Ana Sayfa 1998-2012 Savaşın ayak sesleri

Savaşın ayak sesleri

ORTADOĞU’ya yerleşmek isteyen ABD nasıl bahane üreterek Irak’a saldırıyorsa, Osmanlı Devleti’ni paylaşarak Türkleri ortadan kaldırmak isteyen Düvel-i Muazzama “Türklerin medenî kabiliyet ve istidattan mahrum olduğunu, aşağı sınıftan bir insan olduklarını, atlarının ayak bastığı yerlerde ot bitmeyeceğini; uygarlık düşmanı, kötülük kaynağı oldukları için medeni milletler arasında yerlerinin olmadığını, kendilerini düzenleyecek ve yenileyecek kapasitelerinin olmadığını ve siyasî karışıklıklarla Avrupa’nın huzurunu kaçındıkları için Avrupa’dan ve Anadolu’dan kovulmalarının hattâ yeryüzünden kaldırılmalarının gerektiğini”öne sürmüşlerdir. 1815 Viyana Kongresi’nde siyasî literatüre sokulan “Şark Meselesi”nin iddiaları bunlar olmuştur.(1)

Öyle ki bu fikir uzun yıllar Batı’nın Türklere bakış açısını teşkil etmiştir. Sonradan başvekil olan Gladstone, 1876’da şu kin taşıyan sözleri sarf etmiştir: “Türklerin, dünya yüzünden kötülüklerini kaldırmanın bir tek yolu vardır, o da kendi vücutlarını dünya yüzünden kaldırmak..”(2)

Türk coğrafyası üzerindeki tarihî iddialar ise “Türklerin bulunduğu yerlerin kendilerine ait olmadığı, bu topraklarda, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların hattâ daha sonraları Almanların ve Yunanlıların, Ermenilerin, Gürcülerin, Kürtlerin, Arapların hakları olduğu, Türklerin buralardan sürülmelerinin, yok edilmelerinin gerektiği” şeklindedir.

Osmanlı’yı parçalanmaya götüren senaryoyu izlediğinizde bu gün aynı senaryonun, şaşırtıcı bir benzerlikle, hem de aynı metotlarla uygulandığını görüyorsunuz. Ulusal bir hafızaya sahip bulunmadığımız, Tanzimat kafası ve ruhuna sahip siyasîlerce yönetildiğimiz için Türkiye parçalanma yolunda hızla ilerliyor.

E. Leon tarihi tarif ederken “Geleceğin hayâllerinin geçmişe karşı gelmek istedikleri zaman bile kendi unsurları içinde, ona bağlı bulunduğundan” bahseder. Gerçekten de tarihi bilmeden bugünü anlamak mümkün değildir. Tarih geçmişten geleceğe bir köprü, geçmişten geleceğe yansıyan bir aynadır. Milletleri tanımanın ve ne yapacaklarını bilmenin yolu tarih bilmekle mümkün olur. Tarih bir milletin hâfızasıdır. Tarihini bilmeyen milletlerin başarılı olması ve başarılı politikalar meydana getirmesi mümkün değildir.

Regis Debray “Tarih kılık değiştirerek ilerler; bir önceki perdenin maskesini takarak sahneye çıkar ve biz oyunun anlamını kavramakta güçlük çekeriz…Oyun çok, sahneler değişik, aktörler gani olduğuna göre, “maske”leri iyi tanımaktan başka yapacak şey kalmıyor.”(3) diyor.

Tarihi incelediğimizde verdiğimiz her tavizin, yaptığımız her hatanın muhtemel bir savaşın habercisi olduğunu görüyoruz.

Meselâ hâlen “Türkiye, Kıbrıs’ın kendisinden önce Avrupa Birliği’ne üye kabul edilmesine itiraz etmeliydi, buna hukuken hakkı var” diyenlerimiz görülüyor.

Gerçekten de 11 şubat 1959’da Zürih, 19 Şubat 1959’da Londra antlaşmaları neticesinde Büyük Britanya Birleşik Krallığı ve Kuzey İrlanda Başbakanı, Yunanistan Krallığı Başbakanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Kıbrıs Rum ve Türk toplumlarının temsilcileri, Kıbrıs sorununun nihaî hal şekli için üzerinde anlaşmaya varmış, Harold Mac Millan, Karamanlis ve Adnan Menderes tarafından 19 Şubat 1959 tarihinde Londra’da imzalanan muhtırada “Madde – Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasî veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder.(4)” denmektedir.

Görüldüğü gibi Kıbrıs’ın Türkiye evet demeden AB’ye girmesi mümkün değil. Oysa, Türkiye, bu konudaki haklarından, 1999’da Helsinki Zirvesi sırasında Kıbrıs’ın A.B.’ye katılmasına onay vererek vazgeçti!!!

Kıbrıslı Rumların Türklerden ayrı AB üyesi olabilmelerinin yolunu Ecevit, Bahçeli, Yılmaz üçlüsünün bulunduğu koalisyon hükûmeti açtı ve Annan Plânı’nın temelini, Türkiye’nin 1999’da verdiği taviz teşkil ediyor.

Helsinki’de toplanan Avrupalı liderler, daha önce “Aday olamaz” dedikleri Türkiye’yi yeniden davet ederken, altına imza konacak metne, “Kıbrıs’ın birleşmeksizin de üye olabileceği” kaydını yerleştirdiler. Bu verilen ödün sayesinde Başbakan Bülent Ecevit, yanında bakanlar olduğu hâlde, Helsinki’ye gitti ve “Aile fotoğrafı” içinde poz verdi…

Ecevit hükûmeti bu tavizleri vermeseydi şimdi sırtımızda Annan plânı hançeri olmayacak Kıbrıs’ta bu kargaşaları da yaşamayacaktık.

Görüldüğü gibi verilen her taviz yaklaşan bir savaşın Ayak sesleridir.

Ham bir hayâl uğruna Kıbrıs’ta bizi A.B. ile karşı karşıya getirerek yaşanması muhtemel büyük felâketlerin yolunu açanlar şimdi Kıbrıs mitingleri yapıyor, Denktaş’ı ziyarete gidiyorlar.

Yeni gelenler de Batı ne isterse verip kurtulma peşinde.

Osmanlı da böyle yıkıldı!

Mahmut Şevket Paşa da Hatıratında: “11 Mart 1913 Salı günü öğleyin Harbiye Nezareti’nden Bâbıâli’ye geldim. Kabine toplantısında İngilizlerin Kuveyt’ten başka Katar’a da tasallut ettikleri meselesi görüşüldü. …Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilâf çıkaramazdık. Bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi bir istifademiz olabilirdi? Kuveyt ve Katar’ı İngiltere’ye bırakmaya ve zengin Irak vilâyetlerimizle uğraşmaya karar verdim.”(5) Diyerek Kuveyt ve Katar gibi “iki lüzumsuz kara parçasını” İngiltere’ye verivermişti..

Her verilen tavizde rahmetli aile büyüklerimin Çanakkale’den Sakarya’ya kadar anlattıkları onlarca hâdise gözümün önünde canlanıyor. 18 ve 19. yüzyıllarda başlayan vere vere idare etmenin neticesini 1. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında milletçe en acı biçimde idrak ettik.

1. Dünya Savaşı’na girildiği yıllarda Anadolu ve Rumeli’de bu günkü sınırlar içerisinde yaşayan nüfusumuz 12 milyon civarındaydı. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu rakam 7 milyona indi. Bu nüfusu da meydana getirenler genelde yaşlılar, çocuklar, kadınlar ve sakatlardı.

1905-1918 yılları arasında sadece Yemen’de kaybedilen asker sayımız resmî rakamlarla 1,5 milyonun üzerindeydi. Bu rakama Arap yarımadasında, Suriye’de Irak’ta ve diğer Arap topraklarında karınlarında altın aranan ve Arap çeteleri tarafından kalleşçe arkadan hançerlenerek şehit edilen Mehmetçikler dahil değildir. Atatürk’ü eleştiren yazılarıyla tanınan “Bozkurt” yazarı H.C. Armstrong “Türkiye Nasıl Doğdu” isimli kitabının esaret yıllarında geçen bölümünde Arapların Türklere karşı takınılan tavırları ve yapılan eylemleri şöyle anlatır: “Ara sıra Türk askerleri geçiyor ve Bağdat’a gidiyorlardı. Araplar bunlara dikkat ediyor ve fırsat buldukça onları öldürüyor veya soyuyorlardı. Bunun için yolda bir çok Türk askerinin cesedine rast gelmiştik. Bunlar yol üzerinde boğazı kesik bırakılmışlardı. Bu zavallıları Anadolu’daki karıları hevesle bekliyor, onlardan bir haber almak için çırpınıyorlardı. Kendilerine az yemek verilen, kötü yönetilen, perişan elbiseler giydirilen Türk askerlerinin serbestliği, bizim esaretimiz derecesinde kötüydü”(6) diyordu.

“Zeytin dağı”nı okurken Birinci Dünya Savaşı bitiminde yaşlı bir Türk anasının tren garında sağa sola koştururken yürekten gelen feryadını bütün ruhunuzda hissedersiniz. “Ahmedimi gördünüz mü? Ahmedimi gördünüz mü?”

Mekke ve Medine’yi, Bağdat’ı Kudüs’ü, Şam’ı, Lübnan’ı, Beyrut’u ve Haleb’i, geride bırakarak gelenlerden Falih Rıfkı’nın sözleri daha acıdır: “Hayır, Ahmedini görmedik. Hiç kimse görmedi. Çünkü biz Ahmedini kumarda kaybettik.”(7)

Ne yazık ki Atatürk öldüğü gün başlayan vere vere idare etme politikası Türkiye’yi 200 milyar dolar borç ve Türklük şuurundan yoksun “Gaflet ve dalâlet hattâ hıyanet içerisinde bulunan”ların(8) çözemeyeceği devâsâ meselelerle karşı karşıya bıraktı.

Birileri sizin olan egemenlik hakkını AB veya benzeri kuruluşlara peşkeş çekmek için el etek öpüyor, daha şimdiden tütününüzü istediğiniz kadar ekemiyor, fındığınızı veya pancarınızı ne kadar ekeceğinize başkaları karar veriyorsa, köylünün geçim kaynağı ve üretimin can damarları yasa ile tahdit edilmiş, üreticiyi desteklemeniz yasaklanmış, 80 yılda meydana getirebildiğiniz fabrikalarınız, bankalarınız, küçük veya büyük ölçekli işletmeleriniz ve sermayeniz birer birer elinizden alınıyorsa, AB ve IMF ve diğer güç odaklarına teslim olmuşsanız, Batılı ülkeler standardında koruma duvarlarına sahip değilseniz, Karen Fogg’ların paraları ile kendi öz kardeşleriniz tarafından Türkiye aleyhine mitingler düzenlenir hâle gelmiş, emperyalist odaklar gözünüze kurşun sıkacak kadar cesaretlenmişse, Türk Analarının “Ahmedi mi gördünüz mü” diye tren istasyonlarında feryat edeceği günler uzak değildir.

DİPNOTLARI

1. Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, Atatürk ve Tarih, Belleten, Ekim 1971, Cilt XXXV, Sayı 140, s. 537.

2. Bekir Sıtkı Baykal, Atatürk Önderliğinde (RCD) Semineri Tebliğleri 9-11 Kasım 1967, Ankara 1972, s. 97.

3. Uygur Kocabaşoğlu, Anadolu’daki Amerika, İmge Kitabevi, Ağustos 2000, s. 213.

4. İsmail Bozkurt, Akdeniz Üniversitesi Lozan Araştırmaları Muha. Md., “Kıbrıs’ın Tarihine Kısa bir bakış”, İ. K. Ülger E. Efegil, Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meselesi, 2. baskı, Mart 2002, s. 10-12, 306, 312

5. Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın Günlüğü, Arba Yayınları. İstanbul Kasım 1988, s. 45.

6. H. C. Armstrong, Türkiye Nasıl Doğdu?, Arma Yay. İstanbul Temmuz 1997, s. 13-14.

7. Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, İstanbul 1957, s. 117-121.

8. Büyük Önder’in Gençliğe Hitabesini iyi okuyunuz.
 

Orkun'dan Seçmeler