Türk Milliyetçiler Derneği kapılarının mühürlendiği, yurdun seksen ayrı yerinde yakılan milliyetçilik ışıklarının söndürüldüğü o uğursuz 22 Ocak 1953 akşamından sonra uykusuz, tedirgin geçirdiğimiz gecenin sabahında, tan ağarırken eve ulaştım. Herkes derin uykularda idi. Bütün geceyi uykusuz geçirdiğim, bir saate yakın süre taban teptiğim, gecenin ayazını iliklerimde hissettiğim halde, sinir bozukluğum yüzünden uyku ihtiyacı duymuyordum. Aklıma, evimize bir baskın yapılırsa alıp götürmelerine kıyamayacağım, belki de eşlerini bir daha bulamayacağım Türkçülük ve milliyetçilik ile ilgili kitaplarım ve dergilerim geldi. Onları, olabilecek bir tehlikeden korumak kaygısı ile, evde bulduğum büyükçe bir sepete doldurup evden sessizce çıktım. Koşarak bir sokak aşağıdaki evlerin birinde oturan bir akrabamın evine götürdüm. Sabahın alaca karanlığında derin uykularından uyandırılmış olmanın şaşkınlık, kaygı ve merakı içinde, soran gözlerle bana bakan akrabalarıma fazla bir açıklama yapmadan, sepetin bir süre kendilerinde kalacağını söyleyip bundan kimseye bahsetmemelerini tembihleyerek, hemen oradan ayrıldım. O sırada, eğer takip ediliyorsam akrabalarımın nasıl zor durumlarla karşı karşıya kalabileceğini akıl edememiş, düşünememiştim. Dernekte hiçbir yönetim görevim bulunmadığı için, o sırada beni takip etmediklerini daha sonra anladım.
Kitap ve dergilerimi öylece koruma altına alınca hayli rahatlamıştım. Ama yeniden eve gitmeyi göze alamadım. Babaannem ve annem uyanmış, hiç dokunulmamış olan yatağımı görmüş olabilirlerdi. İçinde bulunduğum ruh hâleti içinde onlara ve konuşmalarımız sırasında uyanabilecek olan babama ‘hesap vermek’ kolay olmayacaktı. Bunları düşünerek yeniden yola düştüm. O saatte nereye gittiğimi, işe gidinceye kadar nerede vakit geçirdiğimi hatırlamıyorum. Korkunç bir soğuğun kol gezdiği o saatlerde bir parka gidip orada oyalanmak mümkün değildi. Herhalde bir ‘sabahçı kahvesine veya çay ocağına girip orada vakit öldürmüş olmalıyım.
İşe başlama saatinde görevli olduğum Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne giderken, yolda rastladığım gazete satıcılarından birkaç gazete aldım. Hepsi de en iri puntolu harflerini kullanarak Türk Milliyetçiler Dermeği’nin kapatılışı olayını manşete taşımıştı. Hepsinde de kocaman kocaman fotograflarımız yer alıyordu. Verilen haberlere göre Derneğimiz hem “ırkçı” hem de “dinci” bir kuruluş idi. Kapatılışın başlıca sebebi bu idi! Onlar olayı böyle yansıtmakta bir ölçüde haklı idiler. Çünkü, konu üzerinde duran ve Dernek Merkezini mühürlemeğe gelen C. Savcı Yardımcısı da, nöbetçi mahkemeden ‘ihtiyatî tedbir’ kararını aynı gerekçelere dayanarak çıkartmıştı. Ve… ‘malûm ve mâhut’ gazeteler, bu ithamları aylardır yapıyorlar, kamuoyunu böyle bir sonuca hazır duruma getirmeğe çalışıyorlardı. Varılan sonuç, aylar süren insafsız bir kampanyanın verimi idi.
İş yerime ve özellikle de T.M.D.’nin Umumî Kâtibi olan Abdullah Savaşçı ile karşılıklı masalarda çalıştığımız odaya, çalışma arkadaşlarımızın anlamlı bakışları altında girdim. Aynı yapının çatı katındaki bir odada kalan Savaşçı benden önce gelip bazı açıklamalar yapmış olduğu veya ondan çekindikleri için, geceki olaylar hakkında bana bir şey sormadılar, bir şey söylemediler. Zaten bunlara gerek de yoktu; gazeteler, yalan-yanlış, o uğursuz gecenin haberleri, fotoğrafları, yorumları ile dolu idi. Saat 10’a doğru telefonla babam aradı. “Gece eve gelmedin, sebebini sormayacağım, gazetedeki fotoğraflar, haberler olanları açıkça anlatıyor” dedi ve cevabımı beklemeden telefonu kapattı.
Geçici kapatma kararına itiraz 24 Ocak 1953 günü Türk Milliyetçiler Derneği Genel Başkanı Sait Bilgiç tarafından yapılmış, fakat bu itiraz ve ihtiyatî tedbir kararının kaldırılması isteği vakit geçirilmeden, 28 Ocakta reddedilmişti. Bunun hemen ardından da Derneğin temelli kapatılması için dâva açıldı. 31 Ocakta açılan dâvanın iddianamesinde Savcılık, “Türk Milliyetçiler Derneği’nin gaye ve mevzuunun ırk, din, millî mukaddesat esaslarına dayandığını”, bunun hem Medenî Kanun hem de o sıralarda yürürlükte olan Cemiyetler Kanunu’na aykırı olduğunu ileri sürüyor, bundan dolayı Derneğin kapatılmasını, hâlen görevde bulunan üst yöneticilerinin de, böyle bir derneği yönettikleri için cezalandırılmalarını istiyordu.
Türk Milliyetçiler Derneği dâvası Ankara 2’nci Sulh Ceza Mahkemesi’nde açılmıştı. Dâvaya Osman Selçuk adlı yargıç bakacaktı.
Duruşmalar, aynı zamanda yargıcın makam odası olarak kullan nılan 10 metre karelik bir yerde yapılıyordu. Küçük uyuşmazlıklar çözümleyen, dâvacı ve dâvalı sayısı çok olmayan bu mahkeme için o oda yeterli görünüyordu. Orada, yargıcın çalışma masası yanında, duruşmalar için kullanılan yargıç ile bir savcının ancak yan yana oturabileceği bir “kürsü” ile avukat masaları ve dâvanın tarafları için konulmuş birkaç sandalye yer alıyordu. Ankara’nın Anafartalar Caddesi üzerindeki eski (şimdi Kültür Bakanlığı ek hizmet yapısı olarak kullanılan) Adliye Sarayı’nın giriş katında, ana giriş kapısına göre solda kalan koridorun son odalarından biri olan bu yer, kalabalık duruşmalara uygun değildi. Tabiî, Türk Milliyetçiler Derneği dâvasının duruşmalarında da yetersiz kalacaktı. Çünkü dâvanın beş sanığı, en az beş de avukatı vardı. Derneğin Ankara’daki üyeleri de duruşmaları dinlemek istiyorlardı. Bundan dolayı ilk duruşmada tam bir ‘izdiham’ yaşandı. Sanıklar, avukatları ve gazeteciler kürsünün önüne kadar itilmişti. Arkalarında ise iğne atılsa yere düşmeyecek sıkışıklıkta bir dinleyici kalabalığı vardı. Ayrıca duruşma odasının bulunduğu uzun ve geniş koridorun en az yarısı da, aynı sıkışıklıkta, dolu idi.
Bu tarihî dâvanın sanıkları Umumî Başkan Yardımcısı Ali Uygur (merhum), Umumî Kâtip Abdullah Savaşçı (merhum), Umumî Muhasip Necati Torun (merhum) ile Umumî İdare Heyeti üyeleri Ömer Nuri Turumtay ve Süreyya Bilgiç (merhum) idiler. Isparta Milletvekili olmaları dolayısıyla dokunulmazlıkları bulunan Umumî Başkan Sait Bilgiç (merhum) ile Umumî İdare Heyeti üyesi Dr. Tahsin Tola, ‘sanık’ olma şansını yitirmişlerdi. Ancak Sait Bilgiç beğ duruşmalara avukat olarak katılıyordu. Dâvanın ilk duruşmasına katılan öteki avukatlar ise, hatırlayabildiğim kadarı ile, İsmet Tümtürk (merhum) Sadık Erdem, Bekir Berk (merhum), Gültekin Sonsuzoğlu ve avukat olan eşi idiler.
25 Şubatta yapılan ilk duruşmaya, tabiî olarak, sanık kimliklerinin tutanağa geçirilmesi ile başlanmıştı. Ardından Savcının okuduğu ‘iddianame’ dinlenmiş, daha sonra da sanıkların ilk savunmaları alınmıştı. Duruşma, yargıcın doğrudan atadığı üç kişilik bir ‘bilirkişi heyeti’nin açıklanması ile son bulmuş ve kurulan heyetin belgeler ve sunulan deliller üzerinde inceleme yapıp raporunu hazırlayarak Mahkemeye sunabilmesini sağlayacak başka bir güne ertelenmişti.
Ben bu duruşmayı yapıldığı odada değil, koridorda izleyebilmiştim. Konuşulanları duyamıyor, olup bitenleri göremiyordum. Koridordaki kalabalığın uğultusu duruşma odasında konuşulanları duymamıza, duyabilsek bile söylenenleri anlamamıza engel oluyordu. Bu yüzden duruşmada olup bitenleri Abdullah Savaşçı Beğden dinleyerek öğrenmiştim (Duruşma sırasında koridorda ilgi çekici olaylar da görülüyordu. Bunlardan birinin kahramanı, o sırada avukatlık stajını yapmakta olduğu için duruşmalara benim gibi ‘dinleyici’ olarak koridorda katılabilen Erhan Löker (merhum) dostumuzdu. Benimle birlikte oraya gelmiş olan ve Löker’in yanına fazlaca sokulan “mütecessis” bir hemşehrime, sivil polis sanarak, o gür sesi ile “Yaylannn!” diye bir bağırmıştı. Adliye Sarayı’nın koridorlarına dalga dalga yayılmış olan o davudî haykırışı, hâlâ, bugün olmuş gibi hatırlarım).
Mahkemece bilirkişiliğe atananlar Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinin ceza ve medenî hukuk profesörleri idiler. Fakat atandıkları görevi yerine getirmekten kaçınmışlardı. Onlardan biri olan Prof. Dr. Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, evinden çıkamayacak kadar hasta olduğunu belirten bir rapor göndererek Mahkemenin incelenecek dosyayı teslim etmek için yaptığı toplantıya gelmemiş, gelen Prof. Dr. Nihat Erim ile Prof. Dr. Faruk Erem ise dâva konusu ile ilgili görüşlerini yayın yoluyla kısmen açıkladıklarını, ayrıca sanıklar arasında eski öğrencilerinin bulunduğunu, bu yüzden tarafsız davranamayacaklarını ileri sürerek heyetten çekilmeyi tercih etmişlerdi. Böylece sorumluluktan kaçan veya gazetelerin ve hükûmet yetkililerinin yaygarası ile içinden çıkılmaz duruma giren bu dâvada ‘taraf’ konumuna düşmekten çekinen bu ‘bilirkişi’ler sorunun çözülmesine yardımcı olmadıkları gibi, davanın da gereksiz yere uzamasına yol açmışlardı.
Bu yüzden ikinci duruşma, yeni bir bilirkişi veya bilirkişilerin atanmasına yönelik tartışmalara sahne oldu. İlk duruşmadaki ‘izdiham’ı göz önüne alan ilgililer, bundan sonraki duruşmaların Adliye Sarayı’nın arkasına eklenen iki büyük Ağır Ceza duruşma salonunun birinde yapılmasına karar vermişlerdi. Büyük bir sinema salonunu andıran bu yer, dâvayı izleyecek T.M.D. üyelerini ve dâvaya büyük ilgi gösteren basın mensuplarını rahatça alabilecek kapasitede idi. Duruşma, salona yerleştirilmiş sıralara oturularak, rahatça takip edilebilirdi.
Duruşma açılınca yargıç, önce atadığı bilirkişilerin mazeret (!) belirterek görevden çekildiklerini açıkladı. Ardından da bilirkişiliğe o sırada Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin dekanı olan Prof. Dr. Muvaffak Akbay’ı atadığını tutanağa geçirtti. Sanıklar ve avukatları bu karara karşı çıktılar ve bilirkişiliğin bir kurulca yürütülmesinin taraflı davranışları önleyeceğini belirttiler. Sanıklardan Abdullah Savaşçı, kurulacak heyete Prof. Dr. Hüseyin Avni Göktürk ile Prof. Dr. Zeki Mesut Alsan’ın, avukatlardan Sait Bilgiç ise Prof. Dr. Mümtaz Turhan ile Doç. Dr. Mehmet Kaplan’ın alınmasını istedi. Fakat bu istekler mahkemece rağbet görmedi. Yargıç, üç kişiyi bir araya getirmenin çok zor olduğu kanaatinde idi. Anlaşılan bu Akbay adlı kişinin istenilen raporu, istenilen şekilde yazıp Mahkemeye sunacağı yargıca telkin edilmiş ve Akbay’dan da bu hususta söz alınmıştı. Nitekim bu kişi, Savcının iddialarını da çok gerilerde bırakan, Türk Milliyetçiler Derneği’nin nasıl karanlık işler çevirdiğini büyük bir maharetle ispatlayan (!) raporunu hazırlayarak Mahkemeye sunmuştu. Ona göre derneğin kapatılması için bir gün bile geçirilmesi caiz değildi.
O arada Türk Milliyetçiler Derneği’nin şubesi bulunan yerlerden de, Derneğin ‘ihtiyatî tedbir’ olarak kapatılması dolayısıyla oralarda yaşananlar hakkında bilgiler alıyorduk. Bu konuda bize yazılanlar veya Ankara’ya gelen şube yetkililerinin veya üyelerinin anlattıkları, oralarda akıl almaz uygulamalar yapıldığını, üyelerimiz ve yakınları üzerinde tam bir terör havası estirildiğini gösteriyordu. Çok yerde polis, şube başkanlarının veya üyelerden birinin “yönetim yeri” olarak gösterilmiş olan evlerine baskın yaparak, ev halkının yüreğini ağzına getirecek, komşularını ayağa kaldırarak onlar aleyhine bir havanın oluşmasına sebep olacak davranışlardan çekinmemişti. Hemen hemen bütün şubelerde “vur deyince öldür” hükmü uygulanmış, yani “sorgusuz infazlar” yapılmıştı. Bu yüzden o uğursuz geceyi ‘nezaret’te geçiren çok sayıda üyelerimiz bile vardı. Şubelerin hemen hepsinde Dernek ve eşyaları yerinde ‘koruma altına alınmak’ yerine, çuvallara doldurulup birer semti meçhûle götürülmüştü. Söz gelişi, T.M.D. Kayseri Şubesinin o zamanki başkanı olan Avukat Nevzat Türkten’in anlattığına göre polisler, şehrin ortasında olan küçük hisarın kapılarından biri üzerinde bulunan ve vaktiyle gözetleme yeri olarak kullanıldığı sanılan, 4-5 metrekare alanlı, taştan yapılmış bir kulübede faaliyet gösteren Kayseri Şubesi’ne, o saatte kimsenin bulunmayacağını bilerek baskın yapmışlar, kapıyı kilidini kırarak açmışlar, evrakı torbalara tıka basa doldurmuşlar, Dernek levhasını da bulunduğu yerden koparıp hisar duvarının dibine fırlatmışlardı. Bu tür davranışlar, pek tabiî olarak, hem mahallî Dernek yöneticilerini ve üyelerini ürkütmeye, hem de tanıdıklarını onlar hakkında şüphe duymağa yönelten olumsuz davranışlardı. Bunlara bir de ‘malûm ve mâhut’ basının ve ne yazık ki iktidar çevrelerinin bitip tükenmeyen iftiraları ve yaygaraları eklenince taşradaki insanlarımızın durumunu anlamak zor olmuyordu.
O duruşma günlerinde bizim için de hayat bazan acı, bazan komik olaylarla geçiyordu. Dernek bürolarının mühürlenmesinden sonra bir araya gelecek, oturup sohbet edecek ve dertleşecek yerimiz kalmamıştı. Oysa bunlara en çok muhtaç olduğumuz günleri yaşıyorduk. Evlerde toplanıp arkadaşlarımızın ailelerini meşgul ve rahatsız etmek de istemiyorduk. Çünkü hepimiz sıkı bir polis takibi altına alınmıştık. Böyle toplantılar, gittiğimiz evlere baskın yapılmasına sebep olabilirdi. Kış, hükmünü bütün şiddeti ile sürdürdüğü için parklarda, bahçelerde bir araya gelmek de mümkün olmuyordu. Bundan dolayı uygun bir yer arayışına girdik.
O sıralarda, Atatürk Bulvarı’nın Ulus’tan başlayan tarafında, karşılıklı sıra dükkânlar vardı. Onların Merkez Bankası sırasında bulunanlarının ortasında bırakılan bir aralıktan Millet Bahçesi denilen bir alana girilirdi. O bahçeye girildiğinde, Bulvar üzerindeki dükkânların arkasında yer alan ve birer koridoru andıran iki kahvehaneden girişin solunda kalanı ‘Erzurum Kahvehanesi’ diye bilinirdi. Çayı ile ünlü bir yerdi. Önündeki sahanlık gölgeli ve serin olurdu. Biz de yaz aylarında zaman zaman oraya gidip çay içer, sohbet ederdik. Resmî iş yerlerinin çoğu Ulus’ta olduğu için, orası çoklukla memurların rağbet ettiği bir yerdi. Bir araya gelmek için orayı denemeye karar verdik. Akşam üzerleri işten çıkan arkadaşlarımız, tavla şakırtılarına ve sigara dumanının rahatsız edici havasına katlanma pahasına, sobanın ancak yakın çevresini ısıtabildiği, o uzun alanın büyük bölümünün bu ısıtmadan nasiplenemediği bu yere gelmeğe başladılar. Fakat bir şeyi düşünmemiştik. Orası kısa zamanda ‘sivil dostlar’ın da mekânı olmuştu. Biz orada toplanıp sohbete başladık mı, hemen birileri sandalyeyi çekip en yakınımıza oturuyor, çayını yudumluyor görünerek bizi dikizliyor ve dinliyordu. Bütün gizleme çabalarına rağmen kendilerini hemen belli ediyorlardı. Çok rahatsızlık duyduğumuz bu yeri kısa süre sonra bırakmak zorunda kaldık.
Başka bir yol veya çare bulamadığımız, düşünemediğimiz için Abdullah Savaşçı ile Necati Torun beğlerin birlikte ikamet ettikleri yerde toplanmaya başladık. Orası, Gençlik Parkı karşısındaki ünlü ‘Evkaf Apartmanı’nın çatı katında bulunan, Vakıflar Genel Müdürlüğü memurlarına oda oda kiralanan bir daire idi. Orada kalanlar mutfak, banyo ve tuvaleti ortaklaşa kullanıyorlardı. Sanırım o ‘lojman’da yalnızca Savaşçı ile Torun bekârdı. Onlar gündüzleri işte oldukları, akşamları çoklukla geç geldikleri ve komşularına çok saygılı davrandıkları için, orada kalmaları bir sorun çıkarmıyordu. Çaresizlikten, artık işten çıktık mı, doğruca bu ortak mekâna sığınıyorduk. Fakat orada da rahat kalamayacağımız kısa sürede anlaşıldı. Çünkü ‘sivil dostlarımız’ bizi orada da yalnız bırakmağa niyetli değillerdi. Bazı gecelerde, zemin katının yüksekliği 7-8, öteki her katınınkiler beşer metreden az olmayan bu dev yapının çatı katına sırtlarında sandıklarla, tabiî yaya olarak tırmanıp portakal, limon satmağa çalışanlar türedi. Bir gün de, Savaşçı’nın bir komşusu gelip polislerin daireye baskın yapma hazırlığında olduklarını, bunu eve gelirken duyduğu konuşmalardan öğrendiğini söyledi. Bunun üzerine hemen oradan ayrılmağa başladık. Binadan çıktığımızda, şapkalı dostlarımızı binanın köşelerindeki direklere yaslanmış görmek bizi hiç şaşırtmadı. Savaşçının komşusu, dostlarımızın baskın iştihasını kursaklarında bırakmıştı.
Sivil dostlarımızın zoraki ‘arkadaşlık’ları elbette bunlarla sınırlı kalmıyordu. Aralarında iş yerimize kadar gelip Savaşçı’nın koluna girerek söz kapmağa çalışanlar, arkadaş ziyaretine gittiğimizde bizi yalnız bırakmayanlar vardı. Bir gün bir arkadaşımızı uğurlamak için istasyonun peronunda konuşurken yanımızda peydahlanan bu dostlarımızdan birini fark eden Mehmet Ateşoğlu hemen yanına gidip kolundan çekerek “Gel arkadaş, aramıza gel; konuşulanları orada rahat duyamazsın” demiş, adamcağız kolunu kurtarır kurtarmaz hızla uzaklaşmıştı. Artık evlerimiz de gece- gündüz ‘tarassut’ altında idi. Velhâsıl, duruşma günleri boyunca “emniyet gözetimi altında” ve tabiî ki “emniyette” idik.
Tabiatıyla “duruşma günleri”nin bir de siyasî boyutu vardı. Aynı zamanda Isparta milletvekili olan Türk Milliyetçiler Derneği Umumî Başkanı Sait Bilgiç ile Umumî İdare Heyeti üyesi Dr. Tahsin Tola, 3l Ocak 1953’te, üyesi oldukları Demokrat Parti’den çıkarılmışlar, aynı ilden milletvekili olan İrfan Aksu da bu karara karşı çıkarak Partiden istifa etmişti. Öte yandan, Türk Milliyetçiler Derneği’nin dünya görüşünü paylaşan pek çok DP üyesi de Ankara’da cereyan eden olaylardan tedirginlik duyuyor; Partiye protestolar yağdırıyordu. Bu tepkileri önlemek için, DP Genel Merkezi Ankara’da 175 taşra temsilcisinin katıldığı bir “istişarî toplantı” düzenledi ve Adnan Menderes’in yaptığı bir konuşma ile teşkilâttaki infial yatıştırılmağa çalışıldı. “Partinin umumî faaliyet ve siyaseti etrafında teşkilâtı aydınlatmak” görüntüsüyle yapılan bu toplantının asıl amacının teşkilâtın Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasına göstereceği tepkiyi önlemek olduğu açıktı. Bunu, Derneğin Umumî Haysiyet Divanı üyesi olan Abdülhadi Toplu’nun, toplantının yapıldığı 5 Şubat 1953 gününün akşamında yolda karşılaştığı, toplantıya Muş temsilcisi olarak katılan hemşeh- risinin sözleri teyit ediyordu.
Selâmlaşma faslından sonra Abdülhâdi Bey Ankara’ya geliş sebebini sorduğunda, hemşehrisinden “Şu derneğin kapatılmasına karar verdiğimiz toplantıya katılmak için, DP temsilcisi olarak geldim” cevabını almıştı. Bu, milliyetçi ve muhafazakâr oylarla iktidara gelen DP’nin içine düştüğü hazin durumu açıkça gösteriyordu.
Türk Milliyetçiler Derneği dâvasının “karar duruşması”na böyle gelinmişti.