Ana Sayfa 1998-2012 Tarihteki yeri ve Geleceği ile Millî dâvâmız Kıbrıs

Tarihteki yeri ve Geleceği ile Millî dâvâmız Kıbrıs

ASYA, Afrika ve özellikle Avrupa’daki insanlığın millet olma yolunda atmış olduğu ilk adımlardan itibaren, bütün kavimler bugün de olduğu gibi Girit, Rodos ve Kıbrıs’a sahip olup bu üç büyük kıt’anın anahtarını avuçlarında tutmak istemiş ve bu uğurda da muhtelif harpler yapmışlardır. Aynı şekilde, bu adalardaki devlet veya topluluklar da, Afrikanın kuzey, Asya’nın batı (dolayısıyla da Anadolu’nun güney sahilleri) sahillerine fırsat buldukça akınlarda bulunmuşlardır.

Aynı zamanda bir Arap İslâm Devleti Hükümdarı olan İslâm Halifesi Hz. Osman’ın Şam Valisi Muaviye, milâdî 650 yılında, Kıbrıs’a bir sefer düzenleyerek, ada krallığını 7200 (altın) Dinar vergiye bağladı. Arap-İslâm akıncılarının bu hareketi ve elde ettikleri ekonomik başarı, Bizanslıların ada idarecilerini rahatsız etmelerine vesile oldu. Bunun üzerine, Muaviye 653 yılında, 500 gemi ile tekrar bir sefer düzenledi ve adayı fethetti. Fetih münasebetiyle de, Suriye’den Arap halkın bir kısmını getirip, daimî iskân gayesiyle yerleştirdi.

Muaviye’nin ilk seferine Ebu Durdâ, Ebu Eyyub el Ensârî, Ebu Zer, Mikdâd, Ubâde al Sâmid gibi meşhur Sahabe ve bu sahabelerin eşleri de iştirak etmişlerdi. İşte bu sefere iştirak eden sahabe eşleri arasında Ubâde’nin hatumu ve aynı zamanda İslâm Yalavacı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’nın “süt teyzesi” olan Umm-i Harâm’da bulunuyordu. Sahîh-i Buhârî’de:

“Ümm-i Harâm (Bint-i Milhân) R.A.’dan rivayete göre Ümm-i Harâm, Nebî sall’lâhu aleyhi ve Sellem’in:

– Ümmetimde denizde gazâ eden ilk muharipler (cennete girmeyi) hak etmişlerdir, dediğini işitmiştir. Ümm-i Harâm demiştir ki: ben de:

– Yâ Resûlullâh! Ben bunların içinde miyim? diye sordum. Resûlullâh:

– Sen onların arasında (Cennete gidecek bir şehit)sin! diye cevap verdi.” (Hadisin devamı için bak: C:R, 337, Hadis Nu: 1231, ayrıca C:12, S:279, Hadis Nu: 2106). Enes İbni mâlik diyor ki:

“Hakikaten ümm-i Harâm, Muâviye ibn-i Ebî Süfyan’ın (Şam valiliği) zamanında ve onun kumandasında tertib edilen bu deniz gazasına iştirak etmiş ve denizden çıkarken bindirildiği hayvandan düşerek gaza yolunda şehiden vefat etmiştir.”

Larnaka (Tuzla)’da bir ziyaretgâh olan “Halâ Sultan” veya “Halâ Hatun” mezarının menşei budur. Kâmil, Herevî’nin mezarı gördüğünü, Şark Kilisesi duvarında bir taş kitabede Besmele ve İhlâs Suresi’nden sonra: “Burası hicrî 29 yılı Ramazanında (650 Mayısı) ölen Urva bin Sâbit’in kabridir”. ibaresini okuduğunu ifade etmektedir. Hristiyanlığın havarilerinden, Barnaba (Praklysis)’nın da vatanı Kıbrıs olduğu için, ada hem Müslümanlar, hem de Hristiyanlar için ehemmiyetle aynı kudsiyete sahiptir.

Kıbrıs Krallığı güçlü olduğu zamanlar, diğer ada devletlerin, özellikle Ceneviz ve Venediklilerin yardımlarıyla Mısır, Suriye ve Anadolu sahillerine akınlar yapıyordu. Anadolu’daki Selçuklu Devleti ve bu Türk devletinin zayıflayıp, hâkimiyetin “Beylikler” arasında paylaşıldığı dönemlerde, güney sahillerimizde bulunan Türk şehirleri muhtelif zamanlarda yağmalara uğramış, Antalya şehrimiz bile on iki yıl gibi bir zaman Kıbrıs krallığının işgaline maruz kalmıştır. Kıbrıs Kralı Pierre’in 1369 yılında kendi adamları tarafından (Türk düşmanı Makarios’un Sampson tarafından ihanete uğradığı gibi) öldürülmesinden dört yıl sonra, 1373’de, şehir yeniden Türklerin eline geçmiştir. Şehrini kaybettiği yıl içerisinde Antalya’nın sahibi Teke Bey (Mübarizeddin Mehmed Bey) ile Karamanoğulları ve Hâmîdoğulları arasında varılan ittifak sonucu, üç müttefik Kıbrıs’a müşterek bir çıkartma yaptılar. Karpas burnunu almalarına rağmen, Antalya Beği Teke Beğ Mübarizeddîn Mehmed’in bu harekâtı başarısız oldu (1361). Bu harekâttan on üç, on dört yıl önce Kıbrıs’ın doğusundaki Asya devletlerini (bugünkü Ortadoğu’yu) kasıp kavuran veba hastalığından Kıbrıslılar da nasibini almış, bu büyük belâdan kaçıp kurtulmak isteyen yüksek tabaka ise, gemilerine binip gitmezden önce, adada hapis bulunan Türkleri, “Biz dönüp gelinceye kadar Kıbrıs’ı ele geçirmesinler!” diyerek, acımadan topyekûn öldürmüşlerdir. Rum ve Yunanlıların iftihar ettikleri bu vasıflar (!) onlara tarihî bir mirastır. Karamanoğulları’nın Memlûkler ile Osmanoğulları arasında sıkışmaları değişik siyasî oyunlara girmelerine sebep olmuş, bu vesileyle de Kıbrıs Krallığı ile dostane münasebetler kurup müttefik olmuşlardır.

Türk cihan devletinin inkişaf etmeye başladığı yıllarda, Yıldırım Bâyezid Han’ın Niğbolu’da haçlı ordularını imha etmesi üzerine, Memlûkler ile Osmanlı Devleti arasında uzun yıllar sürecek olan bir dostluk kuruldu. Yıllar sonra Mısır Sultanı Barsbay’nın Türk cihan devleti Hakanı II. Murad’ın tahta oturması münasebetiyle gönderdiği kıymetli hediyeler yüklü geminin, Kıbrıs hükûmeti tarafından zaptedilip yağmalanması üzerine, Memlûkler, 1424 yılında adaya savaş ilân edip gemilerle Limasol’u işgal, Mağosa’yı da kuşattılar. Kısa bir zaman sonra da Lefkoşe ve adanın geri kalan kısımları fethedildi. Kral Janus başta olmak üzere 3600 kişi esir edilip Kahire’ye götürüldüler. Kıbrıs vergiye bağlandı; tam doksan üç yıl Mısır’a ödenen vergi, Türk Cihan Devletinin büyük Hakanı Yavuz Sultan Selim Han’ın 1517 yılında, Mısır’ı fethetmesine kadar sürdü. Bu tarihten sonra ise, vergi hukuken Osmanlı Türk Cihan Devleti’ne devredilmiş oldu.

Memlûkler lehine vergiye bağlanan Kıbrıs’ın bu zaman içerisinde, yani 1489 yılında Venedik hâkimiyetine geçtiğini söylemeden de edemeyeceğiz. Katolik mezhebinden olan Venediklilerin, Rum ve Ortodoks mezhebine mensup halka kötü, âdeta köpek muamelesi yaptığı tarihçilerin üzerinde ittifak ettikleri bir hakikattir. Zaten yeşil adanın Türkler tarafından fethi esnasında, bu ezilmiş halkın Türkleri kurtarıcı olarak görmeleri boşuna değildi. Tam 403 yıl sonra yani, 1974 yılındaki Türk ordusunun icra ettiği “Barış Harekâtı” esnasında, Rumların göstermiş olduğu aynı sevinç ve memnuniyeti de gözlerimle görüp, şahit olmuşumdur.

Mısır’ın Hünkâr I. Selim tarafından cihan devletimize dahil edilip, Afrika kuzey sahillerinin de dünyanın gelip geçmiş en büyük Kaptanıderyası Barbaros ve kardeşlerinin eliyle derlenip devşirilmesiyle, cihanın en büyük devleti sıfatını kazanan Osmanlı Türk Devleti, Asya ve Afrika’daki sahillerinin emniyetini sağlamak, diğer bir ifadeyle Akdeniz’in huzur ve güvenini temin etmek için, vücudunda bir pıtrak dikeni gibi duran Kıbrıs adasının fethine karar verdi. Çünkü deniz kurdu Hayrettin Paşa’nın da dediği gibi: “Kıbrıs’a hâkim olan Akdeniz’e hâkim olmuş olur!” du.

II. Selim Han, daha şehzâdeliği zamanında Kıbrıs’ın fethini kafasına koymuştu. Bir düşünürün dediği gibi: “Dünya kabuk değiştireceği zaman, hâdiseler de kaçınılmaz olur!..” Kıbrıs’ın fethine dair fetvanın dayandığı zahirî sebeplerin başında, içinde Mısır defterdarımızın da bulunduğu gemimizin, Venedik idaresindeki Kıbrıslı korsanlar tarafından zaptedilmesi gelmektedir. Zaten benzeri bir hâdise de, kısa bir zaman önce vuku bulmuştu.

Donanmanın idaresiyle vazifelendirilen “Cerbe Kahramanı” Piyale Paşa, maiyetindeki Uluç (Kılıç) Ali Paşa, Barbaroszâde Hasan Paşa ve Murat Reis gibi meşhur deniz kurtlarıyla, Serdar Lâlâ Mustafa Paşa’nın emrindeki Türk Donanmay-ı Hûmâyunu, 15 Mayıs 1570 günü, bugün de tatbik edilmekte olan merasim ile beraber Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesi ziyaret edilerek, büyük bir ihtişamla Cihân Devletinin payitahtı İstanbul’dan ayrılmıştı. 60.000’i kara olmak üzere 100.000’den fazla asker ve 400 gemilik bir armada ile Kıbrıs üzerine yüründü. Bu muazzam deniz kuvvetinin azameti, Venedik gibi çok güçlü bir devletle boy ölçüşüleceğinin zorluğunu; aynı zamanda bununla birlikte Venedik’in haçlı taassubuyla istediği “imdat!”a koşabilecek devletlerin meydana getireceği çok büyük kuvvete işaretti. Nitekim İspanya ile Papalık başta olmak üzere Ceneviz ve Maltalıların oluşturduğu 200’den fazla kadırga, Türk gücüne karşı hazırlanıp harekete geçmişti bile. 1 Temmuz 1570 günü Limasol limanına demir atan Türk donanması, ertesi günü karaya leventleri çıkartıp ikinci günü Limasol’u, 9 Temmuz günü Girne, 9 Eylül’de de Lefkoşe, (Magosa Kalesi hariç) olmak üzere adanın bütününü fethetmişti. Magosa Kalesi, tarihçi Hammer’e göre 7000 asker ve 78 top ile korunup muhafaza ve müdafaa ediliyordu. Uzun süren Magosa kale kuşatması, 1 Ağustos 1571’de Venediklilerin teslimiyetiyle son bulmuştu. Kalede esir tutulan Türklerin, Venedikliler ile yapılan teslim şartnâmesine rağmen işkenceyle öldürülmeleri, başta Serdar Lâlâ Mustafa Paşa olmak üzere Türk harp erkânını çok müteessir ettiğinden dolayı, Magosa Kalesi Başkumandanı Bragadino ve Venedik kumandanları, ihanetlerine bedel olarak asılıp idam edildiler. Böylece bir yılı aşkın bir zaman süren fetih de tamamlanmış oldu. Lefkoşe’deki Ayasofya Kilisesi, fetih nişânesi ve zafer hâtırası olarak camiye dönüştürülerek 15 Eylül 1570’te, II. Selim Han adına hutbe okunup ilk cuma namazı da edâ edilmiştir. Fetihten sonra Kayseri, Konya özellikle Karaman, Antalya ve Mersin’den muhtelif Türk oymakları getirilerek adada iskân edilmiş, adanın o zamanki 120.000 olan nüfusu, üç misline, yani 360.000’e kadar çıkartılmıştır.

•••

İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan, Fransa, İtalya ve Rusya’nın bulunduğu devletler topluluğu, 31 Mart 1877’de, “Londra Protokolü”nü imzaladılar. Bu potokolle de, Türk Devleti’ni Balkanlarda “Islahât” yapmaya davet ederlerken, el altından da Osmanlı Türk Devleti’ne tabi prensliklerde -özellikle Rusya- huzursuzluğu körüklemekteydiler. Son olarak ahalisi gayri Türk ve Hristiyan olan Nikşik Kazası’nın Karadağ’a verilmesini isteyen Rus Çarı’nın bu isteğinin Sadr-ı âzam İbrahim Ethem Paşa tarafından reddedilmesi üzerine, 24 Nisan 1877 günü, Rus Çarı’nın “Harp Notası” hariciye nazırımız (dışişleri bakanı) Saffet Paşa’ya verildi. Rusya’daki büyükelçimiz olan istikbalin sadr-ı âzamı Tevfik Paşa sınırdışı edilerek o meş’ûm “93 Türk-Rus Harbi” de böylece başlamış oldu. İşte, Kıbrıs’ı İngilizlere geçici olarak kiraya vermemizin de ilk adımları böylece katıldı.

Balkanlarda Türk Devleti’ne bağlı bulunan Romanya’yı “müstakil devlet” oltasına takan moskof, Türk milletiyle hem Balkanlarda, hem de Kafkaslarda vuruşuyordu. Kafkas cephesinde Anadolu orduları Başkumandanı Müşir Katırcıoğlu Ahmet Muhtar Paşa’nın “Halyazı” ve “Zivin” meydan muharebeleri ile, Balkanlarda da Türkçü Süleyman Paşa’nın savaş azmi ve Osman Paşa’nın Plevne Zaferi (30 Temmuz 1877) Türklüğün şanını yüceltirken, diğer yandan da bu değerli Türk paşaları isimlerini altın harflerle Türk ve dünya tarihlerine yazdırmışlardır. Öyle ki, Rus Çarı Aleksandr; “Plevne önünde Hristiyanlık mahvoluyor!” demişti. Bizim ve bizden önceki nesillerin gıdası olan, fakat buna mukabil bugünkü Türk gençliğinin bilmediği “Plevne” veya “Gazi Osman Paşa Marşı” bu kahramanlık destanının ürünüdür. Bütün bu kahramanlıklarımıza rağmen cepheler birer birer terk edildi. Sırp ve Karadağlıların da isyanıyla moskof ordusu Çatalca’ya gelip dayanmış; Kızanlık, Yeni Zağra, Filibe ve Edirne düşmüş, Grandük Nikola umumî karargâhını Yeşilköy’de kurmuştu. Doğu cephemiz de aynı acı âkıbetin girdabına kapılmış; yiğidin harman olduğu aziz yurdumuzun Kars, Ardahan, Batum ve Erzurum toprakları Ruslara teslim edilmişti.

Büyük talihsizlikler içerisinde saltanat tahtına oturan II. Abdülhamid Han, İngiltere Kraliçesi Victoria’ya bir telgraf göndererek, harp taraftarı olmayan Rus çarından tavassutunu istedi. Grandük Nikola ile Namık ve Server Paşalarımızın arasında hazırlanıp imzalanan sulhe esas olacak olan “Edirne Mütarekesi”nin, daha sonra Türk Hükûmetince kabul edilmesi üzerine, tarihin “Ayastefanos Antlaşması” diye yazacağı çok ağır şartları haiz antlaşma, 3 Mart 1878’de, Hariciye Nazırımız Saffet Paşa ile Berlin Sefirimiz Sadullah Bey; Rusya adına da Nelidov ile İgnatiev tarafından imzalandı. imzalanan “Ayastefanos Antlaşması”na göre Tuna kaleleri tahrip edilerek; Kars, Ardahan, Batum, Doğu Bayezıd, Vidin, Rusçuk, Silistre ve Erzurum kaleleri boşaltılarak Ruslara teslim edilecek; 240 milyon Türk altını da savaş tazminatı olarak ödenecekti. Bu tazminatı ödemeye gücü olmayan Türkiye, tazminatın yarısına mukabil zikrettiğimiz serhad kalelerini, ebediyen moskofa terk edecekti. Hindistan ve Mısır yollarının kapandığını, moskofun “Deli Petro”sundan bu yana millî mesele hâline getirdiği “sıcak denizlere inme” emeline nail olmak üzere olduğunu gören tarihin emperyalist milletleri İngiltere, Almanya ve Fransa korkuya kapıldılar. Görünüşte Türk’ün sırtındaki yükü lehimize hafifletmek, ama asıl gayeleri çok farklı olan bu milletler, abanın altından Kırım Harbi’ni işaret eden bir blöfle, şimâl ayısını masaya oturtarak, 13 Temmuz 1878’de “Berlin Muâhedesi”ni imzalattılar. Hemen akabinde, İngiltere ağzındaki baklayı çıkartıp, bac istercesine Kıbrıs’ı istedi.

Adanın varidatından idarî masraflar çıktıktan sonra, kalan (ne kalacaksa?!) Türk Hükûmeti’ne verilecek; emlâk ve vakıf sahipleri Türklerde kalmak üzere, Kıbrıs’ın idaresi Kars ve Ardahan’ın Ruslar tarafından Türklere iade edileceği zamana kadar İngiltere’ye verilecekti. Kısaca bu bölgede Rus tehdidi ortadan kalkınca, emperyalist İngiliz de pılısını pırtısını toplayıp adadan çıkıp gidecekti.

Yukarıdaki hüküm I. Cihan Harbi’ne kadar sürdü; ancak ne var ki İngilizler sözlerinde durmadı; aksine âdeta sülük gibi yapışıp, hem adanın ekonomisini sömürdüler, hem de daha önemlisi Anadolu’nun iç yaylalarından göç ettirilerek yerleştirilmiş olan yörük ve Türkmen oymaklarını birer mankafa hâline getirdiler. Onları Asya ve Afrika’dan sürüp çıkaracak başımızda ne Mete Han, ne “Kurtbaşlı” Atillâ, ömrü ikindi güneşine benzeyen ne Yavuz Sultan Selim Han, ne de Timur vardı. Karaların ve denizlerin haşmetli imparatoru Kanunî öldükten sonra, Türkoğlunun başı daima bükük durmuş, onun: “Eğer istersen sulhü salâh, hazır ol cenge!” vasiyeti ihmal edilmiştir.

İngilizlerin sömürü idaresi Kıbrıs Türk’ünü fakir, Rumları da daha zengin kılmıştır. Bu durumu 1974 yılı Temmuz ayında yapmış olduğumuz “harekât” esnasında müşahede ettim. Türk evleri umumiyetle kerpiç, taş ve tuğladan tek katlı köy evleri gibi inşa edilmiş; İngiliz evleri ise, tam aksine birer “villa” gibi idi. Her şeye, ama her şeye rağmen aziz Kıbrıs Türkü, yıllardır İngiliz ve Rumlar tarafından ezilmişliğin, horlanmışlığın meydana getirdiği aksülamelle bizleri kucaklayıp bağırlarına basmak için kollarını uzattılar. O güne kadar söyleyip durdukları:

“Bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin?” şarkısına:

“Bu kadar yürekten çağırma beni,

Bir gece ansızın gelebilirim.

Beni bekliyorsan, uyumamışsan,

Sevinçten kapında ölebilirim.” diyerek denizden kollarımızı uzatmış, bu aziz Türk evlâtlarının, yani Kıbrıs’ın Girne’de uzanan ayaklarına kapanmıştık.

1974 yılı Temmuz ortasında meşru Cumhurbaşkanı Makarios’un EOK-B’ci Sampson tarafından devrilmesiyle başlatılan Türk soykırımını önlemek amacıyla çıkartma yapan Türk ordusunun uygulamış olduğu plân, hiç şüphesiz mükemmeldi. Siyasetin aklın önüne geçtiği devirlerde öyle yaralar açılmıştır ki, tedavisi çok uzun zaman almaktadır; tarih bunun misâlleriyle doludur. Harekât esnasında ve daha sonraları siyasetçiler tarafından dayatılan hatalardan birisi de böyledir. Bizim kanaatimiz, İkinci Barış Harekâtının neticesinde ulaşılan merhaleye, hiç ara verilmeden I. harekât sonunda ulaşılmalı idi. Bugün aradan 28 yıl gibi bir zaman geçmiştir; hâlâ Türkiye’nin haricinde hiçbir (hani, nerede şu Müslüman devletler?) devlet, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımamıştır; dahilî ve haricî politikamız böyle sürüp giderse tanıyacaklarını da sanmıyorum. Ve hâlâ, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, Avrupa devletlerinin cümlesi, her hususta Türk milletine ambargo koymaya devam etmektedirler. Yapılacak olan II. harekâtla da, adanın bütünü 1571 yılındaki durumuna kavuşturulmalı idi. Kısaca hançer kınında durmamalı, ama sapına kadar da oturmalı idi!.. Siyaset Türk askerinin giydiği zafer tacını yarım bıraktırdı. Ada üzerinde hiçbir hak ve hukuku olmayan İngiltere’yi, masaya davet eden korkak ve pısırık siyasî zihniyet, çeyrek asırdır sürüp gelen yaralı Kıbrıs meselesini milletlerarası arenaya attı. Türk kılıcının hakkını, haçlılar ne zaman bize masada iade ettiler? Acaba bir misâli var mı ki? Bilen varsa da söylesin!..

Kıbrıs Türkünün meselelerini ve dünya siyasetini çok, ama çok iyi bilen bir lideri, “Başbuğu” vardır.

Sayın Cumhurbaşkanımız Rauf Denktaş’ın, bu meseleyle ilgilenen iç ve dış siyasetin mimarlarının kafalarında dolaşan tilkilerin neler düşündüğünü bildiğine imanımız gibi inanıyoruz. Ne var ki, öyle zamanlar oldu ki müdahelelerden bıktı; iç ihanetlerden iğrendi. Bütün bunlara ve her türlü menfî hâdiselere rağmen, “O” büyük insan, tek ve yegâne düşüncesi olan “Türklük” aşkıyla yanmaya devam etmektedir, hattâ bu uğurda ölmesini de bilecektir. Biz de bir muharip gazi olarak, mücahid cumhurbaşkanımızın her zaman yanındayız.

Nihad Sâmi Banarlı merhum, Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri’nden anlatır:

“Bir Türk kızı, Kıbrıs’ta Değirmenlik Pınarında, eğilmiş su içerken, suyun toprak içindeki tabiî oluğundan bir gümüş tas fırlamış. Düşünenler: “Bu tas, Kıbrıs’ın bu en yüce dağındaki pınara nereden, ondan da yüce hangi dağlardan sızan sularla geldi?” demişler. Sonra öğrenmişler ki, Anadolu’da Toros sularında yıkanan başka bir Türk güzeli, elindeki gümüş tası, bir Toros seline kaptırmış, tas, selin toprak altında hattâ deniz altında yürüyen bir koluyla süzülerek Kıbrıs’a varmış.”

Barış Harekâtının akabinde, Yılmazköy’de, kiliseye varmadan sağ kol üzerinde bulunan sokak içindeki bir evin duvarına, o anda bulmuş olduğum sipral boya ile, Namık Kemal’in şu:

“Merkez-i hâke atsalar da bizi, küre-i arzı patlatır çıkarız!” sözünü yazmıştım. Kan, yine o kandır.
 

Orkun'dan Seçmeler