı etrafında bir bayrak, bir para birimi, bir dış politika, bir ordu bazında birleşmeleriyle oluşur. Tarihî Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan monarşisi gibi. Bu gevşek yapının daha sıkı şekli federasyondur. A.B.D. (dünkü S.S.Cumhuriyetleri) bugünkü Rusya Federatif Cumhuriyeti gibi.
Aslında, konfederatif devletlerin ömrü uzun olmuyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin yüz küsür sene önce karşılaştığı iç savaş, federatif ve konfederatif taraftarlarının mücaledesidir. Yakın tarihte Mısır-Suriye bir konfederatif birliktelik içine girmişlerse de bu uzun ömürlü olmamıştır. Nitekim, Mısır’ın resmî adı, o birleşmeden kalarak Arap-Birleşik Devletleridir.
1911’de Osmanlı Devleti’nin bir vilâyeti olan Trablusgarp-Bingazi (bugünkü Libya) İtalyan istilâ sına uğramış. Enver Bey, Mustafa Kemal Bey gibi idealist subaylar bu istilâyı önlemek üzere oraya koşmuşlar. Sünûsî aşireti-mensuplarıyla elele vererek mücadeleyi sürdürmüşler. İtalyanlar’ı kıyılarda mıhlamışlardı. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine İtalyanlar’la yapılan antlaşma sonucu bu topraklar elimizden çıkmışsa da 1.’inci Dünya Savaşı sırasında Şehzade Osman Fuad Efendi, Sünûsî aşiretinin büyük Şeyhi Seyyit Ahmet Şerif El Sünûsî ile orada bu mücadeleyi, Mondros müterekesi imzalanıncaya kadar devam ettirmiş. Daha sonra da yerli halk, ta 1935’lere kadar gerilla savaşı şeklinde sürdürmüştür.
2.’inci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan İtalya, bu eski vilâyetimizden elini çekerken, Şeyh İdris Sünûsî’nin hükümdarlığı altında kurulmakta olan bugünkü Libya Devleti’nin, Türkiye ile bir konfederasyon çatısı altında birleşmesi düşünülmüştü. Ne yazık ki, bu teşebbüs yine bizim dışişleri yetkililerimizin çekingenliği yüzünden sonuç vermemiştir.
Bugün ise, en yakın kardeşimiz olan Azerîlerle olan içten ilişkimiz gözlerimizi yaşartacak boyutlardadır. Aynı dili, aynı dini, aynı tarihi yaşamış asırlarca Türk serdarlarına geçit verip, otaklarını kurduran Karabağlar’ın bir kısmı bugün Ermeni işgâlindedir. Bu iki ulusun hayatî çıkarları için gevşek bir yapıda da olsa biraraya gelmesi istemi, bu kardeş ülkeden gelen sesler arasındadır. Bu kardeşlerimiz, Ermeni istilâsının devamı hâlinde bir gün gelecek bağımsızlıklarını da kaybedecekleri endişesi içindedirler. İstilânın arkasında, tarihî yayılmacılığından asla vazgeçmemiş olan-bugün kahraman Çeçenleri en güçlü silâhlarla acımasızca yok etmeye çalışan-Rusların varlığını bilmeyen yoktur. Yakın bir gelecekte, perde arkasındaki rolünü açıkça bu kardeşlerimize de uygulamayacağını kim temin edebilir. Aslında, açık ve gizli bu Rus yayılmacılığı, bir Kafkas Birliği Antlaşması ile önlenebilir. Ancak, bu çeşitli nedenlerle şimdilik bir hayâlden öteye gidememektedir.
Millî mücadelenin bitiminde Türk dış politikası, Atatürk’ün vecizesiyle: “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesine dayanır. Vatanımızdan ne bir karış toprak verilmesi, ne de dışarıdan bir karış toprak alınması yolundadır. Bu görüş, Türk kamuoyunda da yer etmiştir. Ancak, bu demek değildir ki, soydaşlarımız olan Türk halklarının hayatî davâlarına, yok edilmelerine seyirci kalacağız. Yakın geçmişte, bunun aksi olan uygulamalara içimiz kan ağlayarak, birşey yapamamanın ızdırabını duyduğumuz dönemler olmuştur. O zamanlar buna karşı çıkmak elimizdeki imkânla mümkün değildi. Çok şükür bugün öyle bir ezici güç, şimdilik sahneden çekilmiştir. Komşumuz kardeşlerimizin gözyaşına, katledilmelerine seyirci kalamayız. Bu yolda, ülkelerinde oluşacak kamuoyu, millî iradelerinin yer bulduğu mercilerce de onaylandığı takdirde çok gevşek bir yapıda bir birlik içine girmenin çekinilecek bir yönü olmadığına inanırım.