Günümüzde medya ve iletişim araçları güçlü bir biçimde dünyamızı etkilemekte, kitleleri uyarmakta ve bilgilendirmektedir. Öyle ki, çoğu kez uzak kaldığınız, hattâ ilgi duymadığınız konularda bile sizi içine çekmekte ve yönlendirmektedir. Bu nedenle, 21.yüzyıl gerçek anlamda medya yüzyılıdır. Çünkü, mağarada yaşayan insan varsa medyanın etkisinden uzak kalamaz. Bunun globalleşme veya küreselleşme diye bilinen dünyamızın bir “köy”e dönüşümü ile bağlantılı olduğu bilinen bir gerçektir.
Fatih Terim adını da futbol alanındaki mağaramda yaşarken duydum. Yetişme ortamım, yaşım ve eğilimlerim nedeniyle futbola uzak kaldım. Belki hoş görülmeyecek ama, okuduğum hiçbir gazetenin arka sayfalarına da bakmam. Hattâ, son yıllarda muhafazakâr takımının yayın organlarında yer alan spor sayfalarını da ana metinlerden ayıklarım.
Fatih Terim, sanıyorum disiplinli, yönlendirici ve takım bilincini iyi kavrayan bir kişi olarak Türk futbolunda yerini almaktadır. Hattâ, gücünü ve yeteneğini yurt dışına kadar taşımak suretiyle İtalya’ya kadar uzandığını da yine medya kanallarından öğrenmiş bulunuyorum.
Sportif yaşantımız, Batı normlarına uyması nedeniyle çoğu kez “beden”in güçlenmesine, fizik yapının estetik oluşumuna kaymış bulunmaktadır. “Spor” deyince akla, daha sağlıklı, zinde ve her yönü ile “mütenasip” bir “beden” biçimini kazanmak gibi bir yaklaşım akla gelmektedir. Bu tür bir düşünce tarzı her sabah insanlarımızın belirli yerlerde yürümeleri, beslenme ve sağlıklı kalma iradeleriyle giderek bir güç kazanmaktadır. Medya, bu tür bir yönelişte orta ve üst orta tabakanın da katılımını sağlamak suretiyle etken rol oynamaktadır.
Ancak, bir spor türü olarak futbol Türk jimnastik kültüründe bir önceliğe sahiptir. 1920′ lerden sonra Batı toplumlarında yaygın bir hastalık hâline gelen futbol ülkemize de sıçramış ve artan bir hızla kitlesel karakter kazanmak suretiyle statları istilâ etmeye başlamıştır. Artık, takım tutma, arma taşıma, kitlesel çatışmalar ülkemizde de âdeta “etnik futbol” kültürü diyebileceğimiz bir sürecin yayılmasına neden olmuştur.
Anladığım kadarıyla Fatih Terim bu kargaşa futbol zihniyetine bir takım bilinci kazandırmak suretiyle yeni bir yapılaşmaya gitmektedir. Bir zamanlar Orta Çağ’a egem en olan bir düşünce vardı: “Doğa boşluktan korkar”. Şimdi de futbol kültürümüzde ortaya çıkan bu anarşik boşluğun doldurulması gerekiyordu. Fatih Terim bunu yapmak istiyordu. Bu mizaç ve kişiliğinden ötürü İtalya futbolu onu davet etmiş ve yararlanmaya çalışmıştır. Bu bir anlamda şimdiye kadar “ithal futbol” çizgisinde olan Türk sporuna yeni bir profil kazandırmak suretiyle “ihraç futbol” anlayışını da kazandırmış oluyordu. Kutlamak gerekir.
Fatih Terim statları dolduran, günlerce bilet gişelerinde bekleyen, hattâ köyünden-kasabasından gelen yığınların dolup taştığı yörelerde kitlesel kapışmalar ve kamplaşmalar hususunda gereken tampon fonksiyona sahip değildir. Onun da görevi belirli sınırlarda belirmektedir. Takım bilinci oluşturmak ve futbol kültürünü istenilen optimuma ulaştırmak, Fatih Terim’ in ötesinde iletişim odak noktaları, akademik kuruluşlar ve düşünürlerimizin konuya eğilmelerini gerektirir. Futbol alanında “mağaramda yaşamam” nedeniyle bu tür etikal yaklaşımlar ve yayınların da bulunduğu kanısında değilim… Sadece eli coplu, yüzleri miğferli hazır kıt’a, her zamanki yerinde durmakta ve koparılan sandalyelerin, savrulan taş ve beton parçalarının daha fazla tahribata yol açmalarını önlemeye çalışmaktadır. Hepsi o kadar.
Kısacası, futbol kültürümüz etikal değerler açısından bir çöküş hâlindedir.1930’larda benzeri kara delik batı toplumlarında da ortaya çıkmıştı. 1936 yılında Almanya’da yayınlanan Batının Çöküşü (Der Untergang des Abendlandes) adlı eserde bu izlere rastlamak mümkündür. Oswald Spengler bu eserinde “bacağın zaferi aklın zaferinden üstündür” diye nitelediği sporun batı toplumlarının bir yansıması olduğunu ileri sürmek suretiyle felsefî sistemine bir yaklaşımda bulunuyordu. Faustvari olarak belirlediği batı uygarlığı, Spengler’e göre, artık mutluluk yerine maddeci (materyalist) unsurlara yönelen; teknik, spor, lüks gibi davranış biçimlerinin dini ve metafiziği arka plâna iten; yaratıcı zekâ ve sanatın önüne geçen bir noktaya gelmiştir.
Oswald Spengler’ in felsefi sisteminde gözlendiği üzere Batı uygarlığının çöküşünü belirleyen Faustvari aşama, teknik, spor ve lüks gibi kitlesel eğilimlerin belirli bir düzeye ulaşması sonucu gündeme gelmektedir. Ülkemiz için bu kargaşa ortamında, Spengler’in özellikle: “Bacağın zaferi aklın zaferini geçmiştir” tarzındaki deyişiyle ön plâna çıkan bir spor türü olan futbolumuz için düşünür ve aydınlarımızın görüşlerini öğrenme hakkımız yok mudur? Sorun sadece Fatih Terim imajı ile geçiştirilmemelidir.
“Batının Çöküşü”, dikkatle incelendiğinde teknik, spor ve lüks gibi kapitalist sistemin temel motiflerinin, aynı zamanda dini ve metafizik değerleri arka plâna ittiği gerçeğiyle de karşılaştığımızı gözleyebiliriz. O hâlde, uygarlıkların çöküşünde çok yönlü etkileşimlerin tarihsel rolü unutulmamalıdır.
Ülkemizde de her şeyin iyi olduğu söylenemez. Kapitalist sistem dolu dizgin ülkemize gireliden beri temellerin kaydığına, dinî değerlerin yozlaştığına tanık olmaktayız. Globalleşme (küreselleşme), farklı kültür ve dinî sistemlerin taşıyıcısı ülkelerle kucaklaşma, hattâ sarmaş-dolaş olma sürecininde bu çöküşü hızlandıracağı gözden uzak tutulmamalıdır.
O hâlde, böyle bir sonuçtan kurtulmak için ne yapılmalıdır? Nasıl bir yol tutulmalıdır? Kanımca, Artık “Fatih Terim”ler aşılmıştır. Toplumun yeni düzenlemelere,yeni yapılaşma biçimlerine ihtiyaç doğmaktadır. Çünkü, uyumu sağlayan dengeler bozulmuştur. Bir “toplum” da bir “beden” gibidir. Bir yanda değer ve inanç sistemleri, öte yanda teknolojisi ve doğa üstü güçlere olan egemenliği söz konusudur. Bu ikili yapı çoğu kez birbiriyle etkileşim hâlindedir… Aşırı servet tutkusu ve kazanç güdüsü çoğu kez toplum değerlerini yıkarak maddeleşmesine yol açar. Çünkü, kapitalist sistem, tarihsel gelişimini belirleyen etikal değerleri (Protestan ahlâkı) zamanla uygulamış olduğu yeni oluşumlarla tüketir. Özellikle batı ülkelerinin izlediği kolonial politikalar, emperyalist sömürü düzeni, kısa zamanda sistemi, mânevî değerlerini meydana getiren norm ve inançlardan, asketik kimliğinden soyutlayarak seküler bir yapıya dönüştürmüştür. Böylece, “yüksek güven kültürü” toplumsal çelişkilere gebe bir modelin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bir zamanlar Protestan ahlâkının eseri olan kapitalizm, şimdilerde köklerinden kopmuş, değerlerini yıkmış ve maddeleşmiştir. Toplum, koka-kola, pizza, fast-food tipi bir yöneliş içinde âdeta McDonaldlaşmıştır. Daniel Bell ünlü eseri Kapitalizmin Çelişkileri’nde artık Amerikan kültürünün 1950’lerden beri çalışma ve başarı gibi motiflerle ilgili olmadığını, daha ziyade, “nasıl harcamalı, nasıl eğlenmeli” tarzında bir takım tüketim normlarına kaydığını kanıtlarıyla açıklamıştır. Oysa, Henri Bergson’un yerinde belirlemesi ile insan, ruh ve beden ilişkisine da-yanan bir yapılaşmayı ortaya koyar. Bazı toplumların bedeni büyürken ruhu küçülür, bazen de bedeni küçülürken ruhu büyür. Günümüz Türk toplumu, gençliğimizi bilgisayarlar başından uzaklaştırarak statlara, tribünlere yığmak suretiyle bir kaosun içine doğru çekmektedir. Medya, iletişim organları ve benzeri odak noktalarının bilimsel düşünce, yüksek inanç ve değerler sistemi gibi evrensel bakış açılarını geri plâna iterek, “bacağın zaferini” oluşturan bir yapılaşmaya yönelmeleri -Bergson’ un deyimi ile- ruhu küçülen, bedeni büyüyen bir Türkiye imajına alkış tutuyor demektir.
Oysa ülkenin, Aristoteles’in deyimi ile- “kaleleri ayakta iken ahlâkı harabe olmuştur”. Böyle bir ortamda gençliğimizin sorunların üzerine giderek, haksızlıkları, sömürü düzenini ve hortumlamaları önleyebilecek yüksek seviyede irade beyanında bulunmaları gerekirken abesle iştigal diyebileceğimiz alanlara itilmeleri hazin bir tabloyu ortaya koyar.
Kısacası, 1980’ler sonrası ülkemizde de kapitalist kültürün bir ürünü olarak McDonaldlaşmış, yoksullaşmış bir ikili yapı ortaya çıkmıştır. Bir yanda bankaları hortumlayan, yeraltı ve yerüstü dünyayı yönelten bir mafya ahlâkının boy vermesi, öte yanda bu üst ahlâksızların kefaretini ödemek durumunda kalan namuslu bir tabakanın yürekler acıtan sefalet yaşantısı toplumumuzun bir iç çelişkisi değil midir?
Açıkça gözlenmektedir ki, nasıl bir canlı veya organizma beden-ruh paralelizmi diyebileceğimiz bir uyum içinde ise, bir toplum da öylesine teknolojisi, ekonomik birimleri ve maddî kazanç normları ile inanç ve değerler sisteminin bütünleştiği bir yapılaşmadır. Bunlar sağlıklı bir toplumda istenilen ideal uyumu ortaya koyar. Dengenin bozulması çöküşü hazırlar. Bu nedenle, ahlâkçılara, düşünürlere, dinî önderlere tarihsel görevler düşmektedir. Onlar, yaratıcı akıl, bir “gümrük bekçisi” gibi önemli rolleri ile toplumun gidişini ayakta tutarlar. Bir başka deyişle bu kilit kişiler âdeta toplumun “Fatih Terim” idirler.


