14 Haziran 1905 günü, Karadeniz’deki Rus donanmasına mensup Potemkin zırhlısında, “ Kurtlu et yemek istemiyoruz! “ diyen subay ve askerler isyân etmiş, bu hâdise Türk sularında da bir takım tedbirler alınmasına sebep olmuştu.
Rus isyan fotoğrafında öne çıkan husus, kurtlu et değildir. Her ne kadar isyânın sebebi, böyle bir et târifine bağlanmış ise de, bunun yerine pekâlâ başka mahrûmiyet cümleleri de geçebilirdi.
1905’de Rusya, Japonya ile savaş hâlindedir ve 1917’deki Bolşevik İhtilâli’nin alt yapısı, yavaş yavaş teşekkül etmek üzeredir. Zirâî istihsâlin iyice düştüğü, kıtlık noktasına her gün biraz daha yaklaşıldığı bir zamanda, belki kurtlu eti bulmak da saadetten sayılabilirdi.
1877 yılında 93 Harbi ile başlayan ve 1922’ye kadar, çok kısa fâsılalarla devâm eden savaşlı yıllarda; Türk askerinin cephede, sivil halkın da cephe gerisinde yediklerine, içtiklerine bakarsanız, Potemkin mürettebâtının bulup da bunadığı kanaatine, kolayca varırsınız.
Yokluk ve kıtlık karşısında isyân eden bir ordu, aslî vazîfesini hakkıyla yapabilir mi? Zâten, Rusya’nın târih boyunca muvaffakiyet diye ortaya koyduğu fiiller, hep rakiblerinin zaafı sâyesinde kazanılmamış mıdır? Timur’un Toktamış Hân ve Yıldırım Bâyezîd’i alt etmesiyle bahtı açılan Rusların, etini bilemeyiz ama, siyâsî târihleri bir hayli kurtlu. Potemkin zırhlısından günümüze kalan da, yine bu kurtlar…
Portekiz Kralı VI. Joao, memleketini Napolyon’un işgâl etmesi üzerine, hükûmet merkezini Brezilya’ya nakletmişti. Rio de Janeiro, 1807-1821 arasında Portekiz’in resmî başşehri olmuştu.
Târihte, ülkesini kaybederek gurbete düşen başka hükümdarlar da bulunuyor. Celâleddin Hârezmşâh, hemen ilk akla gelen, tanıdık bir sîmâ. Cengiz ordularının Asya ve Avrupa’yı kasıp kavurduğu XIII. yüzyıl başında, bu sele kapılan devletlerden biri de Hârezmşâhlar idi.
Ülkesi Cengiz’in pençesine giren Celâl, ordusunun başında, diyar diyar dolaşmaya başlamıştı. Nâmık Kemâl, bu bahtsız Türk Hânı’nı anlattığı eserinde, târihî romantizmin en güzel örneklerinden birini vererek, Celâl’le birlikte kendi adını da yüceltmiştir.
Hem VI. Joao’da, hem de Ceâleddin Hârezmşâh’da “felâket ânında sağlıklı düşünme” , ortak özellik şeklinde beliriyor. Portekiz Kralı’nın tâlihi, denizaşırı bir sömürgesi de olsa, gidecek yerinin bulunmasıydı. Oysa Celâl’in adım attığı her yer, başkalarına âitti. En sonunda, kardeş bildiği Alâeddin Keykubâd’ın yanına, Anadolu’ya geldi. Fakat, Ertuğrul Gâzî komutasındaki Kayı askerlerinin de yardımıyla Alâeddin, Celâl’e bir güzel kardeş dayağı attı.
Zavallı Celâl, ordusunu kaybedince, bî-mekânlığına bî-kesliği de ekledi. Harâmîlerin kılıçları ile boynu vurulup bu Dünyâ’dan göçtüğünde, Cengiz’in adımları Anadolu’dan da duyulmaya başlamıştı.
Kardeşliğin kıymetini bilmeyenlere, bu, çok acı şekilde öğretiliyor… Başımıza ya çorap örülüyor, ya çuval geçiriliyor veya balyoz iniyor. Bir vakitler, bütün Dünyâ bizim pazu gücümüz önünde baş eğip diz çöküyordu.
Ateşli silâhların îcâdından önce, atlı ve yaya askerlerin yakın muhârebede kullandıkları taarruz âletlerinden biri de bozdoğan adını taşıyordu. Süvârîlerin bozdoğanları daha ağır olur, eyerin sol tarafına asılırdı. Yaya askerlerinki daha hafifti.
Sapı ağaçtan, baş tarafı pirinçten, demirden yapılmış veyâ tamâmen demirden bozdoğanlar vardı. Bu silâha, topuz, gürz dendiği de olurdu.
Osmanlı hükümdarları arasında, bozdoğan kullanma husûsunda en büyük şöhreti Sultan Murad Hân-ı Râbi’ yapmıştı. Halter şampiyonalarındaki ağırlık arttırmaya benzer şekilde, her gün daha büyük gürzü kaldıran Dördüncü Murad; şaşılacak, hayret edilecek nice güç denemesinden, hep kazanarak çıkmıştı.
Ömer Seyfeddin’in Topuz hikâyesi, nefis bir bozdoğan güzellemesidir. Türk Devleti’ne itaatsizlik etme yanlışlığını işleyen Balkan Prensi, bu büyük hatâdan doğan borcu, – hem de kendi sarayında – başına indirilen topuz mârifetiyle öder. Mâvi Tuna’nın şâha kalkmış dalgaları, daha önceki bütün itaat sahneleri gibi, Türk topuzunun sıklet ve kuvvetine tempo tutar. Kaç zamandır, böyle bir bozdoğan yankılanmasına hasretiz… İçte ve özellikle de dışta; kırılan, incinen millî gurûrumuz, Cihân’a sığmayan o eski haşmet günlerinin nostaljisine bile muhtâc hâle geldi. Bâkî’nin, Kaanûnî için kaleme aldığı Mersiye’de:
Şemşîr gibi rûy-ı zemîne taraf taraf
Saldın demür kuşaklı Cihân pehlevanları
diye târif ettiği bozdoğan hâmili asker, bastığı yeri titretirken, adımını attığı satıhta eğri nâmına bir şey kalmıyordu.
Bozdoğan Kemeri’nden ibâret bir idhâl târih anlayışı ile bizim bozdoğanın havada çizdiği eğri ne kadar farklı! Biri zavallı, diğeri muazzam! Meselâ, Tâc- Mahâl, ikincisine, yâni muazzama dâhil.
Mimârî güzelliklerimiz arasında ayrı bir yer tutan Tâc-Mahâl, inşâsına vesîle olan hikâyesi ile de müstesnâ lezzetler sunar. Hindistan târihine renk, hareket ve şevket ilâveleri yapan Türk devletlerinden Bâbürlüler, Hind kıt’âsının hemen hemen tamâmında fermân yürüttüler.
Mohaç Zaferi ile akran bir başka büyük zafere, Panipad’a imzâ atan Bâbür Şâh, Kaanûnî’ye nazîre yaparcasına efsâneleşen Türk büyüklerindendir. Macar Ovası’nın bereketi ile Pencâb Vâdisi’nin büyüsü, 16. yüzyılın yol ağzına, Türklük için kocaman bir tâk örerler.
Bâbür’ün torunlarından Şâh-ı Cihân, 17. asrın başında tahta çıktığında Ercmend Bânû ile evliydi. Ercmend’in babası Âsaf Hân, mâruf ve güzîde bir Türk kumandanıydı. İmparatoriçe olduktan sonra Ercmend Bânû, Mümtaz Mahâl diye anılmaya başlamıştı. Şâh-ı Cihân ile Mümtaz Mahâl arasında, masallara lâyık bir muhabbet vardı. On dördüncü çocuğu Cevher-Ârâ-Begim’i Dünyâ’ya getirirken ölen Mümtaz Mahâl, arkasında mâteme gark olmuş iki Cihân bıraktı: Biri, bizim Fânî Dünyâ dediğimiz ölümlü-gidimli Cihân, diğeri de kocası Şâh-ı Cihân.
Bu ölümün hüzün meyvesi, Tâc- Mahâl adıyla Agra şehrinde göründü. Mimar Sinan’ın talebesinden Mehmed Îsâ Efendi, bu şâh-eser türbeye ser-mimar tâyin edilirken, yine kendisi gibi İstanbul’dan Agra’ya giden Hattât Settâr Efendi de, Tâc- Mahâl’in o nefîs yazılarını yazmıştı.
Mermerleri ve ölçülerle alay eden mîmârîsi; Tâc- Mahâl’e, Dünyâ’nın henüz numaralandırılamamış hârikalarından sayılma hakkını kazandırmıştır. Bu arada, Türk Dünyâsı Tâc-Mahâl’le daha bir estetik nezâkete kavuşmuştur.
Bu nezâketin; yanlışa, hatâya, eksiğe tahammül edemeyişi, mükemmele çok yakın durduğunun, bir başka güçlü şâhididir.
Sözlü ifâde bir yana ama, yazılı metinlerde yapılan hatâlar, bâzen tâmiri imkânsız gedikler açıyor.
Yûnus Emre, bu sözü eğri-büğrü söyleme;
Seni sîgaya çeker, bir Molla Kâsım gelir…
mısrâlarının sâhibi ile:
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrin
Ki, fesâd-ı rakamı “sûr”umuzu “şûr” eyler.
Gâh bir harf sukûtiyle kılar “nâdir”i “nâr”
Gâh bir nokta kusûriyle “göz”ü “kör” eyler
şeklinde sitem eden Fuzûlî, aradaki asırları yok bilip söz söze geliyorlar.
Meydân-ı suhânda büyüklerden olmanın bir şartı da, zaman dâhil, bütün ölçülebilenlere “var mısın?” diyebilmektir. Halk muhayyilesinin Yûnus’a yakıştırdığı kerâmet sahnesi; Sakarya’ya ayaklarını sokan Molla Kâsım’ın, elindeki Yûnus Dîvânı sayfalarını birer birer nehre fırlattığı âna ışınlanır. Molla, okur-yazar câhillerdendir. Koparıp atmaya niyetlendiği sayfayı, okuma iyiliğini yapar. Kendi adının geçtiği mısrâlara gelince; Yûnus’un söz kudreti, Molla’yı bizim bahçemize fırlatır.
Fuzûlî’deki, eğri-büğrü yazan kâtiblere yükleniş, bütün zaman dilimlerinde post serip oturan yanlış erbâbına, yâni Molla Kâsımlaradır. Dolayısıyla, Yûnus ve Fuzûlî okunup sevildikçe, hep yanıbaşımızda bir ehl-i hatâ gürûhu bulunacaktır.
Sehiv ile kasdı aynı terâzi kefesine koymadan, insâf ve intikâmı tepeden tırnağa muâyene etmek lâzım.
Klâsik dönem Osmanlı hayâtında, üç mühim meslek grubu vardı: İlmiyye, seyfiyye, kalemiyye. Bunlardan birinin adında kalem bulunmakla berâber, diğer ikisinin zirveye giden yolunda da kalemsiz yürümek imkânı ve ihtimâli yoktu. Kalem medeniyeti, Türk-İslâm görünüşünün pek çok sıfatından biriydi…
Bütün zamanlarda, her cemiyetin bir zâdegân takımı olmuştur. Asâleti, insan yaradılışına uyduran veya şiddetle reddeden cümle topluluk, cemaat ve milletlerde, birileri mutlaka aristokrat rolüne soyunmuştur. Özde, imtiyazlı yaşamayı dâiremizin dışına atmış olsak da, peri masalı kahramanlarına ağzımız sulanarak baktığımızı inkâr edemeyiz.
Bugün olduğu gibi, dün dediğimiz yakın geçmişimizde de pahalı ömre mahkûm insanlarımız; savaş, kıtlık, felâket dinlemeden – belki olmayan – paralarını savuruyorlardı.
19. yüzyılın, Türkiye’yi hesaplı harekete mecbûr eden gelişmeleri, bilhassa İstanbul’daki haramzâde ve mîrasyedi ekibini hiç etkilememişti. Şimdi, nasıl, lüks üstü lüks otomobil markaları, bir avuç gösteriş meraklısına kur’a ile araba pazarlıyorsa; 1800 ve 1900’lü yıllarda da Viyana veya Paris’den idhâl edilmiş at arabaları yok satıyordu. Kabriyole(cabriolet) denen ve Beyoğlu mağazasından alınma bu arabalar; parlak metalik renkli, karoserli, tek at koşulu idi ve yan yana ancak iki kişi alabiliyordu. Üstü açılıp kapanabilen körükle örtülü bu at arabası, sonraları otomobil sanâyiinde de benzer bir modelin adı oldu.
Fayton, landon, kupa, talika, örgü sepet gibi daha birçok at arabası, yolcu taşımacılığında trafiğe çıkıyordu. Fakat, hiç birisi kabriyole kadar lâf ü güzâf sermâyesine sâhip değildi. Zenginin emvâli ve terceme-i hâli, hep züğürdün çenesini yormaya yarıyordu.
İnsâf, merhamet, hakkâniyet gibi fazîlet timsâllerinin unutulduğu demleri, bugüne mahsûs zannetmeyin.. Onlar, insanlık târihiyle yaşıt… İstanbul gibi, târihin bizzat yazıldığı mekânlar, bu beşerî nisyânın canlı şâhitleridir.
İstanbul’un yaygın sıfatlarından birisi de Yedi Tepeli Şehir. Pek çok san’at ve kültür faaliyetine rümûz olan Yedi Tepe, 29 Mayıs 1453 günü Türk ordusunun fethettiği Sur içi İstanbul’unun yükseltileridir. Bu inceliğin farkında olmadan, Yedi Tepe’yi saymaya Çamlıcalardan başlıyorlar. Hâlbuki, Çamlıca’nın büyüğü de, küçüğü de daha Orhan Gâzî zamanında Türk mülküne girmişti.
Sultan Ahmed, Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nı taşıyan birinci tepe, asırlar boyu Dünyâ’yı idâre eden bir karargâh, üs olmuştur. Burası, tereddütsüz şekilde, hem İstanbul’un, hem de Kürre-i Arz’ın merkezidir. Bu yüzden, Yedi Tepe içinde en fermân-nümâ olanı odur…
İkinci ve üçüncü tepeler, birbirine yaslanmış gibi dururlar. Nûr-ı Osmâniye ve Çemberlitaş’dan, Kapalıçarşı’yı da omzuna alıp Süleymâniye’ye ulaşan bu ikiz tepelerin, kesinleşmiş bir sınırı yoktur. Kimilerine göre Mahmudpaşa, kimilerine göre de Üniversite Merkez Binâsı, böyle bir sınır nişânına uygun düşmektedir. Fakat, dört alemi olan bu iki tepe, ayrılmayı aslâ düşünmezler. Nûr-ı Osmâniye, Bâyezîd câmileri ile Bâyezîd Kulesi ve Süleymâniye Külliyesi, uhuvvet kültürünü dimdik ayakta tutarlar.
Bir başka tepe birliği flâması; dördüncü, beşinci ve altıncı noktalarda püfür püfür dalgalanıyor. Fâtih ve Yavuz Selîm câmilerinden Edirnekapı’ya, oradan Ayvansaray’a uzanan târih kokulu bölge, rûhâniyeti güfteden besteye taşıyor.
Aksaray’dan Yedikule’ye, Topkapı’ya koşan ayaklardan çıkan sesler, her dakîka yokuşa vuran kalb iniltileri hâlinde, bir hüzün piyesini sahneye koyuyor. Genç Osman merhûmun boynuna kemend olan isyân edâlı günler, bu yedinci tepenin hâtırâ defterine yazılmış…
Sur dışındaki İstanbul’un tapu kayıtlarına ise, durmadan Frenk mürekkebi damlatılıyor.
Kabataş’dan Taksim’e açılan yer altı yolu, günlük hayâtımıza yeni bir yabancı kelime getirdi: “ Füniküler”. Lâtince küçük ip mânâsındaki funiculus, Fransızcaya funiculaire şeklinde yerleşmiş. Birbirine ters doğrultuda yol alan ve aralarındaki çelik halat bağlantısı ile ağırlıklarını dengeleyen iki vagondan meydâna gelen taşıma sistemine füniküler deniyormuş.
İyi de, biz bu sistemle ilk def’â karşılaşmıyoruz ki… Sultan Abdülazîz’in son saltanat
günlerine rastlayan 17 Ocak 1875 târihinde, Karaköy’ü İstiklâl Caddesi’ne bağlayan Tünel açılmıştı. Kabataş-Taksim hattından 131 yıl önce hizmete giren bu yola; Henry Gawan adındaki mühendisi ile “ The Metropolitan Railway of Constantinople From Galata-Pera “ titrini taşıyan şirketinden mülhem, Tünel denmişti. İngilizce tunnelden gelip 1875’de Türkçeye giren bu tâbir, fünikülere göre daha yerli sayılır. Sistemi, şekli, trafiği aynı olan bir taşımacılık şeklinin dilimizde karşılığı varken, yeni idhâl kelimeye niye mecbûr ediliyor?
Meselâ, Fransızca cinema, artık köylerimize varıncaya kadar yerleşmiştir. Birisi, yeni yaptırdığı sinemaya kalksa kino dese, zihin karışıklığına sebep olmaz mı?
Aynı şey, bu füniküler komedisinde de vardır. Kabataş Tüneli, Taksim Tüneli, İkinci Tünel, Yeni Tünel gibi çok mâkûl ve mantıklı isimler verilebilecekken, füniküler özentisini ihdâs etmenin, münâsebetsizlik dışında hiçbir îzâhı bulunmamaktadır.
Bu ve benzeri tufeylîliklerle, Türk dilinin harîm-i ismetine girilmektedir. Öz diline karşı bir minnet hissi duymayan insan, meslekî hayâtında ne kadar yukarı çıkarsa çıksın, varacağı yer, kocaman bir çukurdur… Şuûrsuzca konan yeni isimler, aslâ millî olamıyorlar.
Yenişehir, çok kabûl gören yer adları arasında ön sıralarda bulunuyor. Bursa’dan Ankara’ya, Muşkara’ya kadar, Anadolu’da yeni ve nev şehirlerimiz doğmuş. Aynı zevkin, geleneğin bir devâmı olarak, Balkan topraklarında da Yenişehir diye bilinen beldelerimiz vardı. Rûmeli’nin en meşhûr Yenişehir’ine, bugün maalesef Larissa tabelâsını asmışlar. Serez’le, Tırhala’yla, Selânik’le aynı coğrafyayı paylaşan bu bizim eski Yenişehir, 19. yüzyılda edebiyâtımıza Avnî’yi armağan edecektir. Fâtih Sultan Mehmed Hân’dan sonra, Türk dîvân şiirinde Avnî mahlâsını kullanarak adını duyuran ikinci şahıs, Yenişehirli Avnî’dir.
Mora’da, Aydın’da, Tokat’da ve daha pek çok yerde kurduğumuz veya adını koyduğumuz nice Yenişehir, yeniliklere kapılar açarak zamâna dağılmışlardır. Elbette, Eskişehir adını verme âdetimiz de varmış. Ama, Yenişehir’e nazaran, bu, çok değil. Antik Dorileon’u Porsuk sularında yıkayarak Eskişehir’i lüle taşı misâli Anadolu duvarına rapteden Türk zevki, yenide olduğu gibi, eskinin de lâtif yanlarını keşfediyordu.
Şunu, silinmeyecek harflerle zihnimize nakşetmemiz lâzım: “Vatan toprağına konmuş yer, dağ, su adları; sınırlarımızın dışında kalsa da, hâlâ bizimdir. “ Yahyâ Kemâl, Süleymâniye’de Bayram Sabâhı şiirinde:
Hem bu toprakta bugün bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde
diyerek, bu hakîkati şâirâne tarzda ifâde etmiştir. Milletimizin koyduğu bu isimler, aynı zamanda millî idealimizin de en mühim ilham kaynağıdır…
Türk’e düşman mihraklar, yine büyük iştah plânları yapmaya başladılar. Târih boyunca bizim himâyemize mazhar olmuş, âlî-cenablığımızdan nasîbini almış ne kadar psikolojik maraz sâhibi etnik grup varsa, bu ağız sulandıran sofranın başına oturmuş.
Düşman tâbirinin içinde dostluk aramak; ancak altyapı fakîri, hasbelkader siyâset yapan miyop zevâtın çapsız ferâseti ile mümkün. Bu Dünyâ nâdirâtı, bizde pek gümrah…
Bütün dostlukları kucaklamak, millet olarak şiârımızdır. Ne var ki, Dünyâ’nın acımasız politika arenasında, karşımıza çıkan herkese dost nazarıyla bakarsak, saf-dillik görüntüsü veririz.
Mukâbele-i bi’l-misl, yâni ayniyle karşılık vermek, milletlerarası politikanın en başta gelen düstûrudur.
Vaktiyle, Istanbul’daki Fransız elçisi, Boğaziçi’nde, Osmanlı Pâdişâhı’nın saltanat kayığının aynısını yaptırarak dolaşmaya başlamış. Buna, zorlama tedbirlerle engel olmayı nâzik bulmayan Osmanlı Hükümdârı, hemen Pâris’deki Türk elçisine mukâbele etme direktifi vermiş. O sırada Pâris’deki elçimiz Ahmed Vefik Paşa’dır. Çok kısa denecek bir zamanda, Fransız Kralı’nın Pâris’de dolaşırken bindiği atlı arabanın aynısını yaptıran Vefik Paşa, Pâris sokaklarından geçerken, Fransızlar, Kral geçiyor zannederek ihtiram duruşuna yöneliyorlarmış. Sonunda, Fransız elçisi kayığından, Vefik Paşa arabasından inmiş de, mukâbele-i bi’l-misl sona ermiş.
Keçecizâde Fuad Paşa’ya atfedilen bir anekdot da, yine bu hususdaki târihî büyüklüğümüzü ortaya koyuyor. Sultan Azîz’in Avrupa seyâhati esnâsında, Fransa’da bulunduğu günlerde, Türk Hükümdârı, Kral’la buluşmasına biraz geç kalır. Fuad Paşa, o sırada Fransız Kralı’nın yanındadır. Paşa’nın Fransızca bildiğini bir an unutan Kral, Sultan hakkında, yüksek sesle yakışıksız kelimeler kullanır. Sonradan, Fuad Paşa’nın çok iyi Fransızca konuşup-yazdığı akılına gelince:
-Biraz önce duyduklarınızı Sultân’a bildirmezsiniz herhâlde, bunu bilhassa rica ediyorum.
der. Fuad Paşa, ânında taşı gediğine koyar:
-Hiç merâk etmeyin Haşmetmeâb! Hem, Sultân’ımızın sizin için söylediklerini size ilettim mi?