Ana Sayfa 1998-2012 MAHYÂDAN ÇIKAN

MAHYÂDAN ÇIKAN

Irak Başbakanı(!) Mâlikî, Türkiye’ye gelmiş. Sanki müstakil bir ülkenin hükûmet başkanı imiş gibi, parlak karşılama merâsimleri yapılmış, mûtâd devlet protokolü eksiksiz uygulanmış.

Hâlbuki, Mâlikî, Amerika’nın tâyin ettiği bir memur. Türkiye gibi, Dünyâ’nın umûr görmüş birkaç devletinden biri, nasıl olur da böyle traji-komik durumlara düşer? Anlamak da, anlatmak da mümkün görünmüyor.

Mes’ele, tabiî ki, sâdece merâsimden, teşrîfatdan ibâret değil.Yapılan görüşmeler sonunda, Kerkük’ün istikbâlini Mâlikî’ye sipâriş etmişiz ve “Kerkük’de yanlış yaparsanız, neticesi sizin için iyi olmaz!” diye, kuru sıkı bir lâf kalabalığını Irak cenâhına savurmuşuz.

Mâlikî’nin, Kerkük ve onun geleceği hakkında ne gibi mes’ûliyeti olabilir ki? Şu anda, Kerkük için muhâtab Amerika’dır. Barzânî ve PKK, Amerika’ya rağmen “Kerkük” lâfzını edebilirler mi?

Sınırlarımız içerisinde, incir çekirdeğini doldurmayacak eften-püften işlerle uğraşıp vatandaşın mukaddesâtına musallat olanlar, Kerkük hakkında niye “lâl ü ebkem”dir? Türkiye’nin bir Kerkük plânı yoksa, Mâlikî ne yapsın? İtirâf etmek lâzım ki, bugün Kerkük gibi, Kıbrıs gibi hassâsiyet noktalarını, AB yolunu tıkayan engeller şeklinde gören ve bu yüklerden Türkiye’yi kurtarmak için, “silkip atma” teklifini alenî olarak yapan gruplar, dernekler var. Kendi târihini okumayan ve zihnini kiraya veren insanımız, bu yâveler karşısında, beklenen haysiyetli tavrı –maalesef- gösteremiyor.

“Çok yazmak için çok okumak lâzım.” diye bir cümle gözümüze ilişti. Peki, bu hüküm nereye kadar işe yarar? Yâni, “çok yazmak” bir fazîlet midir? Değerli olanı, “çok yazmak”değil, “iyi yazmak”tır. Elbette, “çok okuma”ya itirâzımız olamaz. Lâkin, onun da kalitelisinden yana saf tutmalı. Çok, fakat okumaya değecek şeyleri okuyan insan; çok yazmasa da, “iyi” yazar.

Cumhûriyet târihinin tekrarlanan kampanyaları arasında rek r, “okuma-yazma” adını taşıyandadır. Ortada, rekor dışında hiçbir artı(+) işâreti bulunmuyor. Bu kampanyalara “seferberlik” gibi askerî sıfatlar da konmuştu. Hedef, tamâmı “okur-yazar” bir Türk milleti idi. Yüzde seksen veyâ doksan civârında bir rakam yakalandı da. Netice olarak, sâdece okuyan ve yazabilen bir topluluğumuz oldu. İçi boş, kocaman bir balon. Cicili-bicili, bol resimli gazeteleri, on beş dakikalık vapur yolculuğunda okuyup çöp sepetine atan bir insânî sonuç elde ettik. Derinliği olmayan; analiz de, sentez de yapamayan; aklını, fikrini ihâleye çıkarmış bir yığın; okusa ne olur, okumasa ne olur?

17. yüzyıla, adını verecek kadar damgasını vurmuş bir okuma-yazma erimiz var: Kâtib Çelebî. Dördüncü Murad Hân’ın idâresindeki askerî faaliyetlere katıldıktan ve kanaat dünyâsında kâfi miktâra çıkardığı kitap koleksiyonuna ulaştıktan sonra; topladıklarını okumak ve bu okuma safhasından “yazma” noktasına erişmek için kendini: “cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere” dönmeye dâvet eder. Ona göre, silâh mârifetiyle yapılan cihâd “asgar”, kalem ve kitapla yapılan ise “ekber”. Bundan daha mânâlı seferberlik olur mu?

Basına akseden beyânında bir devletlûmuz, aksi istikâmette bir sefere çıktığını ifşâ edercesine: “Kadını engelleyen din değil, töredir.” demiş. Kadının, insanca bir hayat sürmesine İslâm dininin engel olmadığı meydanda. Mâlûmu îlâma lüzûm yok. Eğer, bu cümlede sarf edilen “din” sözü ile İslâm dışındaki bir inanç sistemi kasdediliyorsa, o zaman ayrı değerlendirmeler yapmak gerekir. İslâmın, kadın engelleyici taraklarda bezi bulunmuyor.

Gelelim “töre”ye. Burada mahkûmiyet karârı çıkarılan töre, Türk töresi olamaz. Destanlar döneminden başlayarak mercek altına alınacak Türk yaşayışında, hep erkekle yan yana görünen Türk kadınının, hiçbir medenî ve insânî hakkın mahrûmiyetini çekmediği görülecektir.

“Kadın” sözünün de menbâını teşkîl eden “hâtun” kelimesi, “kraliçe” (=hanım sultan) kullanılışından çok yaygın bir kabûl merhalesine ulaşmış ve neredeyse bütün Türk kadınları “hâtun”laşmıştır. Nasreddin Hoca’nın tatlı dilinde ayrı bir mânâ güzelliği kazanan “hâtun” tâbiri, hiç şüpheniz olmasın, özbeöz Türkçedir.

Peki, kadını engellediği söylenen “töre” nedir? Buna, töre deniyorsa, dikkatli bir şekilde, önüne “Türk” sıfatını aslâ koymamalı. Çünkü, Türk töresinin böyle bir ayıbı, târihin hiçbir döneminde olmadı.

Bid’at, hurâfe, dalâlet, cehâlet vs. gibi nice menfî sebeplerle beslenen, başta feodal yaşayış tarzı olmak üzere, günlük hayâtı kuşatan töre dışı “geleneksi”lerle sokaktan kopan “kadın dünyâsı”nın, İslâm diniyle ve Türk töresiyle aslâ irtibâtı yoktur. Türklük ve İslâm dışı renk bozuklukları, bu milletin berrak suyunu bulandıramaz. Ama, birileri Türk dilini bulandırmayı başardı.

“Doktrin” karşılığı kullanılan bir garîb tâbir var: “Öğreti”. Daha telâffuz edilirken “eğreti” sözünü tedâî ettiriyor. “Doktrin”e karşı duruşu da aynı şekilde eğreti.

Tabiî ki, mecbûr kalmadıkça “doktrin” kelimesini aynen almayalım. Ama, uydurmanın da mânâsı yok. Doktrini karşılayacak birden fazla kelimemiz bulunuyor. “Meslek, fikir, mekteb” vs. Lâkin, bugün pek yaygın bir şekilde bu sakîl “öğreti”, doktrine matador bayrağı sallıyor. Hâlbuki; fikir, mekteb ve meslek, arkalarında yığınla deyim, mecaz ve darb-ı mesel taşıyan asır-dîde söz sermâyelerimizdir. “Öğreti”de, tam mânâsıyla bir çıplaklık, zavalılık görüntüsü var. Kimler, hangi ilmî mesnede bakarak bu tufeylî sözü dilimize yamamışlardır? Bunu, yapsa yapsa, Türk’ü itlâfa yeltenenler yapar.

Seviye, her işimizde yukarıya çekilmeli. Şu yaşadığımız günlerde, seviyeli olmaya ve durmaya çok ihtiyâcımız var. Aşağıya imrenmenin bizi getirdiği nokta, çukur içre çukurdur. Uzun zamandır, bu çukuristanda yol arıyoruz ama, nâfile. Battıkça batıyoruz.

Dilimize yapışmış birtakım kaba lâfızlar, öylece duruyor. Karşımızdakine iltifât ederken de, hakâret ederken de, aynı kaba sesleri çıkarıyoruz. “Güzel”in, güzelliğini anlatmaya “çirkin” kelimesini göndererek itibâr peşine düşen köylü-kasabalı vatandaşımızın yerini, şimdilerde külhanbeyi nârâları atan şehirli aldı. Bu şehirlinin, siyâset urbalısı da bir başka konuşuyor.

Târihimize “93 Harbi” diye geçen ve meş’ûm neticeler veren silâhlı çatışma, bugün Istanbul’un belediye sınırları içinde kalan Yeşilköy (Ayastefanos) yakınlarında, Rusların durdurulmalarıyla biter. Burada imzâlanan, şartları çok ağır antlaşmanın ardından, Rus orduları başkumandanı Grandük Nikola, Sultan II. Abdülhamîd Hân’ı ziyâret etmek bahânesiyle Dolmabahçe Sarayı’na gelir.

Aynı zamanda Rus Çarı Aleksandr’ın kardeşi olan Nikola, kendisine tahsîs edilen Beylerbeyi Sarayı’nda kalır. 1878 yılının Mart ayına rastlayan bu ziyâret esnâsında Istanbul’un bütün câmilerinde mahyâlar hazırlanır ve yakılır. Başta Grandük Nikola olmak üzere, Rus heyetindekiler, bunun, kendilerini karşılamaya yönelik bir “hoş geldiniz” teşrîfâtı olduğunu zannederler ve notlarına da bu meâlde satırlar yazarlar.

Hâlbuki, bu mahyâ cümbüşünün Ruslarla hiçbir münâsebeti yoktur. O sırada 1878 yılının Ramazan’ı girmiştir. Her Ramazan’da olduğu gibi, İstanbul câmileri düğün evi tarzında donatılmıştır.

Ayastefanos misilli, şartları çok ağır, netâmeli bir antlaşma sırasında bile, hassâsiyetlerinden tâviz vermeyen Osmanlı Müslüman ahâlisi, günümüzde turizm patlatma vesîlesi addedilen dinî bayramlarımızı da, hakkını vererek idrâk ediyordu.

1839’dan beri, Türk’ü dininden ve âilesinden koparmak için yarışa girenler, el’ân daha arzû ettikleri kıvâma gelmediğimizi düşünüyorlar. AB kapısında katlandığımız zilletin, başka bir îzâhı var mı?..

 

Orkun'dan Seçmeler