Ana Sayfa 1998-2012 Türk tarihinin “aktör” ve figüranları

Türk tarihinin “aktör” ve figüranları

İSTANBUL Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi adına 16-17 Aralık 2003 günleri “Cumhuriyetin 80. Yılında Üniversitelerde Tarih Öğrenimi, Araştırmaları ve Yayınları” konusunda bir seminer düzenlendi. Ağırlıklı olarak Tarih Bölümü öğretim üyelerinin iştiraki ile yapılan bu toplantının başlıca gayelerinden birisi Prof.Dr. E. Merçil Hoca’nın açılışta belirttiği gibi, 80 yıllık dönem içerisinde Tarih Bölümü’nün faaliyetini tespit etmek idi. Bu hususun lâyıkı ile yerine getirildiğine inanıyoruz. Bunun yanında bu 80 yıllık zaman dilimi içerisinde Tarih Bölümü’nün Türk tarihçiliğine ne gibi bir katkısı olduğu konusu da gündeme getirilmiş idi.

Ancak teklifi ileri sürenler başta olmak üzere, bu mevzularda tebliğ sunulmayınca, Seminerin bu yönü eksik kalmış oldu. Elbette önümüzdeki yıllarda bu ve buna benzer konular üzerinde durulacaktır. Tekrar edelim ki, bu seminerde sunulan 17 tebliğ Bölümümüzün 80 yıllık faaliyetlerini özetlemesi açısından son derece faydalı olmuştur. Ders adlarının, konularının tespiti, muhteviyatı, dersi veren bilhassa rahmetli hocalarımızın adlarının zikredilmesi ve gençlere hatırlatılması, 80 yıldır devam edip gelen bazı eksik ve yanlışlıkların dile getirilmesi, olması gerektiği halde öğretmenliğe atanmayan gençlerin durumunun gözler önüne serilmesi ve bunlara çare olabilecek tekliflerin gündeme getirilmesi, açılış konuşmasında sevgili Dekanımız Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın belirttiği gibi “Bu seminer diğerleri gibi kalıcı olmuştur, kısa zamanda kitap haline dönüşecektir. Önemli olan, şu çatı altında yapılanların geçici değil, kalıcı olmasıdır. İşte bırakılan her eser, her belge bizlerden bir anıdır, ama buranın da tarihçesidir”. İşte Bölümümüzün 80 yıllık tarihçesinin özeti.

Elbette ne kadar iyi yapıldığı söylense dahi, herkesi aynı oranda memnun etmenin mümkün olamayacağı bilinen bir husustur. İstenilir ise “Kadı kızında bile kusur” bulunur. Boşuna söylememişler “Ameller niyetlere göredir” diye.

Ele aldığımız Seminerde sunulan tebliğler Prof.Dr. Işın Demirkent hocamızın himmeti ile basıldı1.

Derken, basılan Seminer kitabını tenkit eden bir ses geldi İzmir’den. Bu ses, bırakın Türkiye’yi, dünyanın önünde eğildiği (!) Prof. Salih Özbaran’ın sesi idi. Hazret bakınız ne ses veriyor:

“Ali Arslan’ın konuşmasından sonra tartışma faslında bir aktör çıkıyor ortaya: benim 1970’li yıllarda yapılan bir bölüm toplantısında tanık olduğum ve İbrahim Kafesoğlu ile Afif Erzen arasında geçen ve Eskiçağ derslerinin bölümde ne kadar yer alması gerektiğini çok hararetli şekilde yapılan bir tartışmayı anımsatan bir aktör: Abdülkadir Donuk. Anılan semineri, bir anda, isim ve kitap listesi olmaktan çıkaran, böylece seminere renk katan, ancak tartışmalardaki ve bildirisindeki görüşleriyle 1970’lerin de gerilerine düşülmüş olduğunu gösteren bir şahid-i adil. Oğuz Tekin’in Eskiçağ tarihi ile alâkalı bildirisinden sonra söz alıyor ve şu kadarını söylüyor: “Şimdi bir sorum olmayacak ancak, yarınki benim konuşmamda çok şiddetli itirazlarım olacak” (s. 43). Ve düelloya bütün Eskiçağ tarihi öğretim üyelerini davet ediyor. Ben de İzmir’de oturduğum yerde, davete icabet ediyor ve birçok bildiriyi atlayıp Profesör Donuk’un tebliğine öncelik tanıyarak okumaya koyuluyorum. “Tarih Eğitim-öğretiminde Görülen Eksik ve Yanlışlıklarımız” başlıklı bir bildirisiyle karşılaşıyorum. Hazirûn’a ve benim gibi tebliğini sonradan okuyacaklara tam bir ders veriyor Donuk: tarihçiliğin konuşmaktan yorulduğu bazı noktalara değiniyor: tarihçiliği bir bütün olarak ele almamız gerektiğinden tutun da konuları çağlara ayırıp öğretmemizdeki sakıncalara, kültür tarihinin önemini kavrayamadığımızı beyan eden uyarılarına kadar uzanan 18 maddelik ültimatom saçıyor. Yöntem konusunu işleyen kimi yetkililerden derlenip -yeniden ve yeniden- gündeme getirilmesinin yararlı olabileceğini düşünüp geçebiliriz bunları. Ancak temel konusu olan Genel Türk tarihine “başkaları”nı yanaştırmayan; yanaştırdığında da Kafesoğlu’nun “Türk tarihi ile ilgilenmek demek, dünya tarihi ile ilgilenmek demektir” düsturu çerçevesi içinde kalan; bunu açıklarken “Atatürk’ün ölümünden sonra milli çizgiyi terk ederek birden bire eski Yunan ve Roma tarihine” yöneldiğimizi ilan eden ve 1940 yılından sonra çevrilen Batı klasiklerini yerle yeksan eden bir tavır sergiliyor. Hümanizma’nın olumsuz etkisini öne sürüyor. Aslında, tarih öğretiminin yöntemlerine ilişkin yeni hiçbir şey söylemiyor. Eskiçağ’a takıyor kafayı; Bizans’ı hazmedemiyor; ve “burası Türkiye mi? Yoksa burası hâlâ Grek, Roma, Helen veya Bizans ülkesi mi?” diye soruyor”.2”

Özetlersek, makalesinde bendenizi hedef almakta, alay etme mânasında kullandığı “aktör” olmakla suçlamakta, görüşlerimle 1970’lerin de gerilerinde olduğumu düşünmekte, hoşuna gitmediği anlaşılan 18 maddelik “ültimatom” saçtığımı belirtmekte, tarih öğretiminin yöntemlerine ilişkin yeni bir şey söylemediğimi hatırlatmakta, Atatürk’ün ölümünden sonra millî çizgiyi terk ederek birden bire eski Yunan ve Roma tarihine yöneldiğimizi ilan ettiğimi zannetmekte ve hususiyle “Eski Çağ”a kafayı taktığımı ifade etmektedir. Hattâ tarihte fahişeliği ile meşhur Bizans İmparatoriçesi Theodora hakkında bizi UNESCO’da temsil eden Profesörün 1982 yılında (23-24 Ekim) I. Kültür Şurası’ndaki konuşmasından haberi olmadığı, tutanakları okumadığı ve o günlerde rahmetli Ahmet Kabaklı hocanın olayı anlatan Tercüman Gazetesi’ndeki yazısını görmediği için İmparatoriçe Theodora’nın yaptıklarına inanmamış görünmeye çalışmaktadır.

Zikrettiğim ve diğer iddialarına cevap vermeden önce, kısaca okuyuculara önce şahsımı, sonra Prof. Salih Efendiyi tanıtmak istiyorum.

Önce bendeniz herkes gibi vatanına, milletine, bayrağına, millî değerlere son derece bağlı, milliyetçiliği ve ülkücülüğü ile bilinen birisiyim. Bu görüşlere sahip olduğum ve “komünistler kendilerinden olmayan herkese faşist” dediği için faşist = milliyetçi biri olarak tanınmaktayım. Ve bundan da gurur duymaktayım.

Gelelim Prof. Salih Efendi’ye. Salih Efendi de tam benim zıddım olan solculuğu ile tanınan biridir. Hattâ meslektaşları arasında “Marksist” olarak anılır. Olabilir. Düşündüğü fikirlerinden dolayı bir insanı yargılama hakkı ne bende, ne de onda vardır. Bunları kişilerin hâdiselere bakış açısını tespit etmek için hatırlatma ihtiyacını duyuyorum. İşte bu zıt görüşlere sahip olduğumuz için, beni gördüğünde bırakınız hâl ve hatır sormayı, Allah’ın selâmını bile vermez. Oturup karşılıklı hiçbir münakaşamız olmamıştır, ama benden şiddetle nefret eder. Kendi bilir.

İşte bu büyük profesör İstanbul Üniversitesi’nden ayrılıp İzmir’deki Buca Eğitim Ens titüsü’ne Dekan olduğunda (1980 sonrası) ilk icraatı ne oldu dersiniz? Daha önce Enstitü duvarlarında asılı duran Türk büyüklerinin resimlerini kaldırtarak mahzene atmak oldu. Olay o günlerde gazetelere manşet olmuştu. Bunu yapan kim? Hem de Türk tarihçisi unvanını taşıyan Prof. Salih Efendi. Vay be, ne büyük Türk tarihçisi! İnsanın içinde bir rahatsızlık olmazsa hiçbir Türk tarihçisi kendi ecdadının kişiliğinden, resminden nefret eder mi? Demek ki, içerisindeki nefret duygusunu bu yolla gidermeye çalıştı. Buna benzer düşüncelerini tam mânasıyla İstanbul Üniversitesi’nde yapamadığı için, Egeli olması bahanesini de ileri sürerek İzmir’e gitti. Önce Dekanlıktan, daha sonra da genç yaşta diyebileceğimiz bir devrede ise öğretim üyeliğinden emekliye ayrıldı.

İşte sizlere biri milliyetçi diğeri solcu olan iki tarihçi. Elbette bu ikisi arasında olaylara, konulara, değerlendirmelere bakış açısı farklı olacaktır. Mes’ele bu açıdan değerlendirilir ise, kimin haklı olup olmadığı ortaya çıkacaktır.

Gelelim cevaplara:

Seminerde yaptığım konuşmalardan rahatsız olduğu anlaşılıyor ki, şahsımı “aktör”lük yapmakla itham ediyor. Aktörlük bilindiği üzere, başrol oyuncusuna verilen unvandır. Yine insaflı imiş, ya “figüran” dese idi? Aşağıda Türk tarihi üzerinde yapılmış olan bir yanlışlığı dile getirirken, 80 yıldan fazla bir zamandan beri, Türkiye’de Türk çocuklarına Türk tarihinin önemli kısımlarının okutulamadığından, öğretilemediğinden bahsetmeye çalışacağım.

Üzerinde yaşadığımız toprakların eski Yunan ve Roma değil, Türkiye olduğunu ve üzerinde yaşayan insanların da Yunan ve Romalı değil de Türk milleti olduğunu savunmak, haykırmak ne zamandan beri “aktör”lük oluyor? Böyle aktörlüğe canım kurban olsun. Yüce Türk milleti ve devleti için değil aktörlüğe hamallığa, çöpçülüğe vb. seve seve razıyım.

1964 yılında Tarih Bölümü’nde Batıdan kopya alarak uygulanan meşhur “Çağ” sisteminin yanlışlığını dile getiren ve bunun kaldırılmasını isteyen rahmetli hocam Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu bir yazı yazmıştı. Aradan geçen 40 yıldan beri bu yanlışlık ortadan kalkmamış ise ve bizler bugün bu yanlışlığı sürdürmeyelim, hatamızdan ders çıkaralım diyor isek, 1970’lerin gerisinde kaldığımız mı anlaşılacaktır? Ne üstün zekâlılık! İstiyorlar ki, her şey onların istedikleri gibi aynen devam etsin. Emriniz olur, Salih efendi!

Prof. Salih efendi 18 maddelik “ültimatom” saçmamdan bahsetmişti: Beyefendi, ültimatomu şahıslar birbirine saçamaz, veremez. Ültimatom ancak devletler arası münasebetlerde, bilhassa askerî sahada kullanılır.

Tebliğimin konusu “Tarih Eğitim-Öğretiminde Görülen Eksik ve Yanlışlıklarımız” üzerinedir. Tarih öğretiminin yöntemlerine ilişkin yeni bir şey söylemediğimi ifade eden sayın Prof. ikisi arasındaki farkı, ilkokul çocuğuna anlatır gibi, tekrar tekrar söylememi mi istiyor acaba? Bu farkı anlayamamış isen biz ne yapalım!

Atatürk’ün ölümünden sonra millî çizgiden nasıl sapıldı? Yunan-Roma tarihi neden ön plana çıktı ve bendeniz neden “Eski Çağ”a kafayı taktım? Bu sorulara toptan cevap vermeye çalışalım. Esasında bu konular tebliğimde ana hatlarıyla anlatılmış ve daha sonra kitapta da yayınlanmış idi. Tekrar tekrar okunması ve varsa cevapların tek tek verilmesi icap ederdi. Şimdi anlamak istemeyen beyinlere ve konuya ilk defa şahit olacaklara neden Eski Çağ’a kafayı taktığımı bir defa daha anlatmaya çalışalım.

Bugün aşağı yukarı çok milletlerin tarihinde kullanılan Çağ sisteminin babası Almanya’nın Halle Üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Ch. Cellarius (ö. 1707)’dur. Ch. Cellarius tarafından yapılan tasnife göre, İlkçağ’ın sınırı Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden Roma İmparatoru Büyük Konstantinus (ö. 337) devri veya Batı Roma İmparatorluğu’nun 476 yılında çöküşü kabul edilmiş; İstanbul’un Türkler tarafından fethine kadar (1453) Ortaçağ; 1453 ile 1789 (Fransız İhtilâli) arası Yeniçağ olarak tesbit edilmiştir3. Ch. Cellarius’dan sonra 1789’dan zamanımıza kadar olan devreye de Son Çağ adı verilmiştir.

Bu çağ sistemi, Avrupa’dan bize de aynen geçmiş ve tarihimiz bu taksime uydurulmak suretiyle bugüne gelinmiştir.

Avrupalı kendi yaptığı bu sistemde haklı olarak Akad, Asur, Babil, Urartu ve Grek-Roma tarih ve kültürünü anlatır. Peki, biz ne yapıyoruz? Tahminen 1920’lere doğru kabul ettiğimiz bu çağ taksimini hiçbir değişikliğe uğratmadan aynen uygulayarak Türkiye’de Türk çocuklarına mecburî ders olarak Urartu, Grek ve Roma tarihini en ince ayrıntısına varıncaya kadar öğretiyoruz.

Burası Türkiye ise Türk tarihinin İlkçağ’ı nerede? İlk Türk Devletleri olarak bilinen Asya Hunları, Tabgaçlar, Avrupa Hunları, Gök-Türkler, Uygurlar, Türgişler, Kırgızlar ve Karluklar hangi çağ sistemi içerisinde öğretilecek? Kendi ülkenizdesiniz, kendi millî tarihinizi öğretemiyorsunuz. Böyle garabet olur mu? Efendim, Batılı ilk çağın sınırını ve konusunu böyle tesbit etti diye kendi tarihimizi anlatamayacak mıyız? Kendi tarihimizin İlk çağını tesbit edemez miyiz? Grek-Roma tarihinin bütün detayını kendi çocuğumuza öğretmek mecburiyetinde miyiz? Bu çağdışı çağ sistemine dur denilmeyecek mi? Antik çağ dünyasının bugünkü mirasçılarının başında gelen Yunanlılar kendi çocuklarına bizdeki gibi, Türk tarihini öğretiyorlar mı? Hiç bu mümkün mü?

Türk tarihinin eski çağı tesbit edilemediği gibi Ortaçağı da maalesef bugüne kadar tesbit edilememiştir. Bizde ortaçağın sınırları yaygın olarak İslâmiyet’in kabulü ve sonrası şeklinde düşünülerek, hususiyle Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harezmşahlılar, Anadolu Beylikleri ve Atabeylikler devresini ihtiva etmektedir. Ancak bu sınır çizilirken, yine maalesef Ortaçağ devresine giren Oğuz-Yabgu Devleti, Avarlar, Hazarlar, Uzlar, Sabarlar, Kuman (Kıpçaklar), Türk Bulgarlar (Tuna ve İtil Bulgar Devleti) Ortaçağ devresinde okutulmamaktadır, öğretilmemektedir, neden? Bugüne kadar Ortaçağ sistemi içerisinde yer alan bir iki hocamız dışında yer alan hocalar neden bu saydığımız Türk devletleri üzerinde çalışma yapmamışlardır.

Yeni ve Son çağlar da Batı tarihinin kopyası olduğu için Türk tarihine uymamaktadır. Çünkü bu tasnifte yalnız Osmanlı İmparatorluğu dikkate alınmış, fakat Türkistan, Çin, Hindistan ve Rusya’daki milyonlarca Türk akla dahi getirilmemiştir. Bugüne kadar yeni ve son çağ sisteminde yer alan insanların Cengiz Han ve İmparatorluğu, Timurlular, İlhanlılar, Çağataylılar, Altınorda, Başkırtlar, Hive, Buhara, Hokand, Kırım, Sibir, Astarhan, Özbek, Kaşgar-Turfan, Türkmen, Azerbaycan hanlıkları, Delhi Türk Sultanlığı ve Babürlüler konularında çalıştıklarına şahit oldunuz mu? Neden Yeni ve Son çağ denince sadece Osmanlı İmparatorluğu anlaşılıyor?

Ayrıca bugün kısmen de olsa, istiklâllerine kavuşan bugünkü Türk cumhuriyetleri (Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Azerbaycan) ile yine bugünkü Türk muhtar cumhuriyetleri (Altay, Başkurdistan, Kabartay-Balkar, Çuvaşistan, Gagauz, Hakas, Kırım, Saha, Tuva, Tataristan) ve diğer Türk topluluklarının (Ahıskalılar, Kumuklar, Karaçaylar, Afgan Türkleri vd) tarihleri, kültürleri, son durumları vb. nerede anlatılacak? Neden hususiyle son çağ devresinde Türk Tarihi’nin bu bölümleri anlatılmaz, öğretilmez, neden, neden?

İşte ülkemizde tarihçilik alanında “Çağ Sistemi” adı altında oynanan oyunun özeti bu. Mesele sadece Türk Tarihi’nin belirli devrelerinin öğretilip öğretilmemesi değil, bakınız, bu çağ sistemi dolayısıyla İstanbul’da İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Tarih Bölümleri’nde mecburî olarak okutulan şu derslerin öğretilmesinde sıkıntı yaşanmaktadır:

İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nde haftalık okutulan mecburî derslerden bizi ilgilendiren şunlardır:

Eskiçağ Tarihine Giriş (2 saat); Eski Anadolu Tarihine Giriş (2 saat); Eski Mezopotamya Tarihi (2 saat); Bizans Tarihi (2 saat); Eski Mısır Tarih (2 saat); Eski Anadolu Sikkeleri (2 saat); Avrupa Tarihi (2 saat); Hellenistik ve Roma Dönemlerinde Eski Anadolu Tarihi (2 saat)

Ayrıca seçmeli olarak da:

Eski Anadolu Tarihi Semineri (1 saat); Eski İran Tarihi (2 saat); Hellenizm Tarihi (2 saat); Hellenizm Tarihi Semineri (2 saat); Roma Tarihi (2 saat); Roma Tarihi Semineri (2 saat)

Toplam: 20 saat.

Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde haftalık mecburî olarak okutulan dersler:

Eski Anadolu Tarihi (2 saat); Eski Önasya ve Mısır Tarihi I (2 saat); Eskiçağ Kültür Tarih (2 saat); Eski Önasya ve Mısır Tarihi II (2 saat); Hellen Tarihi (2 saat); Roma Tarihi (2 saat); Bizans Tarihi (2 saat); Roma Çağı Anadolu Tarihi I (2 saat); Roma Çağı Anadolu Tarihi II (2 saat)

Toplam 18 saat.

Gelelim Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde haftalık okutulan mecburî derslere:

Grek-Roma Tarihi (4 saat); Eskiçağ Tarihi Bibliyografyası (2 saat); Bizans Tarihi (4 saat); Eski Anadolu Tarihi (2 saat)

Toplam 14 saat.

Görüldüğü üzere, İstanbul’da üç üniversitenin Tarih Bölümlerinde mecburî olarak adları zikredilen dersler okutulmaktadır. Türkiye’nin diğer üniversitelerinde de aynı manzara ile karşılaşırsınız. Tekrar şu soruları soralım: Burası Türkiye mi? Yoksa burası hâlâ Grek, Roma, Hellen veya Bizans ülkesi mi?

Ülkemizde bu çağ sisteminin çarpıklığını dile getirerek karşı çıkan ilk hoca rahmetli Ord. Prof.Dr. Zeki Velidî Togan (ö. 1970) olmuştur. 1927 yılında üniversiteye (Darülfünun) ilk intisap ettiği yıldan itibaren bu çağ taksiminin eksik, yanlış ve zararlarını her yerde haykırmış ise de, kimse kendisini anlamak istememiştir. Büyük mücadeleler sonrasında bugünkü adı ile bilinen “Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı”nı kurdurarak, yukarıda ifadeye çalıştığımız çağ taksimi içerisine girmeyen Türk tarihi ve kültürünü öğretmiştir. Bugünkü Türkiye üniversitelerinde Tarih Bölümü olan fakültelerde Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’nın olmadığı yerlerde –ki çok-, Türk tarihinin önemli kısımları ne okutulmakta, ne de araştırılmaktadır. Çok yazık!

Bu sisteme karşı çıkan, direnen, sakıncalarını yıllarca anlatmış ve yazmış olan diğer hocamız rahmetli Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu (ö. 1984) olmuştur. Hoca devrin başbakanlarına, Millî Eğitim bakanlarına da meseleyi anlatmış ve çoğundan söz de almış olmasına rağmen yine bir sonuca ulaşamamıştır.4”.

Bugün ülkemiz üniversitelerinde öğretim elemanı olarak yüzlerce tarih hocası bulunmaktadır. Rahmetli Togan ve Kafesoğlu dışında hiçbiri bugüne kadar bu konu hakkında ses çıkarmamıştır. Kendi tarihi üzerinde oynanan oyunlara göz yuman ve alışılmışın dışına çıkmaya çekinen tarihçiler, millete tarih şuuru verebilir mi? Herkes kendi âleminde, çok yazık5.

Geçen yıl 80 yıldır aynen kabul edip uyguladığımız “İsviçre Medenî Kanunu”ndan yeni kanunlaştırdığımız “Türk Medenî Kanunu” ile kurtulduk. Sıra Avrupa’nın bu çağ sisteminden kurtulmaya geldi.

Başta Togan, Kafesoğlu ve bize karşı çıkanlar şu soruyu soruyorlar:

“Ne var bunda? Bizlerden önce Anadolu’da yaşayan kavimlerin tarihini, kültürünü öğrenmeyelim mi, öğretmeyelim mi? Grek, Roma, Hellen, Bizans tarihini öğretmenin ne zararı var? Dünyayı tanımayalım mı? Mezopotamya, Mısır, İran’ı öğrenmemizin ne zararı var? vb.”.

Bu soruya özetle şu şekilde cevap vermeye çalışıyoruz:

Elbette Anadolu’da bizlerden önce yaşayan kavimleri bileceğiz, öğreneceğiz. Sadece bununla kalmayıp, dünya tarihi hakkında da bilgi sahibi olacağız. Bizler hiç kimseye bunlar öğretilmesin demiyoruz.

Ancak bunun bir ölçüsü, sınırlaması olsun istiyoruz. Unutulmamalıdır ki, yabancı kavimlerin tarihleri incelenirken dikkat edilmesi gereken bir kural vardır. MÜNASEBET ölçüsünde konu ele alınır. Herhangi bir devirde ne zaman münasebete girmiş isek, o devri işleyen hoca ana hatlarıyla o yabancı kavim hakkında, o dünyayı tanımamız için bilgi verir ve hattâ MUKAYESE etmek suretiyle hâdiseyi öğrencilerin kafasında canlandırır ve milletler arasındaki düşünce ve kültür FARKLILIĞINI da tesbit etmek suretiyle tarihteki yerimizi gözler önüne sermiş olur. Bunun dışında bizleri hiç mi hiç alâkadar etmeyen konuların anlatılmasına, elbette, şiddetle karşıyız. İşte anlaşamadığımız nokta burada yatmaktadır. Geçmişte olduğu gibi, bugün için de üniversitelerde okutulan Grek, Roma, Hellen ve Bizans tarihi ders notlarına bakıldığında haklı olduğumuz ortaya çıkacaktır. Bütün Bizans ve Roma imparatorlarını, sülâlerini velhasıl her şeylerini öğrenmek mecburiyetinde değiliz. En ince detayına kadar niçin anlatılıyor? Yukarıda sorduğumuz bir suali burada bir daha hatırlatalım: Neden İlkçağ adı altında Türk çocuklarına Grek, Roma, Hellen ve Bizans tarihleri bütün detayı ile öğretilmektedir? Burası Yunanistan mı? Türkiye mi? Yunanlılar kendi çocuklarına Türk tarihini öğretiyorlar mı? Dünyada tek “beyinsiz” bizler miyiz? Akıllı olalım.

Eski İran, Mısır ve Mezopotamya tarihlerinin anlatılmasına gelince:

Doğrusu, bunları da öğretelim. Ama tekrar hatırlatalım, münasebet ölçüsünde olmak şartıyla. Yeni yetişen genç bir Tarih Yardımcı Doçenti soruyor: “Bizans ile 250 yıla yakın ilişkimiz olmuş, Bizans tarihini anlatmayalım mı?”. Hemen cevap verelim: Yaklaşık 2000 yıl Çin ve Moğollar ile münasebetimiz oldu. O halde neden üniversitelerde Çin ve Moğol tarihi anlatılmıyor. Yine Ruslarla 1000 yıllık karşılıklı münasebetimiz var, neden üniversitelerde Rus tarihi okutulmuyor? Niçin bir Kafkas, Tibet, Japon, Hint, Ermeni, Süryani ve Arap tarihi anlatılmıyor? İlle de Grek, Roma, Hellen, Bizans, neden?

Bütün dünyaya, kusura bakmayın, her ne kadar 1071’den beri Anadolu’ya yerleşmiş isek de, bizler burada geçiciyiz, bu toprağın asıl sahipleri sizlersiniz mi demek istiyorsunuz? Bunun içindir ki, sizleri unutmayalım diye, tarihlerinizi Türk çocuklarına ezberletiyoruz mu demek istiyorsunuz? Grek, Roma, Hellen ve Bizans sevdanızı başka nasıl izah edebiliriz?

Yeri gelmiş iken hemen ifade edelim ki, ülkemizde Grek, Roma, Hellen ve Bizans hayranlığının bir diğer sebebi de, 1940 yılından itibaren “hümanizm” adı altında ülkemize giren fikir akımının büyük tesirinde yatmaktadır. Kelime mânâsı “insancıllık” olan hümanizmin asıl tanımı şu şekildedir: “Grek ve Rum kültürünü en üstün kültür olarak anlama düşüncesi”. Hatırlanacağı üzere hümanizm adı altında yayılan bu görüş, ülkemizde “Mavi Anadoluculuk” olarak yaygınlaşacaktır. Bu akımın öncüleri Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu ve Bedri Rahmi Eyüboğlu idi. İddiaları şu idi:

“Bir Türk kültüründen söz edilemez. Türkler ilkel, barbar bir kavim idi. Bir Türk kültürü olmadığı için, Anadolu’ya geldiklerinde hazır bir kültür buldular. Kaynaşıp, kaybolup gittiler. Bunun içindir ki, bu kültüre Türk değil, Anadolu kültürü denilmelidir”. Özetle “biz Türkçe konuşan Yunanlılarız” demektedirler.

Hattâ bu görüş sahipleri Türk ve Türk kültürünün ataları olarak da Hattiler, Luvitler, Hurriler, Hititler, Lidyalılar, Frigyalılar, Giritliler, Truvalılar, Bergamalıları gösterirler.

1940’larda ortaya çıkan bu görüş bilhassa Türk Millî Eğitimi’nde ağırlığını hissettirmiştir. Yazılan tarih kitaplarında (meselâ Emin Oktay) % 80 oranında Grek ve Roma tarihi 36 yıl Türk gençliğine ezberletilmiştir. Bu uygulamaya 1976 yılında son verilmiştir. Onun içindir ki, meşhur Yunan destan şairi Homeros’u Türklerin atası olarak öğrettiler. Noel Baba’yı Nail Baba yaptılar. Kibele’yi Türklerin anası olarak kabul ettiler. Hukuk fakültelerinde Roma Hukuku’nu mecburî ders hâline getirdiler. Bizans İmparatoriçesi Teodora’nın torunuyum diyen ilim adamlarının sayısını arttırdılar.

Bu akımın tesiri hâlâ devam etmektedir. Buna son misâl olarak Başbakan iken “Avrupa’da Türkiye” adlı bir eser yazan Turgut Özal’ı gösterebiliriz. Kitapta verilen bilgiler daha sonra Cumhurbaşkanlığı yapmış birine hiç yakışmamıştır. Doğrusu “kanımda Kürt kanı var “ diyen birisinden de başka bir şey beklenemezdi6.

Önümüzdeki yıllarda akl-ı selim sahibi tarihçi ve aydınlarımızın bir araya gelmek suretiyle büyük sıkıntılara sebep olan “Çağ taksimi”ni lağvederek, yerine bu milletin tarihî gelişimine uygun yeni bir çağ sistemini tespit etmeleri elzem olacaktır.

Görüldüğü gibi gayet açık ve net ifade ettiğimi tahmin ediyorum. Akl-ı selim sahibi olanlar ve hususiyle öğrenciler bu uygulamaya son verilmesini arzu etmektedirler. Nedense içimizde kendini “Bizans’ın torunları” kabul eden insanlar bu yanlışlığın aynen devam etmesini istemektedirler.

Fakültemizde gençlere mecburî ders olarak okutulan “Eski Yunan Tarihi”ni anlatan meslektaşımız Prof. Dr. Oğuz Tekin kendini şöyle savunmaya çalışmaktadır:

“Ben şuna karşıyım. Türk tarihinin, Türk merkezli ya da etnosantrik (ne ise?) siz ne derseniz deyin, okutulmasını da çok fazla doğru bulmuyorum”.

Cevheri saçmaya devam ediyor:

“Yani üniversite kavramında, üniversite milli duygularla gelinen bir yer değildir, öğretim yapılan bir yer değildir”.

Vay anasını be, ne büyük sözler! Devam ediyor:

“…Ancak milli duyguya sahip olmalıyız. Bu tür şeyleri fazla söylememeliyiz. Ben derslerime ideolojik olarak asla yaklaşmıyorum. Sadece objektif olarak”7.

Bu hazret de diyor ki, Türk tarihi Türk merkezli okutulmasın. Üniversitelerde millî duygu verilmesin. Şayet verilse de üzerinde fazla durmayalım. Söylediklerinin tercümesi bu. Acaba söylediklerini kulağı duydu mu? Gözü de görüyor, kulağı da işitiyor ama kalbindeki, beynindeki Türk’e ve Türk tarihine olan bakışını, belki nefretini bir türlü atamıyor ve bu sözleri söyleme cesaretini gösterebiliyor. Günümüzde Türk’e ve Türk tarihine hakaret etmek moda ya.

Bakınız sizlere Prof. Salih’in çok sevdiği Prof. Oğuz Tekin’in Eski Yunan Tarihi adlı ders kitabının İçindekiler kısmını sunmak istiyorum:

“DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Homeros Öncesi Dönemden Arkaik Çağın Sonuna Kadar

Ege ve Dor Göçleri; Karanlık Çağ / Yunan Ortaçağı; Yunan Alfabesinin Oluşturulması; Kent-Devletlerinin Kuruluşu; Kolonizasyon Dönemi ve Koloniler; Tyran’lar; Yasa Koyucular, Yasalar ve Reformlar (Yeni Toplum Düzeni); Sikkenin İcadı ve Yayılımı; Batı ve Güney Anadolu’da Kurulan Uygarlıklar

BEŞİNCİ BÖLÜM

Klasik Çağ: Savaş, Demokrasi ve Kültür

PERS SAVAŞLARI

Persler; Ionia Ayaklanması; Marathon Savaşı; Artemision ve Thermopylai Savaşları; Salamis Deniz Savaşları; Delos Deniz Birliği; Evrymedon Savaşı; Yunanlıların Doğu Akdeniz Seferi ve Kallias Barışı; Perikles

PELOPONNESOS SAVAŞI: YUNANLILAR YUNANLILARA KARŞI

Savaş Öncesi; Savaşın Nedeni; Arkhidamos Savaşı; Nikias Barışı; Sicilya Seferi; Lysandros’un Notion Zaferi; Arginussai Savaşı; Aigospotamoi Savaşı

İ.Ö. DÖRDÜNCÜ YÜZYILIN İLK YARISI

Satrap Kyros’un Başarısız Ayaklanması; Korinthos Savaşı; İkinci Deniz Birliği; Thebai’ın Yükselişi; Kartaca’nın Güney İtalya ve Sicilya Seferi; Batı Anadolu’da bir İttifak

(Devamı var)

DİPNOTLAR

1- Cumhuriyetin 80. Yılında Üniversitelerde Tarih Öğrenimi, Araştırmaları ve Yayınları Semineri, İstanbul 16-17 Aralık 2003, İstanbul, 2004, 312 s.

2- S. Özbaran, “Üniversitede Tarih ya da Tarihin Talihi”, Toplumsal Tarih, Sayı 132, Aralık 2004, s. 107.

3- Bkz. Z. Velidi Togan, Tarihte Usul, İstanbul 1969, s. 25 vd.

4- Bkz. İ. Kafesoğlu, “Üniversite Tarih Öğretiminde Yeni Bir Plan”, Tarih Dergisi, 19, 1964, s.1-16.

5- Bendeniz de şahsen sessiz kalmamış, devrin Millî Eğitim bakanlarından Sayın Vehbi Dinçerler ile Hasan Celal Güzel’e konuyu bizzat anlatarak yardımlarını istemiş idim. Ayrıca dergi ve gazetelerde çağ taksiminin yanlışlığı hakkında yazılar yazmıştım. (Bkz. Abdülkadir Donuk, “Türk Tarihinde Çağlar Meselesi”, Türkiye Gazetesi, 14 Eylül 1985, s. 2; daha bkz. Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 6, Haziran 1987, s. 44 vd.).

6- Bu ilmî ciddiyetten yoksun kitap tamamen çürütülmüştür (bkz. M. Bayraktar, Özal’ın Günah Galerisi, Ankara, 1989, s. 1-228).

7- Cumhuriyetin 80. Yılında Üniversitelerde Tarih Öğrenimi, Araştırmaları ve Yayınları Semineri, İstanbul 16-17 Aralık 2003, İstanbul, 2004, s. 226.

 

Orkun'dan Seçmeler

Yükseklik Korkusu

YAZAR KOVMA OLAYI