Ana Sayfa 1998-2012 “Türk Adamı”nı Tanımak

“Türk Adamı”nı Tanımak

Yukardaki başlık merhum Alpaslan Türkeş’ten bir alıntıdır. Galiba daha o zamanlar televizyonlarımız siyah/beyazdı ve Türkeş de birinin sorularına cevap veriyordu. Belki de bunu çok daha eskilerde “Devlet” dergisinde okudum. Nerede okuduğum veya duyduğum hususu biraz karanlık. Ama kesin olan husus bu başlığı oluşturan çümlenin Türkeş’e ait olduğu hususudur. İlk duyduğum veya okuduğumda bu cümle kafama nakşedildi. Zaman ilerledikçe ve bazı çabaların ve bazı kendi çabalarımın iyi sonuç vermemesi üzerine, Türkeş’in yukarki sözü kafamı daha çok kurcalamaya başladı. Yani toplumu yönetmek ve yönlendirmek durumunda olanlar “Türk Adamı”nı, diğer bir ifadeyle “Türk İnsanı”nı tanımıyorlardı. Ben de kendi çapımda tanımıyordum, hattâ kendimi tanımıyordum. Uzun lâfın kısası, “Türk Insanı”nda var sayılan bazı özellikler aslında ekseri Türk’te azalmıştı veya yoktu.(1) Biz ve kendi çapımda ben, bazı “meziyetler” Türk’te olmadığı veya azaldığı hâlde, onları var sayıyorduk. Bu yüzden büyük frekans uyuşmazlığı oluşuyor ve mesajlar yerine ulaşmıyordu. Bir söz var, denir ki, sen ne kadar bilgili olursan ol muhatabına anlatabileceğin, aktarabileceğin onun idraki ile sınırlıdır. Meselâ bizde çok zaman idrak sınırı Kemal Sunal filmi ve televole kültürü kadardır. Oylardaki kitle halinde yer değiştirmeler de idrak sınırımızın göstergesidir. İkide bir tekrarlar dururum, azami ortalama dört yıl okula devam etmiş bir ulustan daha fazla ne beklenebilir ki! Komşumuz Bulgar ortalama on bir yıl okuyor. Konumuz dışı ama seçimlerdeki şu “seçmenin öfkesi” hikâyesi. Öfke, aklın devre dışı olması hâlidir.(2) Öfke ile kalkanların, yani dört yıllık okul müdavimlerinin kararını göreceğiz, umarım çok ağır bir fatura ödemeyiz.

Bizler doğru dürüst ne kendi kafamızı tanıyoruz ne de ötekinin kafasını. Onun içindir ki bazen -veya çok zaman- sağırlar diyaloğu sürdürüyoruz. Bundan bir süre önce Büyük Kurultay gazetesine bir göz atarken, şimdi adını hatırlayamadığım bir yazar “Türklerin Meziyetleri”ni sayıyordu. O Türkler, Musa’ya inen on emri aynen uygulamakla kalmıyor, tüm dinlerin, Buda’nın Konfiçyüz’ün ve binlerce hikmet sahibinin öğütlerini yerine getiriyorlardı. Yazıyı okurken içimden gayrıihtiyarî, yahu ben galiba bu sözü edilen “Türkiye”de yaşamıyorum, dedim. Ama aynı gazetenin diğer yazarları ve haber başlıkları benim tanıdığım Türklere uyuyordu, tıpkı o yazarın dün yazdıkları ve yarın yazacakları gibi…

İşte bu, Türklerde standart sayılan meziyetleri okurken alt bilincim -şeytan’ın bir temsilcisi zaten hep oradadır- üst bilincime bazı veriler yollamaya başladı. Meselâ, Avrupa’daki korsan malların yüzde dokuz kadarı Türkiye menşeliymiş. Meselâ Türk erkeklerinin kadınları dövme oranı yüzde elli sekiz ile rekor düzeydeymiş. Yani karşılaştığım iki erkekten biri -inşallah bu yazıyı okuyan iki erkekten biri değil!- karısını dövüyormuş. Yani karşılaştığım iki kadından biri -inşallah bu yazıyı okuyan iki kadından biri değil!- kocasından dayak yiyormuş. Tahsil ortalaması en yüksek olan mühendisler, doktorlar, hattâ avukatlar vs. en fazla vergi kaçıran kesimmiş. Sonra gayet orijinal ve islâm damgalı hortumlama metotları, faizsiz kazanç-kâr payı yöntemi gibi. Kendi ağırlığının iki katına yakın altını olup Ağa Han’ı çatlatacak politikacılar. Devletin malını deniz, yemeyeni domuz saymak. Hak hukuk diye mangalda kül bırakmayıp eski SHP’nin gök deleninin hesabını veremeyen sosyal demokratlar. Türk politikasında tâ tarihin derinliklerinden gelen ve Osmanlı’da çok zaman kana bulanan başkasının ayağına karpuz kabuğu koyma yöntemi. İnönü’nün ayağına karpuz kabuğunu Ecevit koydu ve o kırk ambar içine de sindirdi. Süper hızlı solcularımızdan ve kapitalizmi ahlâk kokuşmasının temeli sayan Sadun Aren ve müteveffa Behice Boran komünizmin güler yüzlüsünü isteyen Mehmet Ali Aybar’ın ayağına karpuz kabuğunu koyuverdiler. Ha di onlar zındık diyelim. Başörtü-Müslüman’ı Erbakan’ın ayağına karpuz kabuğu koyan Erdoğan’a da zındık diyemeyiz ya! Özal-Yılmaz ve Demirel-Çiller olayları da hafızamızda daha. Osmanlı sarayı tarihe mal oldu ama entrikalar sürüyor. Bir gazete manşetine göre millet vekili adaylarının dörtte biri sabıkalıymış. Daha neler neler. Çevreyi kirletenler, trafik kurallarına uymayanlar, banka hortumlayanlar ve onları serbest bırakanlar, ekmeğin gramajını ezelden beri tutturamayan fırıncılar(3) vs. vs… Biliyor musunuz, seçimlerde parmağımıza sürülen Hindistan’dan döviz karşılığı ithal olunan çıkmaz mürekkebin neye yaradığını? Devlet bize, “sana inanmam birden fazla oy kullanırsın, hilebazsın” diyor. Ve son seçimde otuz küsur milyon seçmen bu karayı, yani yüz karası kimliğini taşıdı. Devlet vatandaşını tanıyor, çünkü o vatandaş da zaten devleti oluşturuyor.

Aslında alt bilincimdeki şeytanın üst bilincime gönderdiği malzemeyi yazmaya kalksam Orkun’un sayfaları yetmez. Acaba yeni deyimle sanal denen Türk’ü bir yana bırakırsak, gerçek Türk, yani ben, sen, o, biz, siz, onlar “doğru” insanlar mıyız? Eğer “doğruluk Türk’ün özelliğidir” diyen varsa benim diyeceğim şudur: Ben, üç çeyrek asırlık ömrüm içinde çok az “Doğru Türk”e rastlayan ender kişilerden biriyim. Acaba gerçek Türk çalışkan mı? Acaba gerçek Türk sözünün eri mi? “Gerçek”ten kasdım, hani şu sokakta bana çarpıp özür dilemeyen, yere pervasızca tüküren, karısını döven, hatasız hiç sollamayan, memurken kaytarıp rüşvetsiz iş yapmayan, işçiyken ha keza kaytaran, işçi emeklisine 250 milyonu, düz işçiye 170 milyon asgari ücreti ön görüp kendi maaşı için şeytana külâh çıkartacak manipülâsyonlara baş vuranlardan söz ediyorum. İster birbirine “monşer” desin, ister “selâmünaleyküm” desin, isterse kafa atsınlar…

Bu yazının burasına kadar okumuş olanlardan bazıları bana kızmış ve milliyetçilik damarları kabararak sövmeye başlamıştır. Soğukkanlı olanları da, bu yazının Orkun’da ne işi var, demeye başlamışlardır. Orkun bir “Türkçü Dergi”. Yani, Türk denen kişinin, iyiliği, doğruluğu ve güzelliği için uğraşan ve uğraşması gereken bir dergi. Türk’ün iyiliği, onun mânevî ve maddî sağlıklı olması ile mümkündür. Maddî iyiliğin bedenî kısmı tıbbın konusu ve beni aşar. Parasal mânâda iyilik ekonomik iyilik ve refah demektir ve iktisatçı olarak benim konumdur. Ama ben onu da ele almayacağım. Benim kasdettiğim mânevî değerler açısından “iyilik”. Aslında iktisat tahsil etmiş bir kişinin uzmanlık alanı değil ama ben yine de çizmeden yukarı çıkmaya cür’et edeceğim. Lâfı gevelemeden kanaatimi söylüyorum: Türk denen kişiler sanıldığı kadar “iyi” değildir! Tıpta önemli bir kural var ve tıp diyor ki: Tedavi doğru teşhis (şimdi “tanı” deniyor) ile başlar! Teşhis hatalı olursa en modern hastahane, en modern cihazlar ve en pahalı ilâçlar boşunadır. Buradan yola çıkarak ben de iki şey diyorum, a) Türk ve onun toplumu hastadır, b) Türk’ü ve Türk toplumu’nu tedavi etmek için doğru teşhis koymalıyız. Yani, yani Türkeş’in yıllar önce dile getirdiği hususu, yani “Türk Adamı”nı tanımalıyız. Tabiî ki tıp ile yani pozitif bilimlerle toplum arasında benzerlik kurup onu sosyal olaylara da uygulayalım diyen ilk kişilerden birinin ben olduğumu sanmayın, zaten biliyorsunuz da. Benim kıt bilgilerime göre bunun önde gelen ilk babası Auguste Comte’dur. Bilgisi benden kıt olanlara hatırlatayım. Sosyolojinin kurucusu sayılan Comte diyor ki, nasıl pozitif bilimlerde sebep-sonuç ilişkisi varsa, nasıl sebepleri manipüle ederek sonucu etkilemek mümkünse; sosyal bilimlerde de sebepleri manipüle ederek sonuçları etkileyebiliriz. Comte’un hedefi toplumu, özellikle tabiî o zamanki kendi Fransız toplumunu düze çıkarmak. Tıpta bir şey daha deniyor: Hastalık yok, hastalar var. Yani, meselâ grip ayrı ayrı kişilerde ayrı bir seyir takip eder. Bir evde ana-baba, büyükanne-büyükbaba ve muhtelif yaşlardaki kız ve erkek çocuklar aynı anda aynı grıbe tutulsalar, meselâ güreş şampiyonu baba yataktan kalkamazken, evin cılız kızı ve yaşlı büyükanne hepsinin imdadına koşabilir.

Acaba Türk toplumu mânevî değerler bakımından sağlıksız mı? Malûm, bazı ünlü politikacılar servetlerinin hesabını veremiyorlar. Kimisi anneannesinin çıkınından söz ediyor, kimisi çalıştım 146 kilo altın biriktirdim diyor, kimisi oğlumun sünnet düğününde çok altın taktılar diyor, İnterpol’un kırmızı bültenle aradığı Jet Fazıl Türkiye’de milletvekili seçiliyor vs.vs. Ama bir gerçek varsa bazılarımızın lânetlediği Batı’da ucuz kredi aldı diye bir bakan düşüyor (Almanya, savunma bakanı Scharping gibi). Türk asıllı bir Alman milletvekili olan Cem Özdemir uçak tenzilâtını yakınlarına kullandırdığı için zor durumda kalıyor. Hele Japonya’da iş intihara kadar gidiyor. Şimdi somut misâl vereceğim. Bugün Recep Tayyip Erdoğan hem belediye başkanlığı zamanındaki bazı ihalalerden şaibeli durumda hem servetinin hesabını veremiyor hem bir başkasından burs aldılar diyerek çocuklarını Amerika’ya tahsile gönderiyor. Ve bu, çocuklarını bir zenginin bursu ile Amerika’da okutan adam Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanlığına talip olabiliyor. Acaba R.T. Erdoğan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başkanı olmayıp da meselâ MHP’nin veya CHP’nin başkanı olsaydı durum değişir miydi? Hayır değişmezdi. Neden? Çünkü Türk toplumunda “doğruluk” değerler skalasında gerilerde durmaktadır. Toplumun şeriatçı denen kesiminde, baş örtüsü ve şeklî dindarlık skalanın başında iken, “suiistimal” ve hattâ dinî ve çok önemli bir husus olan “kul hakkı yememe” skalanın altında yer alıyor. Acaba suiistimal yapan bir MHP’li olsaydı ne olurdu? O kişi bugün MHP camiasını oluşturan kitlenin nabzına göre şerbet verdiği sürece onun da suiistimali yok sayılırdı. Veya CHP’li olsaydı ne olurdu? O kişi ağzında “kapitalizm”, “işçi hakları”, “sosyal adalet”, “paylaşım” vs. gibi malûm sakızları çiğnedikçe onun da suiistimali yok sayılırdı. Bakın Baykal’ın bir zamanlar dile dolanan Sarıyer sırtlarındaki villası unutuldu bile… Ben bir zamanların SHP’nin genel sekreteri Cevdet Selvi’nin görkemli SHP binasının finansmanını nasıl yaptığını izah edebildiğini hatırlamıyorum. Bunları dedikodu olsun diye yazmıyorum. Şundan yazıyorum, çünkü bazı kişilerin soyut lâflar ileri sürmelerini eleştiriyorum da ondan. “Malûm kişiler”, “malûm çevreler”, “iç ve dış çevreler” gibi lâflardan hoşlanmam. Hele hele şu komplo teorilerinden hiç hoşlanmam… Bir insan hem Türk hem de mazlum olamaz. Komplo teorilerine inananlar ebediyen davulu boyunlarında taşır, tokmak başkasının elinde… Aslında bu tokmağı başkasının elinde saymak, yine şu hastalığı teşhis etmek ve uzun ve yorucu tedaviden kaçmak içindir. Orkun yayın kurulu’nun bana kızıp -veya belki de bazı okurların gazabına uğramamak için- yazıma ambargo koymayacağını umarak(4) şunu tekrar iddia ediyorum ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz yüzde doksan beş kendi hamakatinin ürünüdür.(5) Bu hamakat ürünü krizin faturasını IMF’ye çıkarmak bir başka hamakat değilse düpedüz iftiradır. Seçim öncesi yılda dört ay -sözüm ona- çalışan binlerce işçiyi daimî kadroya almak fikri Türk ekonomisine ihanet ve bu tavizin bunun fikir babalarına oy olarak döneceğini sanmak ise hamakattir.

Şimdi lutfen Türk politikacılarının ve şimdiki hükûmetin değerler skalasına bir göz atalım. Dört ay çalışan binlerce kişiyi yirmi-otuz yıl devlet bütçesine yükleyeceksiniz ve sonra da IMF’ye küfredeceksiniz. Bu politikacılar, yani demokratik solcu Ecevit, milliyetçi Bahçeli ve liberal-muhafazakâr Yılmaz şöyle düşündü. Bütçede bu masrafı karşılayacak gelir kalemi yok ve olmayacak da. En azından buraya ayrılacak kaynak başka bir kalemden kısılacak, meselâ zaten ancak “haraç ve dilenme” sistemi ile ayakta tutulmaya çalışılan eğitimden veya çarkı döndürmek için hastaları rehin tutan sağlık sektöründen. Ama zaten yılların birikimi yapısal pisliği(6) devralmış bu “üçlü” için, yılana sarılmaktan başka çare yoktu. Bu popülist hareketi gerçekleştireceklerdi de. Ama kızılsa da, açık sözlülük bir Türklük, bir insanlık erdemi ise, söylüyorum, bizi bu sakim yoldan IMF baskısı, yani ilmin, yani aklıselimin baskısı kurtardı!(7) Konumuzla ilgili değilse de yine de bir malî disipilin misâli vermek isterim. AB ülkelerinin bütçe açıkları % 3’ten fazla olamaz. Portekiz’de bu oran % 4.1 olduğu için öncelikle ve sonra da % 3’ü aşan açıkla Federal Almanya şimdilik azar işitti,(8) ceza da sırada…

Misâl çok ama ben bir de şu “işkence” denen millî ayıbı ele alayım. Batı uzun zamandır “Türkiye’de işkence var!” diyor. İşkencenin varlığını biz tüm Türkler biliyoruz. İşkenceye maruz kalıyoruz.(9) İmkân bulursak biz de işkence yapıyoruz. Yapan da Türk, yapılan da Türk; bilen de Türk, göz yuman da Türk! Köy çocuğu olarak jandarmanın işkencesinden yakınıyor ama kendimiz jandarma eri olunca işkence yapıyoruz. Ne hikmetse Türk Devleti kapalı yerlere nüfuz edemez. Hapishaneler terörist yetiştirir; İmam Hatip Okulları Atatürk düşmanı gerici yetiştirir. Bir zamanlar da klâsik komünistlerimizin hâlâ ağıt yaktığı Köy Enstitüleri kızıl gençler yetiştirirdi. Lâfı gevelemeden baklayı ağzımdan çıkarayım: Standart Türk’ün kafasında işkence bir insanlık suçu değildir. Yüzde altmışa yakın bir oranda karısını döven bir toplumun zaten karakolda işkence yapmaması doğrusu bir tutarsızlık olurdu. Demek ki Türk toplumu kendi mantığı içinde tutarlıdır! Yani güçlü ise güçsüzü ezer. Hani bir de şu rüşvet hikâyesi(10) var ya daha tâ Fuzulî’nin de dile getirdiği. Benden söylemesi, yarın bir Yunan veya Bulgar veya Romen AB yetkilisi bunu AB konseyinde dile getirirse bana rahmet okumayı unutmayın!

Bir iki satır da şu son rezalet ve felâket seçimlerden söz edeyim. Bu rezalet ve felâketin müsebbibi rüzgârın yelkenlerini şişirdiğini vehmeden Devlet Bahçeli’dir. Ben dedimdi demek âdettir. Ama ben Orkun’da, sözüm ona 127 Bozkurtlar’ın görüp göreceği rahmet budur, demiştim. Bu seçimlerin verdiği sosyolojik sonuç, Türk Seçmeni’nin ve parti liderlerinin ne kadar abuk sabuk bir kafa yapısına sahip olduğudur. Seçim sonucu bizim millî karnemizdir ve utanç belgesidir. Türk Adamı’nın kafasını değiştirmedikçe bu milli utançtan kurtulmak mümkün değildir. Türk’ü ideal insanlık standartlarına ulaştırmak her Türk’ün ve özellikle de her Tütkçü’nun aslî vazifesi olmalıdır, tabiî başta Orkun’un!

Bir sonraki yazımda aklımın erdiği kadar Türk Adamı’nın kafa parametrelerinin nasıl değiştirilmesi gerektiği hususunda -tahsilini yapmadığım bir alanda- fikir yürütmeye çalışacağım. Muasır medeniyet seviyesine ancak kafa parametrelerimizi değiştirerek ulaşabiliriz. Atatürk’ü tekrar saygı ile anıyorum! Eğer 1950’den itibaren Atatürk’ten taviz vermeğe başlamasaydık bugün maddî ve mânevî değerleri ile pırıl pırıl bir ülke olurduk. Ama olacağız. Bilge Kağan ne diyor? Türk silkin(11) ve kendine gel!

Türklük bakımından üzücü bir tablo çizen bu yazıyı üzücü bir olayla noktalayacağım. Evimdeki gazete küpürleri dağından elime Radikal’in 16 ağustos 2002 sayılı kitap eki geçti. Ömer Seyfettin’in cenaze törenini Halit Fahri Ozansoy yazmış, Murat Batmankaya alıntılamış, ondan da ben alıntılıyorum: “…Mezarlıkta cenaze gömüldü ve üzerine son telkin yapılarak toprak atıldıktan sonra, her iyi hareketin başında çalışan ve bunu kendisine dert eden şair Celâl Sahir bir hitabede bulundu.

— Ömerin mezarını yapmak için bugün bir para toplayalım, dedi.

Fakat hitabesi boğazında düğümlendi kaldı. Bir anda yıkık mezar taşlarının(12) arasından paniğe uğramış bir ordu gibi bir kaçışmadır oldu…” Bu küpürü ben “Türk Adamı” dosyasında saklamışım. Bilmem, siz nasıl dosyalardınız?
 

Orkun'dan Seçmeler