Benim üç çeyrek asırlık ömrümün çocukluk bölümü (1927 sonrası) Bakırköy’ün bir sahil mahallesi olan Zeytinlik’te geçti. O tarihlerde bizim mahallede Rum (Türkçeden başka dil bilmeyen “Karamanlılar” denilen ortodokslar dahil) ve Ermeniler çoktu ve bir miktar da Musevî vardı. Tabiî tüm bakkallar ve zanaatkârlar da onlardandı. Bir komşumuz Ermeni, bir komşumuz da Rumdu. Karşımız arsa (ayaktopu itişmeleri yapardık), onun solu yine Rumdu. Sahil olduğumuzdan balıkçılık yaygındı ve Ermeni balıkçılar çoğunlukta idi. Deniz kirliliği diye bir şey yoktu ve meselâ şimdi Norveç’ten ithal olunan uskumru ibadullahtı. Çocukluğumda bizim sahilde en ucuz ve bol olan uskumruyu yemekten bıkmıştım.
Arkadaşlarımın çoğu Ermeni ve Rumdu. Biz Türk çocukları onların evine giderdik, onlar da bizim Türk evlerine gelirlerdi. Onların annesi benim teyzem, annem de onların teyzesi idi. Mahalledeki tüm Türk çocuklar Ermenice ve Rumca ona kadar sayıları bilir ve çocuklara yetecek kadar konuşurdu. Hâlâ aklımda Rumca ve Ermenice küfür ve ayıp sözcükler var. Tüm yaramaz ve arsız çocukların korkulu rüyası ise balıkçı Dikran Usta idi. Oysaki kulağımızı bile çekmezdi. Bir de benden küçük fakir Musevî arkadaşım Şalom vardı. Konuğumuz olduğu zaman bana yemek yemek âdâbını öğretirdi. Çatalı ille sol elime verir bana yemeği zehir ederdi. Yemekten önce ve sonra elimi yıkamayı, ağzımı kapamayı, şapırdatarak yemek yememeyi, dirseklerimi masaya dayamamayı bana hep o öğretti. Annem onun için, büyümüş de küçülmüş, der ve ona saygı duyardı. Anneme sabahları “Bonjur madam” der ve elini uzatırdı. Bana da “Bonjur Turan”, derdi, hoş Musevî şivesiyle. Bende kurumlaşmış olan “sen” ve “siz” farkının ilk mimarı da Şalom’dur!
Bunları şu mozaik hikâyesine giriş olarak anlatıyorum. Doğu’daki Türk-Ermeni Mukatelat’ı(1) bizim tarafta yaşanmadığından -görünürde- kin yoktu ve biz Türk çocuklarına da kin telkin edilmezdi. Ben bu atmosferde büyüdüğümden ve onlardan bir kötülük de görmediğimden olumsuz bir önyargım yoktur. Zaten -din hariç- hepimiz Anadolu-Rumeli Türk kültürünün ürünüyüz. Hattâ Anadolu-Rumeli Türk Kültürü islâmî motifler taşıdığından, bu motifler bu toprağın Ermenisini de Rumunu da Musevîsini de etkilemiş durumda dır. İsrail’de Türk Yahudisi var, Alman Yahudisi var. İkisi de birbirini beğenmiyor! Ebedî düşmanlıkların olmadığı ve bunun zaten zarar verdiği bilinen bir gerçek. Bir zamanların müzmin düşmanı Almanlarla Fransızlar artık dost. Şimdi paralar Maginot ve Siegfried hattı için toprağa gömülmüyor. Oraya gidecek paraları Fransızlar ve Almanlar Antalya’da beş yıldızlı otellerde harcıyorlar… Batılıların kafalarını kullanma çabalarının Descartes (1596-1650) ile başladığını varsayarsak ve Schumann-Adenauer çalışmaları ile dostluğun 1950’de oluştuğunu kabullenirsek aradan üç asır geçtiğini görürüz. Varılan sonuç iyi ama maliyeti çok yüksek ve utandırıcı. Neyse ki tarih olayları kaydetti ve önümüzde hepimize açık duruyor. Dikkatle ve ibretle tarihi okuyup değerlendirelim…
Sezen Aksu adlı popüler sanatçımız 30 ağustos 2002 günü Efes’te bir konser verdi (ben orada olmadığıma ve televizyondan da izlemediğime göre aslında “vermiş” demem lâzım!). Önce solun solundaki Cumhuriyet gazetesinin 1 eylül 2002 tarihli nüshasından ve solun solundaki Oral Çalışlar’dan -atlayarak- alıntı yapıyorum: [ … Sezen Aksu, Efes Antik Tiyatro’daki olağan üstü konserine Kürt siyaset adamı ve şair Kemal Burkay’ın “Hadi Gülümse”siyle başladı. Yılmaz Güney’in sembolü hâline gelen “Arkadaş” şarkısıyla bitirdi… 30 bin kişilik konser, bir büyük sanatçının, kendi kentinde verdiği dev bir özgürlük ziyafetine büründü. Feriköy Vartanat Ermeni Kilisesi Korosu’yla Ermenice “sarı Gelin” i söyleyen Aksu ardından, “Ermenice söyledik, Türkiye bölünmediğine göre şimdi de Kürtçe türkü söyleyeyim” dedi. Etkileyici bir Kürt türküsüne başladı… Güneydoğu şiveli bir kadın “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye bağırdı… Los Paşaros Sefaridis’le İbranice, Oniro Rum Müzik Korosu ile Rumca şarkılar söylerken yitip giden bir kültür, 2000 yıllık sahnede yeniden canlanıyordu… Oniro Rum Müzik Grubu, ana, baba ve bir oğuldan oluşuyordu. Zaten Türkiye’de kaç Rum kalmıştı ki! Baba ile oğlun birlikte oynadığı zeybek, 30 bin kişiyi ayağa kaldırdı. Çıkışta Fatoş Güney’le karşılaştık, konserin Yılmaz Güney’in “Arkadaş”ıyla bitmesi onu çok duygulandırmıştı: “Kendimi tutamadım, ağladım” dedi.]
Bilindiği gibi Ege Ordu komutanı Org. Hurşit Tolon, bu konserin 30 Ağustos’ta yapılmasından rahatsızlık duyduğunu belirtti. Ben sosyoloji tahsili yapmadım. İktisat Fakültesi’nde Fındıkoğlu’nun en iyi öğrencisiydim ve sosyolojiyi severim ve faydasına gönülden inanırım. August Comte’tan çok etkilendim ve Türkiye’nin kurtuluşunu ve yükselişini pozitivist düşüncede buluyor ve -okları üzerime çekmek pahasına- her fırsatta da tekrarlıyorum. Bu olayın Türkçülük bakımından hem politik hem de sosyolojik olarak değerlendirilmesi gerek.
Önce politik bakımdan kısa bir kişisel değerlendirmem var. Bu olay üzerine yazarlar meşreplerine göre konuyu işlediler, tıpkı şimdi benim yaptığım gibi. Kızılından pembesine kadar solcular olayı onayladılar ve şu mozaik nakaratını dile getirdiler. İşe Atatürk dahi karıştırıldı ve beyaz leblebi ile rakı içer, keyiflenirdi, gibilerden bayağı değerlendirmeler bile yapıldı. Atatürk’ün böyle yapması için onun bu lâfı söyleyen kadar aptal ve Türklükten yoksun olması lâzım. Eski ülkücü Taha Akyol bile konuyu Ermeni kökenli değerli bestekâr Nikogos Ağa’ya kadar götürüp, bir tür Osmanlı’dan Cumhuriyet’e zenginliğimizi sergileyen Sezen, bütün kültürel mirasımızla 30 Ağustos’a saygılarımızı ifade ediyoruz, deseydi ne kadar iyi olurdu, diyerek konuyu tatlıya bağlıyor. Yine bazı solcuların, Sezen’in siyasî hiçbir faaliyeti olmamıştır ve bugüne kadar siyasete de bulaşmamıştır, demeleri de konuyu hafifletmiyor. Kimileri de bu zıpçıktı (veya plânlı) konseri AB ruhuna uygunluk, onu eleştirmeyi de aykırılık olarak değerlendirdi. Sezen Aksu’nun politik bir yanını duymadım. Meselâ Zülfü Livaneli, Cem Karaca, Melike Demirağ, Ruhi Su vs. gibi değil. Ama, bu konser ile en azından -yeni deyimle- dolduruluşa gelmiş, yani manipüle edilmiş olabilir. Başta şu “mozaik” sözü politik bir sözdür ve Türk olan her şeyi tahrip etmeye yöneliktir. Kullananların kimliği bize bazı ip üçları vermektedir. Ustelik şu mozaiklerle bezeli ikonda neredeyse Türklük ikinci plâna düşecek… Aklı başında hiçbir Türk, yurtsever gayrimüslim Osmanlıların ve Cumhuriyetlilerin hakkını yemez. Bugün mevcudu çok azalmış ve ikonda(!?) fark edilemeyecek kadar küçük bir mozaikçık durumundaki Rum-Ermeni-Musevî parçacıkları öne çıkarıp azınlık milliyetçiğini tahrik etmek iyi niyetle bağdaştırılamaz. Ve “Sarı Gelin”i Ermenice söylemek! Bilindiği gibi bu türkü Azerî Türkleri, Anadolu Türkleri ve Ermeniler arasında ihtilâf konusudur. Bu türküyü Ermenice söylemenin mesajı, bu türkü Ermenilerindir, demektir ve 30 Ağustos konserinin masum(!?) konseptinin dışındadır. Hele Sezen Aksu’nun, konseri, Kürt siyaset adamı ve şair Kemal Burkay’ın “Hadi Gülümse”siyle başlatıp, resmen kaatil ve kaçak Yılmaz Güney’in sembolü hâline gelen “Arkadaş” şarkısıyla bitirmesi iyi niyetle bağdaştırılamaz. Hele hele, Ermenice şarkı söyledik Türkiye bölünmedi, gibilerden yorumlar yapmanın masumiyetle hiç mi hiç alâkası yoktur. Bu konserin kurgusunda, konseptinde -iddianın aksine- bölücülük ve sol yıkıcılık vardır. Cumhuriyet yazarı Oral Çalışlar konserde 30 bin kişi vardı, diyor. Ve ne hikmetse, otuz binde bir ihtimal gerçekleşiyor da Oral Çalışlar, Fatma Güney’e rastlayıveriyor…
İşin bir de şu yanını düşünmeliyiz. Bu konsere katılan binlerce kişi bu konserin geri plânını bilmeden manipüle edilmişlerdir. Kabul etmek lâzım ki, arka plândaki bölücüler ve yıkıcılar başarılı olmuşlardır. Başarılıdırlar, çünkü manipüle edecekleri hedef kitleyi iyi seçmişler ve mesajı konser maskesi altında verdirmişlerdir. Kesin kanaatim odur ki, Türkçüler’in de hedef kitlesi aynı olmalıdır, tabiî başka tür bir mesaj ile. Ama -birçok Türkçüye şimdilik ters gelen- bir kanaatim de odur ki, bugünkü Türkçülük mantığı, yorumu ve uygulaması ile bu (konseri izleyen) hedef kitle Türklük yönünde manipüle edilemez. Bilmem ne yaylasındaki hedef kitle ile Aspendos antik tiyatrosundaki hedef kitle çok farklıdır. O yayladaki hedef kitle artık Orta Asya steplerinde bile demode oldu(2). Yeni bir çağcıl parametreli Türkçülük konsepti -âcilen- lâzım.
DİPNOTLARI
1. Mukatelat, karşılıklı öldürme demektir ve Ziya Gökalp tarafından kullanılmıştır.
2. Ta Büyük Petro zamanında başlayan Rus Batılılaşma Hareketi özellikle eğitime çok önem vermiş ve bundan Türk kökenli aydınlar ve halk da yararlanmıştır. Bu bakımdan Türkiye’ye göre cografî olarak hayli uzak olan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri fikir yapıları bakımından Batı’ya Anadolu Türklerinden çok daha yakındır.