Ana Sayfa 1998-2012 Küresel terör ve Türkiye’nin güvenliği

Küresel terör ve Türkiye’nin güvenliği

“Düşman sadece dışarıda değildir. İçte de bu ulusun yaşamı ile oynamak isteyen düşmanlar vardır. Dış düşmana karşı aldığımız önlemleri, gösterdiğimiz birliği, iç düşmana karşı da daha sertlikle, daha uyanıklıkla göstermeliyiz.

Mustafa Kemal Atatürk

Yirmi birinci yüzyılın başlarında salgın bir veba gibi dünyayı saran anarşi ve terör, insanlık tarihi kadar eski olup, kökleri Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesine kadar uzanmaktadır.

Filistin’de MS 66-73 yılları arasında faaliyet gösteren ve bir dinî mezhep olan “Sicariî” grubu, bilinen en eski terör örgütüdür.(1) İran’da hasımlarını ortadan kaldırmak için suikastler planlayıp icra eden “Haşhaşin” örgütü ile Afrika’da geçimlerini siyasî suikastlar düzenleyerek sağlayan ve “Kalabalar” olarak bilinen bir kabile, terör örgütlerinin ilki olarak kabul edilmektedirler.(2)

Bir Alman komünisti olan Wilhelm Weitling, Fransız İhtilâli’nden önce katilleri ve hırsızları seferber ederek bir cehennem yaratıp cennetin krallığını ilân etmiş; düzenlediği suikastlerle Avrupa’ya dehşet salmıştı.

Fransız İhtilâli’nde (1789) ihtilalin fanatik aydınlarından Robespierree, Danton, Morot 17000 kişiyi ölüme mahkûm etmiş ve başlarını giyotinle kestirmişlerdi. Bu uygulamanın, daha sonra, başka ülkelerde de uygulandığı görülmüştür.

ABD’nin kurulduğu günlerde, bu ülkede yaşayan yerli Kızılderili kabilelere uygulanan katliam, devlet eliyle icra edilen teröre güzel bir örnek teşkil etmektedir.

İstanbul’daki Batılı elçilerin dikkatlerini Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan Ermeniler’in üzerine çekmek için Ermeni Taşnak Örgütü’nün (Sosyalist Parti) bir militanının 1896’da İstanbul Osmanlı Bankası’nı işgal etmesi modern anlamda terörün başlangıcı sayılmaktadır.(3)

Hatırlanacağı üzere, Sırbistan Veliahdı’nın Saray Bosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesi, Avrupa’yı kana bulayan Birinci Dünya Harbi’nin başlamasına sebep olmuştur.

“Zalimleri öldürme” geleneğinin mirasçısı olan “Rus Narodikler”(4) ve Rusya’da, Çarlık döneminde Mikhail Bakunin ile diğer anarşist ve teröristler sinsi, örtülü, yıkıcı faaliyetleri uygulamakla kalmamışlar, aynı zamanda teorisini de hazırlayarak terörün öncülüğünü yapmışlardır. Daha sonra Rusya’da tırmanan anarşi ve terör 1917 yılında halk ayaklanmasına dönüşmüş; ihtilâlin sonunda Rus Çarlığı yıkılmış ve yerine bütün ülkeye egemen olan bir Komünist rejim kurulmuştur.

İkinci Dünya Harbi’nde işgal altındaki ülkelerde kurulan “Partizan Gruplar” Alman kuvvetlerine karşı sinsi, örtülü, yıkıcı bir mücadele vermişlerdir. Partizan faaliyetlerinin en güzel örneklerini Polonya’da, Fransa’da, Yugoslavya’da, Rusya’da, Yunanistan’da görmek mümkündür.

İkinci Dünya Harbi’nden sonra dünya, karşıt ideolojilere sahip, ABD ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) gibi iki süper güçün birbirlerine üstünlük sağlamak için giriştikleri nüfuz ve güç mücadelelerine sahne olmuştur. İki süper güç’ün doğrudan sıcak çatışmadan kaçındığı ve savaşı nükleer bir harbe dönüştürmek istemediği “ Soğuk Savaş” döneminde (1946-1990), SSCB; İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Portekiz sömürgelerinde kurtuluş savaşı başlatan yer altı örgütlerine her alanda destek vererek komünist ideolojiyi dünyaya hakim kılma mücadelesine başlamıştı. Buna karşılık başta ABD olmak üzere, Batılı devletler SSCB’nin genişlemesini önlemek ve O’nu sınırları içinde tecrit etmek için “sosyalist devrim” adı altında ayaklanan SSCB ve Çin destekli yer altı örgütleri ile mücadele eden meşru devletin yanında yer alarak O’na her türlü desteği vermişlerdir. Böylece İkinci Dünya Harbi’ni takip eden ilk on yıl içinde tarafların geliştirip amaçları doğrultusunda uyguladıkları “Düşük Yoğunlukta Çatışma” (DYÇ) yeni bir harp türü olarak ortaya çıkmıştır. Genel olarak zayıfın güçlüye karşı uyguladığı DYÇ:

“Siyasi, sosyal ekonomik ve psikolojik hedefleri gerçekleştirmek için yapılan politiko-militer bir mücadeledir. Askerî olanak ve yeteneklerin kullanılmasını kapsamakla beraber, muntazam ordularla döğüşülen harbin kısasında kalır. Genel olarak terörü, propagandanın her türünü; sinsi, örtülü, yıkıcı bütün faaliyetleri vasıta kılarak diplomatik, ekonomik ve psikolojik baskılarla sürdürür.”(5)

Konvansiyonel muharebede görmeye alıştığımız muntazam cepheler ve bu cephelerin yan ve gerilerinin bulunmayışı; ülkenin tamamının muharebe alanı olması; düşmanın her yerde olması, fakat hiçbir yerde olmaması DYÇ’nin en belirgin özelliklerini teşkil etmektedir.

Yıllardan beri dünyanın hemen hemen her yerinde görülen DYÇ, Kuzey Vietnam’da SSCB ve Çin’in desteğindeki Viet-Cong yer altı örgütünün, önce buradaki Fransız ve daha sonra Amerikan kuvvetlerine karşı başarılı bir mücadele vermesi üzerine dünya ülkeleri tarafından benimsenen yaygın bir mücadele şekli olmuştur. Soğuk Savaş döneminde Mao Tse Tung (Çin), Vo Nguyen, Giap (Vietnam), Fidel Castro, Che Guevara (Küba), Lenin, Trotsky (Rusya), Tito (Yugoslavya), Ho Chi Minh gibi devrim liderleri deneyimlerini yazdıkları kitaplarda toplayarak yer altı örgütlerinin eylemlerini stratejik bir tabana oturtmuşlar; DYÇ’yı bir doktrine ve kurallara bağlamışlardır. Soğuk Savaş dönemi olarak anılan 1946-1990 yılları arasında uçak kaçırma, adam öldürme, rehin alma, sabotaj düzenleme, silâhlı soygun, bombalama ve terörün akla gelebilen her türü âdeta insanların günlük yaşamlarının bir parçası haline gelerek, yavaş yavaş, uluslar arası sistemin dinamiğinde hâkim unsur olmaya başlamıştır.

SSCB’nin dağılmasından ve komünist ideolojinin çökmesinden sonra (1989-1990), ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı dünyada yeniden bir siyasî yapılanma süreci başlamıştır. Yirmi birinci yüzyılda baş döndürücü bir hızla gelişme gösteren teknolojiye paralel olarak, DYÇ ile terör de her alanda gelişme göstermiş; dünya barışını ve güvenliğini tehdit eder bir boyuta ulaşmıştır. El Kaide terör örgütünün 11 Eylül 2001’de ABD’nin New York kentinde Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine ve Pentagon’a karşı, içinde yolcuları olduğu halde sivil yolcu uçakları ile düzenlediği intihar saldırıları, binlerce kişinin ölümüne yol açmış; terörün yarattığı felâketin ciddiyetini gözler önüne sermiştir. Bu olaydan sonra El Kaide, değişik zamanlarda, birbiri arkasına, Suidî Arabistan’da, Endonezya’da, İstanbul’da (Türkiye), Madrit’te (İspanya), Londra’da (İngiltere), Şarm El Şeyh’te (Mısır) icra ettiği tahrip gücü yüksek bombalı saldırılarla teröre bir küresel kimlik kazandırmış ve dünyada hiçbir ülkenin terörden masun olmadığını, terörün beklenmedik bir zamanda, hedef ülkeyi, umulmadık bir şiddette vurabileceğini göstermiştir. Geçmişe nazaran dünyada giderek sayıları artan ve büyük ölçüde gelişme gösteren bazı terör örgütlerinin küçük çaplı nükleer biolojik ve kimyasal silahlara (NBC) ulaşma gayreti içinde oldukları bilinmektedir. Bu silahları ele geçirdikleri ve kullanma yeteneğine sahip oldukları zaman, hiç şüphesiz, DYÇ daha tehlikeli bir boyut kazanacak ve teröre karşı verilen mücadele daha da zorlaşacaktır. Bu gelişmelerin ışığı altında denilebilir ki, gelecekte, anarşi ve terörün dünyanın yeniden siyasî yapılanmasında (küreselleşme) önemli rol oynayacağı değerlendirilmektedir. Henüz, ulusların dünyayı tehdit eden anarşi ve terörü ortadan kaldırmak için ortak bir mücadele verilmesi konusunda uzlaşı içinde ve bu mücadeleyi vermeye hazır olduklarını söylemek çok zordur. Bugün dünyada tek süper güç olan ve kendisine rakip başka bir gücün oluşmasını istemeyen ABD, dünyadaki enerji ve hammadde kaynaklarını kontrol ve denetimi altına alarak, dünya üzerinde hakimiyet kurmayı plânlamaktadır. Bu amaçla hedef ülkede kurup desteklediği yer altı örgütleri ve yasal görünümlü sivil toplum kuruluşları (STK), dernekler, vakıflar, dinî cemaatler, v.b. kurumları/kuruluşları bir baskı aracı olarak kullanmak suretiyle ve sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetler ile ülkenin yönetimini değiştirerek kendi amaçlarına hizmet edecek yönetimler kurma çabası içindedir. Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmesi; Gürcistan’da, Ukrayna’da, Kırgızistan’da gerçekleştirdiği hükümet değişiklikleri ABD’nin, çok zengin enerji kaynaklarına sahip Orta Doğu ve Orta Asya’ya yerleşmeye çalıştığına güzel örnek teşkil etmektedir.

Kısaca denilebilir ki, terör geçmişte varolduğu gibi, bugün de vardır, yarın da var olacaktır. Soğuk Savaş yıllarının başından itibaren Türkiye dünyadaki iki süper güçün nüfuz mücadelesinin hedefi olmuştur. Türkiye’yi istikrarsızlaştırarak Batı Bloku’ndan koparıp, Komünist Blok’un içine çekmek isteyen SSCB bu ülkede Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemiş çok sayıda yer altı örgütü kurarak T.C. Devleti’ne karşı âdeta, ilân edilmemiş sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü bir savaş başlatmıştı. Anılan yer altı örgütleri, 1960-1980 yılları arasında Türk milletinin en büyük gücü olan homojen yapısını bozmak, devleti zayıf düşürmek ve bölgesinde büyük bir güç olmasını önlemek için eylemlerini yoğunlaştırmışlardı. Türkiye’nin hemen hemen her yerinde gemi azıya alan terör 1970-1980 yılları arasında hükûmetin kontrolundan çıkmış, ulusun üzerine bir kâbus gibi çökmüştü. “Türkiye’de Anayasa ile kurulan siyasî düzeni yıkıp yerine kendi ideolojileri doğrultusunda siyasî bir yönetimi hâkim kılmak”, bahse konu yer altı örgütlerinin ortak hedefleri idi. Bu durum karşısında, terör ve teröre karşı mücadele stratejisi ve doktrininden tamamen habersiz olan; ülkedeki duruma hazırlıksız yakalanan ve önceden tedbirlerini almayan siyasî yönetim kadrosu şaşırmış, kararsız, ne yapacağını bilmeyen bir davranış sergiliyordu. Terörle mücadeleye ilişkin bilgi, beceri, eğitim, öğrenim ve teşkilât yetersizliği devletin bütün kurumlarında/kuruluşlarında açıkça görülüyordu. Türk milleti önü alınmaz bir şekilde bir iç harbe doğru sürükleniyordu. Devletin varlığını, milletin bölünmezliğini ve vatanın bütünlüğünü korumakla yükümlü Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ülkede kardeş kanı dökülmesini önlemek üzere 12 Eylül 1980 tarihinde devlet idaresine el koymak zorunda kalmıştır. Bu tarihten itibaren TSK’nin eşgüdümünde güvenlik kuvvetleri (askerî birlikler, jandarma, polis teşkilâtı), Milli İstihbarat Teşkilâtı (MİT), adalet ve siyasî kurumlar/kuruluşlar seferber olmuşlar, halkla bütünleşerek tam bir işbirliği içinde Türkiye’nin her köşesindeki yer altı örgütlerine karşı kesintisiz üç yıl mücadele vermişlerdi. Bu amansız mücadelenin sonunda bahse konu örgütlerin hemen hemen tamamı %30-%90 güç kaybına uğratılmıştı.

Devletin bütün çabalarına rağmen, başta Suriye olmak üzere, Irak’ın kuzeyinde ve İran’ın güney batı bölgesinde güvenli harekât ve lojistik destek üsleri kurma olanağı bulan PKK (Partiya Karkaren Kurdistan-Kürdistan İşçi Partisi) AB’ne üye bazı devletler ile Rusya ve ABD’nin örtülü olarak verdikleri destekle gücünü artırmış ve varlığını idame etmeyi başarmıştır. PKK’nın yanısıra, bazı aşırı sağ ve aşırı sol örgütlerin üst düzey yöneticileri güvenlik kuvvetlerinin takibinden kaçarak Avrupa’da değişik ülkelere sığınmışlar; içinde yaşadıkları ülkenin aşırı ölçüde hoşgörüsünden ve örtülü olarak verdiği destekten yararlanarak, zayıf da olsa, örgütlerinin varlıklarını muhafaza etmelerini sağlamışlardır.

Bazıları da Türkiye’deki yasaların boşluklarından, demokrasinin zafiyetlerinden yararlanarak kanun dışı örgütlerine bir siyasî parti kimliği kazandırarak örgütün varlığını sürdürme imkânını bulmuşlardır.

Bu durum muvacehesinde Türkiye’deki terör örgütlerinin tamamının çökertilmesi mümkün olmamıştır. Halen bahse konu örgütler, AB, ABD ve Türkiye’ye komşu bazı ülkelerin desteğinde ve onların Türkiye üzerindeki emellerine hizmet edecek şekilde eylemlerini sürdürmekte, Türkiye’nin ulusal güvenliği için ciddî bir tehdit oluşturmaktadırlar.

• Devamı var.

DİPNOTLARI

1- Emin Demirel; 4. baskı 1999; Terör; Alfa ltd., İstanbul, s:272 a.g.e. s:27

2- a.g.e s: 27

3- Gerard Chaliand; 1982; A Historical Anthology From The Long March To Afganistan; Univercity Of California Press Ltd. Los Angeles And London s:30

4- a.g.e. s:30

5- TRADOC Pam 525-44; 10 February 1986 s:1

 

Orkun'dan Seçmeler