Milletlerin târihinde, bâzı isimler projektör vazîfesi görür. “Yavuz Sultan Selîm” için – ileriki asırlara gönderdiği ışık huzmeleri hesâba katıldığında – daha büyük mikyasta ve projektöre çok yukarılardan bakan aydınlatma tâbirleri kullanmak lâzım. Onun, Türk milleti indinde taşıması lâzım gelen daha yığınla rütbesi, unvânı bulunmalıdır. Çünkü, dar çerçevede Osmanlı ve bir adım ötesindeki umûmî Türk târihlerinin değil; en geniş dâireye yerleştirilecek Dünyâ târihinin, Yavuz Sultan Selîm’le bir arada düşünülüp açıklanacak “Türk ve Türklük” bahisleri vardır.
Klâsik bakış açısına göre, Osmanlı Devleti’inin iki kurucusundan söz edilir. Biri, elbette Osman Gâzî olan bu iki devlet bânîsinden ikincisi, Çelebî Sultan Mehmed’dir. Fetret Devri’nin, o, kaosdan beter hây u hûyuna nokta koyan “Yeşil Türbe Sâkini” hükümdârımız, üstlendiği misyonun hak ettirdiği devlet kuruculuğunda, ikincidir ama, sonuncu değildir. Osmanlı nizâmının ve sosyal çatısının üçüncü bir müessisi daha vardır ki, ona; “Sultan Selîm Hân-ı Evvel”le başlayıp, “Halîfe-i Rûy-ı Zemîn”le devâm eden ve hepsi de Dünyâ’yı kendine râm edici kudret renkleri taşıyan sıfatlar lâyık görülmüştür.
Sultan Bâyezîd-i Velî devri, başlangıcında Cem Sultan’la kardeş kavgasına, bitiş döneminde de Şâh İsmâil anarşisine fedâ edilen yıllar demektir. Fakat, bu zaman açıklaması, öyle sâde bir cümleye havâle edilecek kadar basit ve ağrısız, sızısız olsaydı, Yavuz Sultan Selîm’in hissesine çok daha başka târihî roller düşerdi.
Bilhassa 1509-1512 arasında çığırından çıkan Safevî propagandası ve Osmanlı zâfiyeti, Fetret Devri’ndekine benzeyen kara bulutları memleketimizin üstünde dolaştırmaya başlamış, insanımızın ve vatanımızın yarınlarına ipotek koymaya iyice niyetlenmişti. Şâh İsmâil’in, Antalya gibi, kendi pây-ı tahtına epeyi uzak mesâfedeki bir huzûrlu yörede çıkardığı kargaşa; kendine “Şâhkulu” diyen ve dedirten fırsat kollayıcısının sebep olduğu bir dizi isyân yeltenişi, “Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini” sorusunu semâmıza duman duman savuruyordu.
Kütahya’da, adıyla anılan câmi beş yüz yıldır ibâdet ve duâya mekân olan Karagöz Ahmed Paşa’nın, vahşet içre bir âkıbetle şehîd edilişi, Şâhkulu sergerdesinin ve tabiî onun arkasındaki esas güç kaynağı Şâh İsmâil’in, zafer sarhoşluğuna alt yapı hazırlıyordu. O vaktin içine sığdırılması gereken devlet tedbirlerini, herkes kendi gücü nisbetinde ortaya koymaya çalışıyorduysa da, bilhassa Sultan Bâyezîd’in oğulları arasında, daha babaları hayattayken başlayan saltanat kavgası, devletin içine düşürüldüğü bâdirenin ciddiyetini bir hayli nâzik noktalara taşıyordu.
Şurasını, ısrarla ve altını çizerek ifâde etmekte fayda var: Sultan Bâyezîd-i Velî’nin son saltanat yılları, merkezî otoritenin iyice zaafa uğradığı, dal-budak salan anarşi ve bulanıklığa karşı, beklenen devlet tedbirlerinin alınmadığı; bu yüzden de “tamam mı, devâm mı?” sorusunun en hayâtî şekilde sorulduğu bir zaman dilimidir. Yavuz Sultan Selîm Hân icraatının, bâzı mahfillerde pek haksız tarzda – gûyâ – tenkîd masasına yatırılıp, onun, şedîd mizâcından hesap sorulmaya kalkışılması, 1512 ve hemen öncesine dâir mâlûmât kıtlığındandır.
Artı ve eksi kutupların birbirlerine karşı duruşlarını değiştirmek, nasıl fizik kaanunlarına uymaz ve teklif edilemezse, târihî hâdiselerin yerleri de aynı şekilde, bulundukları vaktin şart ve muhîti içinde değerlendirilmelidir. Sultan Bâyezîd-i Sânî’nin aksülameli, Sultan Selîm-i Evvel’dir. Bunu, Türk Devlet’ine ömür takdîr eden bir mantıkla değil; en kısa yoldan, târih ilminin kıstaslarını kullanarak anlamak ve ifâde etmek lâzımdır.
Siyahın beyaza, gündüzün geceye nisbeti gibi, “kurma ve kurtarma”nın da “yıkma”ya bakışı, varoluş sebebiyle aynı adresi paylaşır. Uzaklara giden otorite, geri geldiğinde, tabiatı îcâbı haşin ve de şedîd olacaktır. Değilse, ortadaki bulanık suyu nasıl arıtıp berrak hâle getireceksiniz?
Güneş’in ışıkları altında kurulmuş bütün devletlerin, belli zamanlarda Yavuz Sultan Selîm markalı iktidâr gücüne ihtiyaçları olmuştur. Hattâ, aynı devletin ömür defterindeki mükerrer sayfalarda, bu ihtiyaç tekrarlanabilir. Bizim Sultan Dördüncü Murâd tecrübemiz, bunun en karakteristik misâllerindendir.
Milenyum yılları diye kapıp koyverdiğimiz dışı cilâlı, içi kof devirde; ortada şirâzesi falan kalmayan cemiyetin, gündelik basit hayâtında dikiş tutturamadığı herkesin mâlûmu iken; arkasına o cemiyeti alan devletin, ayakta, dik durabilmesi mümkün mü? Artık serî haber hâlindeki intihar bültenlerine çadır kuran rûh dinginliği, millet gibi, devlet gibi sosyal yücelişlere kapılarını çoktan kapatmış görünüyor.
Şâh İsmâil’in unvânından kinâye, daha şehzâdeliğinde Selîm Şâh diye millet muhâyyilesinin er meydânına yerleştirilen Sultan Selîm; babası, kardeşleri ve bildik, tanıdık devlet ricâli tavırları arasında belli bir prosedürden geçirilmesi îcâb eden “taht”a çıkma vâkıâsında, haddinden fazla vakit kaybettiğinin farkındadır. Bütün saltanatında, tekmil icraatın âcil sıfatlarla îfâsı; diğer şahsî ve irsî sebeplerle berâber, en çok devlet gemisini muhâfazalı bir limana çekme düşüncesindendir.
Tamâmı sekiz sene süren Yavuz Selîm Devri’nin; siyâsî, târihî, sosyal vb. pek çok başlık altında tahlîli yapılmıştır. Ancak, bu değerlendirme cümle ve paragraflarının neredeyse hepsinde, ihmâl edilen mühim bir husus vardır. O da, Yavuz’un şehzâdelik döneminin ya hiç kaale alınmayışı, yâhut geçiştirilmesidir. Hâlbuki, Sultan Selîm’in, o, sekiz seneye asırlık icraat sığdırmasında en yüklü pay, pek bereketli ve semereli şehzâdelik devresinde, sancağa çıktığı yerlerdeki ses getiren adımlarındadır.
Sultan Bâyezîd, irâdesi dışında gelişen hâdiselerin getirdiği noktada, devlet gemisinin başına oğlu Selîm’i geçirdi. Bâyezîd’den sâdır olan bu görünüşdeki hâkân rızâsı, dedesinin babası lehine tahttan ferâgat edişindeki cemîle ve hikmetten oldukça uzaktı. Zîrâ, Selîm’in saltanat makâmına yönelen azmi ve arkasına aldığı rüzgâr, Bâyezîd-i Velî’ye bir başka tercih hakkı tanımıyordu. Sultan İkinci Murâd’ın, Segedin Andlaşması’nı tâkib eden günlerde Manisa’daki Şehzâde Mehmed’le yaptığı becâyiş; oğlunun mürüvvetini Dünyâ gözüyle görmek isteyen bir hükümdâr babanın, gurûr tarafı ağır basan sevgi molasıdır.
Târihî gelişmeler hakkında, ilim disiplini dışına çıkılarak ortaya konacak birtakım nazariye ve faraziyelerin hiçbir kıymeti yoktur. Bâzen, “öyle olmasaydı da, şöyle olsaydı…” diye açılan tahmin ve temennî paragraflarında, akan târih suyunun mecrâsını değiştirme denemelerine girişilir. Yavuz Sultan Selîm Hân için de benzer cümleler, çok fazla kurulmuştur. Elbette, insan denilen varlığın, târih üzerinde de tasarruf hakları vardır. Buna, kimse karşı çıkamaz. Hele, bir de bahsettiğiniz şahıs Yavuz âyârında bir mâdeni parlatıyorsa, söze hudud çizmek müşkil hâle geliyor.
Şâyet, Sultan Selîm bir müddet daha hayatta kalabilseydi, Dünyâ’nın bugünkü görünen ve görünmeyenleri çok farklı olurdu. Buna, kimsenin itirâz ettiği yok zâten ama, aczimizin fotoğrafında, Yavuz’un ömrüne sâlise ilâve edemeyişimiz çerçevelenmiş. Aynı “şâyet”li söz kalıplarını artıdan eksiye, aşağıdan yukarıya doğru, istediğiniz sayıda çoğaltabilirsiniz. Fakat, neticeyi değiştiremeyen bu tarz dertleşmelerin, târihî hakîkatlere duyulan hürmeti arttırdığı söylenebilir.
Kaanûnî Devri’nin ilk on yılına sığdırılan ve Avrupa arâzisinde kazanılan serî zaferlere Yavuz Sultan Selîm’in tuğrası basılabilseydi, Sultan Süleymân’ı Don-Volga, hattâ daha ilerideki Türklük coğrafyasında düğüm çözerken görebilirdik. Kezâ, Fâtih Sultan Mehmed, bizim çok erken bulduğumuz bir yaşda ebedî âleme gitmeseydi, Yavuz ve Kaanûnî için ne kadar değişik bir vazîfe listesi çıkardı? Her şeyden önce, İtalya’nın fethini gören Bâyezîd’le Cem, bir trajediye kahraman olmaktan kendilerini alıkoyarlardı.
İşte, “şâyet”lere prim vermeyen târih, beğensek de, beğenmesek de kendi hükmünü yürütüyor. Önemli olan, geçmişe bakarak geleceği plânlayabilmektir. Hatâların, sevapların dökümü, târihe malzeme olan hâdiseleri sistemli bir şekilde dosyalayabilmekle mümkün. Milletlerin hâfızası, şahsî renklere pek fazla itibâr etmiyor. Orada revaçda olan, daha ziyâde mâşerî edâ ve titreyişler.