Günümüze intikal eden bilgilere göre, adına savaş denilen çatışmaların ilki Truva Savaşı’dır. Truva Savaşı, gerçek bir savaş mıdır yoksa mitolojik bir anlatım mıdır? Bilinmiyor.
İster Homeros’un İlyada’sında sayfalara dökülen bir mitoloji olsun, ister gerçek… İnsanlık, savaş kavramını Truva ile öğrendi.
İmzalanabilir mi? Açık ifadesiyle savaşlar önlenebilir mi?
Bu soruya evet demek zor. Fakat imkânsız da denilemez. Zoru kolaylaştırmak, dünya insanlığının elinde.
Eski savaşlar, daha mertçe yapılıyordu. Köroğlu’nun ifadesiyle: Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu. Bozulmalar, Köroğlu’ndan sonra da devam etti. Uzun yıllar soğuk savaş kavramı geçerli oldu. Soğuk savaşlar hâlâ devam ediyor. Günümüzde ise savaşlar, terör ve sabotaj hareketleri şeklinde gerçekleştiriliyor
Dünya tarihinin son yüz senelik zaman dilimi hatırlanırsa, savaşların giderek azaldığı görülür. Yaklaşık 80 yıl geçmişi olan Türkiye’nin giriştiği son savaş, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıdır. Ülke dışında, kısa süreli müdahale idi. Şüphesiz ordumuzun PKK ile mücadelesi, adı konulmamış bir savaştı. Savaşın, o bozulmuş, yozlaşmış şekli.
Bugünkü savaşlara: Doğu-Batı çarpışması, Müslüman-Hristiyan mücadelesi veya Medeniyetler Çatışması deniliyor. Bu tanımlamaların hiçbir doğru değil.
Truva Savaşı sırasında doğu-batı, Müslüman-Hristiyan yoktu. Bugünkü savaşlar da, (bir-iki istisnası ile) aynı medeniyetlere sahip, aynı veya çok yakın etnik gruplara mensup topluluklar arasında yaşanıyor. İran ve Irak, Irak ve Kuveyt, kendi aralarında savaşan Müslüman ülkeler. Yakın zamanlarda Balkanlarda yaşanan savaşlar da aynı medeniyetin, aynı etnik kökenin insanları arasında oldu. Kuzey İrlanda’daki, Tâliban hâkimiyeti kuruluncaya kadar ve hattâ sonrasında, Afganistan’da savaşın taraflarını hatırlayınız… Hiçbiri, medeniyetler çatışması değil.
Öyle olsa bile, medeniyetler, ideolojiler masumdur. Suçlu olan, o ideo lojileri temsil eden insanlardır. İnsanlar; menfaatler peşinde koşuyorlar, ekonomik gücün paylaşımında haksızlıklara yol açıyorlar ve çoğu zaman fazlasını ben alacağım düşüncesi ile hareket ediyorlar.
YÜKSELEN DEĞERLER
Tarihin akışını takip ederek günümüz dünyasına baktığımızda, insanların yükselen yeni değerlerini görüyoruz. Yeni değerlerle, globalleşme yolunda yeni açılımlar kazanılıyor. Globalleşme kavramını, millî kimlikten sıyrılmak olarak tanımlanmayıp, ekonomik ve müşterek savunma, âdil paylaşım gibi kavramlarla özdeşleştirmek mümkün. Kimi kesimlerin lokal dedikleri millî değerler temel kabul edilerek globalleşmek de mümkün. Böylece glokal denilebilecek yeni bir kavram oluşuyor. Glokal değerler, savaşları önleyebilecek uygun bir zemin olarak düşünülebilir.
Glokal zeminde birleşmeyi mümkün kılan unsurlar, arayanlar için kolayca bulunabilir. Milletler, kendilerini yönetenlerden, huzur ve güven ortamı ile daha fazla refah istiyorlar. Bu unsurları savaşarak elde etmek mümkün değil. Anlaşarak… belki. Amaca ulaşmak için daha başka yollar da araştırılabilir. Yirminci yüzyılın ideolojiler çatışması olarak yaşanmış olması; yirmi birinci yüzyılın medeniyetler diyalogu olarak yaşanmasına engel değil. Diyalogun sonunda sağlanacak medeniyetler arası uzlaşma, sonuçta kültürler arası uzlaşmaya dönüşebilir. Kültürlerin biribirlerini yok etme savaşlarındansa, biribirleriyle uzlaşmaları çok daha kolay ve acısız gerçekleşir.
Bu mümkün mü?
Kültürlerin temelinde din var. Araştırıldığında, farklı dinler arasında, ayrılıklardan ve aykırılıklardan çok, benzerlikler ve yakınlaşmalar olduğu görülür. İşte bu iç yakınlaşma üzerinde durulursa, medeniyetler, kültürler ve dinler arası uzlaşma rahatlıkla sağlanabilir. İnsanlığın selâmeti buradadır.
İç yakınlaşmayı mümkün kılan kaynaklar ve sebepler, sanıldığından çoktur. Bütün dinler, insanların huzurunun ve mutluluğunun sağlanmasına yönelik öğütler verirler.
Dünya nimetleri, bütün insanlığa yetecek zenginliktedir. Dağılımdaki dengesizlikler, uygun bir seviyeye indirildiğinde ve herkes payına düşenle yetindiğinde veya hak ettiği kadarını almaya razı olduğunda savaşlar ortadan kalkar.
TÜRKLER ÖRNEK MİLLET
Kendi değerlerine saygılı olunmasını isteyenler, düşman bile olsalar, karşısındakilerin özdeğerlerine, mukaddeslerine saygılı olmak mecburiyetindedirler. Herkes bilir: Fikirlere karşı haksızlık yapmak, insanlara karşı haksızlık yapmaktan daha kolaydır.
Tarih boyunca Türkler özellikle İslâmiyet ile şereflendikten sonra, karşı değerlere daima saygılı olmuşlardır. Fethettikleri ve uzun yıllar hâkimiyetleri altında bulundurdukları topraklarda, mahallî kültürlere, o kültürlerin eserlerine ve dinî inançlara ilişmemişlerdir. Âyet-i Kerime’de meâlen: “Ey ehl-i Kitap! gelin, aramızda müşterek olan bir noktada buluşalım.” buyuruluyor.
İslâm, bütünü ile barışı emretmektedir. Türkler; savaşan, ülkeler fetheden bir karaktere sahip olmakla birlikte bu emre daima uymuşlardır. Savaşlar, barış yollarının işlemez duruma geldiği zamanlarda, son çare olarak başvurulan çözümler olmuştur.
İstanbul, Türklerin eline geçtikten sonra, medeniyetlerin kucaklaştığı bir belde oldu. Şehir, Osmanlı’nın hâkimiyetine girdikten bu yana, İslâm dışı dinlere ait tek bir ibadet yeri kapatılmamış, tahrip edilmemiştir. En medenî olduğunu iddia eden insanların yaşadığı diyarlarda, İslâm’a ait mekânlara neler yapıldığı, sadece bizim değil, dünyanın malûmudur.
CEHALET VE KASIT
İnsanlığa düşen görev; farklılıkları ortaya koymak değil, beraberlikleri bulmak ve tanıtmaktır. Toplumlar arası barışın tesisi için tanımak ilk şarttır. Tanımak yerine kavga etmeyi tercih edenler, cehaletin kolaylığına sapıyorlar. Tanımak, az da olsa gayret gerektirir. Reddetmek, dışlamak hiçbir bilgi ve çaba gerektirmez. Kendisinden ve kendisi gibi olmayanları tanımak istemeyenler, tanıdıkları takdirde, eski iddialarından vaz geçmek mecburiyetinde kalmaktan korkuyorlar. Geçmişte söylediklerini inkâr etmek, kolay bir iş değil.
İnsanlık, bu zorlukları aşacak. Aşmak mecburiyetinde. Yirmi birinci yüzyılda, kültürel dayatmacı yaklaşımların geride kalması gerektiği kanaati yaygınlaşıyor. Çünkü dünya, giderek milletlerarası iktisadî baskıların kuşatması içerisine giriyor. Ülkeler, ekonomi açısından güçlendikçe hem daha bağımsız oluyorlar hem de savaş tehlikesinden uzaklaşıyorlar. Amerika, dayatmacı bir düşünce ile dünya jandarmalığına heveslenmeseydi veya görev olarak üstlendiği işi, kırıp-dökmeden, haksızlıklara yol açmadan yürütebilseydi, 11 Eylül’deki terör felâketi ile karşılaşmazdı.
Her önemli olaydan sonra “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” deniliyor. Bu söylem çok belirsiz. Cümlede, daha kötüsü olmaz garantisi yok. Fakat dünya tarihinin gördüğü en büyük terör olayı, gerçekten milât olmaya adaydır. Çünkü tarih, tekrarlansın diye yaşanan bir olgu değil, ders almak içindir. Pek çok ülke o dersi almıştır. Akıl ve mantık bunu gerektiriyor. Tüm insanlık o dersin olumlu sonuçlarından yararlanacaktır.
SONUÇ
Aynı etnik kökten gelen, aynı kültüre mensup insanların bile (istisnalar hariç) bir fikir üzerinde mutlak mutabakatı mümkün olamıyor. Farklı kültürlerdeki insanların mutabakatı aranmamalı. Farklılıkların önlenmesi de düşünülmemeli. Çünkü farklı ideolojilerin birleşmesi mümkündür de, birleşen ve tek olan ideolojilerin karşıtlarının doğmasını önlemek mümkün değildir. Bir ideoloji, ancak karşıtları sayesinde diriliğini korur ve gelişir. Gelişemeyen fikirler ise, durağan cisimler gibi erirler. Farklılıklar eşelenmez ise, huzur kendiliğinden gelir. İdeolojiler arasındaki çatışmalar önlenemez. Hedef; çatışmaların çarpışmaya, soğuk ve sıcak savaşa dönüşmesini önlemektir.
Savaşlar azalıyor. Yirmi birinci yüzyıl bitmeden savaşları bitirmek, insanlığın elinde.



