17Ağustos 1999 Marmara depremi ile başlayan felâketler ve olası deprem tartışmaları hâlen sürmektedir. Bütün dikkatlerin bu felâket senaryolarına yoğunlaştığı şu günlerde, milletimizin geleceğini etkileyen sosyal sarsıntılar da artarak devam etmektedir.
“Kısa kısa” diyerek bu zaman diliminde takıldıklarımızı sıralamaya devam edelim:
2 Aralık 1999 tarihinde bir özel TV kanalının “Kaybolan renklerimiz: Azınlıklar” adı altında yaptığı siyasî ve sosyal içerikli programı değerlendirmeye çalıştığımızda, Türk milletinin gözü önünde “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misâli oynanan oyun bütün çıplaklığı ile bizleri rahatsız etti.
Bu programda Ermeni-Rum-Musevî asıllı vatandaşlarımız ile ne olduklarını pek anlayamadığız şahsiyetlerin, gerçekleri dile getiriyoruz derken, kullandıkları ifadelere ve iddialarına baktığımızda; bunları gerçeklerin ve bir takım yanlış uygulamaların anlatılmasından ziyade; yakın tarihimizin, Cumhuriyetimizin yargılanması olarak kayda değer buluyoruz.
Ana tema olan varlık vergisinden yola çıkılıp, şu anda dahi her türlü imkâna sahip olarak icra-i faaliyet gösteren azınlıkların, Tanzimat ile kazandıkları bir takım imtiyazları ve Türk toplumu üzerinde hâkimiyet kurma özlemini çektiklerini müşahede ettik.
Konuşan kişiler özenle seçilmişlerdi. Konuların, temsil ettikleri zihniyetin uzmanı oldukları belliydi. İfade tarz ve stilleri Cumhuriyet öncesi hasta adam Osmanlı Türkiye’sinin özlemini çektiklerini gösteriyordu. Konuşurken bazılarının gözlerindeki ve seçtikleri kelimelerdeki kin ve gayzı görmemek mümkün değildi.
O gece, orada Türk milleti, Türkiye Cumhuriyeti, hepimizin gözü önünde itham edilip yargılanmaya, mahkûm edilmeye çalışıldı. Kısaca Türk milletinin âlicenaplığına, hoşgörüsüne, anlayışına, dostluğuna karşı her zaman olduğu gibi haksızlık yapıldı. Ayıp edildi.
Türk milleti bu davranışları görmezlikten gelemez ve gelmemelidir.
ooo
Daha sonraki günlerde birtakım kuruluşların organizasyonu ile Avrupa İnsan Hakları ve Türkiye’deki İnsan Haklarını izleme adına, İstanbul’daki bir otelde (Armada Otel) yapılan toplantıyı basından takip ettik. Bu toplantıda da, yukarda bahsettiğimiz TV programında assolistliğe soyunmuş bir azınlık mensubu vatandaşımızı söz sahibi olarak gördük.
“1914 öncesi Osmanlı Türkiyesinin renkli siması, İmparatorluğun en büyük nüfusu Ermenilerin sistemli bir şekilde imha edildiğini” söyleyerek ırkdaşlarının hesabını sorma ve birtakım hak talebinde bulunma gayreti ile bu konuşmaların ilerde vesika olarak kayda geçmesini sağlama amacı güdüldüğünü tesbit ettik. Her zaman olduğu gibi, hunharca katledilen Türklerden bahsedilmedi.
Sanki bu toplantı, Cumhuriyet devri İstanbul’unda değil, Sanfransisko’daki Ermeni kin ve intikam anıtı önünde veya Talat Paşa’nın yargılandığı mahkemede katilin değil de Türk Devletinin, Türk soyunun yargılanışı biçimine dönüşmüştü.
Birden Boğazlıyan Kaymakamı Millî şehidimiz Kemal Bey’in öz yurdunda Nemrud Mustafa divanında yargılanışını ve idamını hatırladık. İrkildik… Zihniyetin değişmediği gerçeğinden yola çıkarak kinlendik…
Tahmin ediyoruz ki (perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğu gibi) ilerki zaman dilimi içerisinde bu iddialar tekrar tekrar Türk Milletinin önüne getirilecektir derken, Şubat ve Mart 2000’deki son gelişmelere ait haberler:
Fransız parlâmentosunda “Sözde Ermeni soykırım yasa tasarısının” ele alınmadığı haberleri…
Veriliş tarzı Cmuhurbaşkanı Jacques Chirac’ın âlicenaplığı, Türk dostu olarak sunuluşu, Fransız silâh sanayiinin Türkiye’ye olası silâh pazarlamasını ve iştahları kabartan enerji yatırımlarına olan taleplerini kamufle etmeye matuf haberler. Ermenistan’ın, Fransa’ya nasıl kızdığı ve tepkilerini belirttiği de bu haberlerin arasına ustaca yerleştirilmiş.
O Fransa ki Kanunî Sultan Süleyman sahip çıkmasa idi Almanlar ile İspanyollar arasında belki de paylaşılmış olacaktı.
Fransa bugün hür ve müreffeh bir ülke ise bunu biz Türk’lerin âlicenaplığına borçludur. Avrupa’nın en fakir ülkesi iken Kanunî’nin ekonomik güç sağlamak için verdiği ticarî imtiyaz hakkı (kapitülâsyonlar) ile ihya olmuştur.
Buna karşılık, 1850’li yıllardan itibaren Osmanlı tebaası Ermenileri örgütleyen, silâhlandıran, isyana teşvik eden, hattâ Osmanlı Devleti’nin en sıkışık anında Suriye topraklarında bir Ermeni Devleti kurmaya çalışan devletler arasında ne yazık ki Fransa da vardı.
1918 Mondros Mütarekesi’ni takiben İstanbul’a giren işgal kuvvetlerinin içindeki Fransız birliklerinin başında bulunan soytarı kılıklı komutan Franchet D’Esperey’in beyaz bir at üzerinde, Sezar havalarında Tophane’den Taksim’e kadar hava atışını ve Ermeni taşkınlıklarına göz yumuşunu Türk Milleti hiçbir zaman umutmamıştır ve de unutmamalıdır.
İşgal esnasında Fransız askerlerinin İstanbul halkına reva gördüğü zulümler soykırımdan da beterdi…
Maraş ve Antep işgalinde, Fransız üniforması taşıyan Ermeni komitacıların himaye edilmesi; Hatay’ın Anavatana kaçınılmaz ilhakını geciktirmek için çıkartılan Dersim İsyanı’ndaki Fransız desteğini ve de ASALA belâsını milletimize musallat eden insan hakları havarisi batılı dostlarımızın arasında bulunan Fransa’yı unutmak mümkün mü?
Suç dosyası oldukça kabarık olan bu dost ve müttefik ülke, Şubat 2000 ayı içerisinde nedense bu kez “sözde Ermeni soykırımı yasa tasarısının” Senatoda ele alınmasını engelliyor. Madam Mitterand herhâlde üzülmüştür derken (10 Mart 2000) Fransa’daki Ermeni lobisi kıvrak bir manevra ile hareketleniyor. 29 Mayıs 1998 tarihinde Fransız meclisinden geçirmeyi başardıkları “sözde 1915 Ermeni soykırım yasasını” Senato tarafından altı kez reddedilmesine ve Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın bu son şovuna rağmen onaylatmanın yollarını arıyor. Paris’teki bir grup Ermeni, Senato binası önünde bir stnad kurarak senatörler üzerinde baskı uygulamaya çalışıyorlar. Fransız vatandaşlarının da desteğini sağlayarak şu anda reddedilmiş görüntüsü verilen yasayı senatodan onaylatarak geçirmenin tezgâhını yapıyorlar.
Bu arada APO hamisi İtalya da boş durmuyor. Bir taraftan Türkiye pazarındaki ticarî paylarını artırmak için girişimlerde bulunurken; diğer taraftan Roma Belediye Meclisinin 6 Mart’taki toplantısında, komünist, merkez, liberal ve sağ partilere mensup üyelerce “sözde Ermeni soykırımının” kabul edilmesi için sunulan tasarının, 60 üyeli belediye meclisinde oylanması sırasında hazır bulu nan 36 üyenin olumlu oyuyla kabul edildiğini görüyoruz.
Roma Belediye başkanı Francesco Rutelli imzasıyla bu karar İtalya hükûmetinden soykırımın tanınması ve gereğinin yapılması için Başbakan Massimo D’Allema’ya sunuluyor.
İtalyan otomotiv sanayiinin önde gelen bir firmasının (Türkiye’deki yatırımları hepimizin malûmu olan) yan kuruluşu ve ortağı olduğu diğer bir İtalyan firmasının ürettiği plastik personel mayınları ile hayatını kaybeden veya sakat kalan aslan gibi Mehmetçiklerimizin kanına giren İtalya’dan başka türlü bir davranış ummamamıza rağmen; bu ülkenin insanları üzerinden para kazanan Türk ortağın hiç olmazsa bu ülkenin insanlarına bir vicdan borcu olarak, İtalya nezdinde Ermeni lobisinin etkisini kırmak için girişimlerde bulunmasını beklemek de hakkımız olmalıdır.
Tabiî, Türkiye’deki yağma düzeninde yapılan özelleştirme furyasından başlarını kaldırabilirlerse!..
Fransa, İtalya bunları yapar da Hollanda geri kalır mı?
Hollanda’da yaşayan Ermenilerin sözde soykırım için anıt dikme izni almasıyla başlayan kriz devam etmektedir. Uluslararası Ermeni Lobisi bastırmaktadır. 24 Nisan 2000’e gelinirken Türkiye’ye baskı attırılmıştır. Kopenhag kriterlerine uyum sağlayıp, sağlayamayacağı konusunda Türkiye sınanmaktadır. Hollanda krizini, Helsinki zirvesinin yüzü suyu hürmetine; Türkiye-AB ilişkilerine zarar vermeden (ani ve sert tepki vermemek kararıyla) çözümlemek için bir formül arayışını ne yazık ki sürdürmekteyiz.
Okyanus ötesinde de durum pek iç açıcı değil. ABD’nin eyalet politikacıları, bir avuç Ermeni ile Yunanlının oylarını almak, seçim kampanyalarına maddî destek sağlamak için ABD’nin millî politikasına ters düşse bile Türkiye’yi rahatlıkla harcayabildiklerini defalarca ispat etmişlerdi.
Amerikalılar, bu kere de Virginia Eyalet meclisinin “sözde Ermeni soykırımıyla” ilgili bir karar tasarını oybirliği ile kabul etmesiyle; Fransa, İtalya ve Hollanda’dan geri kalmadıklarını ispat etmiş oldular.
Amerika’da, Türkiye’ye yönelik Ermeni faaliyetlerini yöneten kişi Murad Topalyan (Amerikan-Ermeni Ulusal Komitesi Başkanı) yıllarca ASALA terör örgütünün ABD’deki adamı olup, Massachusets’te bir Ermeni’ye ait çiftlikte ASALA militanlarına silâh eğitimi vermiştir.
M. Topalyan, Newyork’ta 1980 Ekim ayında üç kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan (BM’deki Türk misyonuna yönelik) bombalama olayı ile ilgili çeteyi yönetmekten, patlayıcı, makinalı tüfek ve değişik ateşli silâhlar bulundurmaktan dolayı beş ayrı suçlama ile 1999 Ekim ayı ortalarında tutuklanmıştı. Hüküm giymesi halinde, 31 yıl hapis cezasına çarptırılacaktı. Ne var ki faaliyetlerine devam etmekte olup son gelişmelerde de yöneten kişi durumundadır.
Birkaç yıl önce idi, Türkiye’mizdeki hatırlı bir holding patronu, ABD’deki Ermeni lobisinin ileri gelenlerini peşine takıp, bir sayın bakanımızın makamına kadar onları götürmüş, daha sonra da bu muhterem zevat ile birlikte kapalı Ermenistan hudut kapısından Erivan’a kadar uzanıp dostluk-kardeşlik gösterilerine girişmişti.
Ne o gün, ne de bugün Ermenistan yetkililerinde Türkiye’ye karşı bir dostluk-kardeşlik havası göremediğimiz gibi beklemek de safdilliktir.
Devleti şirket idare eder gibi idare etmek zihniyetinin benimsendiği o günlerde amaç; Ermenistan’ın denize ulaşmasını sağlamak ve bunun tek yolu olarak da Karadeniz’deki Trabzon limanını serbest liman statüsünde özelleştirerek hem Ermenistan’a peşkeş çekmek hem de anlı şanlı holding patronumuzun bu işten kârlı çıkmasını sağlamaktı.
Hele bu “holding patronunun” entel kişiliği ve “Kaybolan Renklerimiz-azınlıklar” programında (kendisi katılmasa bile) işlenen azınlık milliyetçiliği gibi bir konuda (özellikle varlık vergisi ayıbını azınlık ırkçılığı olarak işleyen davranışa) medyada fırsat buldukça sık sık değinmesi, destek vermesi ne demek istediğimizi anlatır herhalde.
Bu geniş kapsamlı organize hareket uluslararası Ermeni lobisinin gücünden ziyade, bu harekete destek veren batılı dostlarımız, sözde müttefiklerimizin, birtakım değerlendirmelerle ölmüş ASALA’yı diriltmesinin veya yeni bir isimle ortaya çıkartmasının zeminini oluşturuyor gibi değerlendiriyoruz.
ASALA’nın dinlenmeye çekildiği süre zarfında PKK nasıl yaratıldıysa; bugün PKK’nın siyasallaşma sürecine sokulduğu günlerde yeni bir Ermeni hareketi devreye muhakkak sokulmalı ki Türkiye problemsiz bırakılmasın.
İstihbarat kaynaklarımızın aldığı bilgilerin ASALA’nın önümüzdeki günlerde 25. kuruluş yılı için eylem hazırlıklarına giriştiği yönünde oluşu ve yayınladığı bildiride “Türkiye’ye karşı mücadeleyi artırarak sürdüreceklerini” bildirmiş olmaları bu endişelerimizde ne kadar haklı olduğumuzu ispat etmektedir.
ooo
Aralık 1999 ayı içerisinde ülkemiz kış ortasında bir bahar havası yaşadı. AB’ne (ikibin kaçıncı yılında; kesin belli olmayan bir tarihte) ilerki yıllarda, belki alınabileceğimiz şeklindeki bir haber bizleri etkiledi.
Uslu uslu AB kapısı önünde beklememiz, ev ödevlerimizi iyi yapmamız, söylenenlerin dışına çıkmamamız, ikazlara uymamız şeklindeki telkinler, o günlerde değişik ağızlardan değerlendirildi, müsbet-menfi beyanlarla methiyeler düzüldü.
Bazı değerlendirmeler oldukça dikkatimizi çekti. Bu temennilere katılmamakla ve tasvip etmemekle beraber bizi son derece rahatsız eden bu beyanları dikkatinize sunuyoruz.
Dış ilişkilerde popüler bir isim olan bir zat-ı muhterem, eski bir dışişleri mensubu, 11 Aralık 1999 akşamı AB’nin kapısı önünde bekletilmemize karar verilişine ait açıklamaların an bean takip edildiği gecenin ilerlemiş saatinde şöyle bir değerlendirmede bulunuyordu:
“Ulus-devlet egemenlik hakları artık ifade edilemez; her devletin ayrı ayrı egemenlik hakkı söz konusu olamaz. ancak AB’nin egemenlik hakkından söz edilebilinir.”
Mealen aktardığımız bu fikirlerin sahibi keyifle sırıtırken; Türkiye Cumhuriyeti devletinin imkânları ile bir yerlere getirilen bu zat-ı muhteremin söylediğinden, artık Türk Milletinin, Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin temel taşı olan “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir” sözünü pek kullanamayacağımız anlamını çıkardık. Tabiî, o zat-ı muhteremce ve birtakım zavallılarca benimsense bile Türk Milliyetçilerince kolay kabul edilecek bir durum değil…
ooo
7 Mart 2000, AB dönem başkanı Portekiz’in Ankara Büyükelçisi Jose Stichini Vilela, İspanya Büyükelçisi Jesus Atienza ve Yunanistan Büyükelçisi İonnis Korantis, Bilkent Üniversitesi’nde düzenlenen “Büyükelçiler Anlatıyor: İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın AB deneyimleri” başlıklı panelde birer konuşma yaptılar. Türkiye’den “endişelerinden sıyrılarak” bir an önce uyum yönünde çalışmalara başlamasını istediler.
Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisi İonnis Korantis, yaptığı konuşmada Türkiye’nin, AB’ne üyelik sürecinde egemenlik ve bağımsızlığından feragat etmek zorunda olduğunu belirterek: “-Beğenseniz de beğenmeseniz de anayasanızın üzerinde AB hukuk yer alacak, Türkiye karar sürecinde her istediğini yapamayacak” dedi ve devamla “-AB’nin meşhur, Türkiye’ye tepeden bakışı, istekleri sürecektir. Geçiş süreci sancılı olacaktır. Atmanız gereken adımları çabuk atarsanız, kurumlarınızı çabuk hazırlarsanız üyelik de o kadar çabuk olur” ifadesi ile konuşmasına son verdi.
Egemenlik konusundaki hassasiyetimiz, bu beyanlar ve açıklamalarla devam edecek.
Endişelerimizdeki haklılığımız yakamızı bırakmayacak. Gümrük Birliği; AB konusunda her şeyi tozpembe gösterip Türkiye’ye yutturmaya gayret eden siyasetçilerimiz ve yöneticilerimiz, kulaklarınız çınlasın!..
ooo
Egemenlik konusunun sulandırılmak istendiği şu günlerde başka bir haber (25 Şubat 2000) dikkatimizi çekti: “İngiliz Lord-lar kamarasında Büyük Britanya bayrağı (Union Jack’a) na yapılan terbiyesizlik tartışıldı ve protesto edildi. Muhafazakârlar, AB’nin bütün resmî binalarında Büyük Britanya bayrağının asılmasına tepki gösteriyorlar ve Blair hükûmetinden “Ulusal Bayrağın ne şekilde dalgalanması gerektiği konusunda ilgilileri uyarmak için gerekli girişimleri yapmasını” istiyorlar.
Lord Chalfont da Brüksel’deki Büyük Britanya elçiliğinin gönderine niçin bayrak çekilmediği konusunda bir önerge verdi. Lord “-Elçilik, yaptığımız müracaata bir sürü, abuk-sabuk cevap vererek, Union Jack’ın (İngiliz kraliyet bayrağı) Avrupalı ortaklarımızı rahatsız edebileceğini söylemeye kadar ileri götürdü” dedi.
Bu hassasiyetten acaba bizim de alabileceğimiz bir ders var mı?
ooo
Sözde azınlık hakları tartışmaları yapılırken, gelen-giden dış heyetler ve yetkililer bölücü örgüt sem-patizanı kuruluşları ziyaret ederken, Kürt kimliğine meşruiyet kazandırmaya çalışılırken; 27 Şubat 2000 tarihli Sabah gazetesinde bir haber: “Resmî törende Kürtçe türkü!..”
Topkapı kavşağının resmî açılışı nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediyesinin düzenlediği törende konser veren İbrahim Tatlıses bir de Kürtçe türkü söyledi ve coşkuyla alkışlandı.”
Yorumu sizlere bırakıyoruz.
ooo
Hani Güneydoğu Anadolu bölgemiz sınırındaki boşlukta bir Kürt devleti kurdurulmasına müsaade edilmeyecekti? Meğer böyle bir devlet kurulmuş da bizim haberimiz yokmuş.
“Şubat 2000 ayının son günlerinde resmî görüşmeler için Irak’a karayolu ile giden Devlet Bakanı Gaydalı ile 140 kişilik Türk heyeti Habur’u geçince Kuzey Irak’ta “Kürdistana hoşgeldiniz” yazılarıyla karşılandı.
Mesut Barzanî’nin peşmergeleri, heyeti durdurup pasaport kontrolu yaptı, vize istedi. Peşmergelerin bu tutumu, Kuzey Irak’ta ayrı bir devletin doğmaya başladığını gösterdi.” (28 Şubat 2000 Sabah gazetesi-Özel Haber)
Heyetin Irak’tan dönüşünden sonra yapılan açıklamada ise peşmerge ve Kürdistan vizesi konularına değinilmeden “-Dönüşte tatsız bir olay yaşanmasın diye bütün pasaportlar toplanmış ve vize için bir gün önceden gönderilmişti.” açıklaması ile vizenin Irak vizesi mi, Kürdistan vizesi mi olduğu konusu karambole getirildi.
ooo
Kuzey Irak’taki tampon bölgede uzun süredir kotarılmaya çalışılan “Kürt Devletinin” ilk resmî resepsiyonu; Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’da 21 Mart 2000 tarihinde Nevruz kutlamaları çerçevesinde Sheraton Oteli’nde verildi.
Türkiye Dışişleri Bakanının böyle bir resepsiyon için “-Ben izin vermedim, İçişleri Bakanına sorun” diye topu üzerinden attığı ve İçişleri Bakanlığından da doyurucu bir açıklamanın gelmediği resepsiyona Genelkurmay katılmadı ve gönderilen davetiyeyi bile iade etti.
Kuzey Irak’taki Kürt devleti hazırlıklarının fiilî lideri Barzanî’nin temsilcisinin verdiği bu resepsiyon, ne yazık ki dışişlerimizdeki kararsızlık ve çaresizliği göstermesi bakımından ibretle izlenmesi gereken bir gelişmedir. Bu konuda sorulan sorulara maalesef bir cevap alınamıyor. Şaşkınlık veya şaşkın görünmek devam ediyor.
Bu resepsiyon bir “etnik köken” atmosferi yaratmıştır. Geleceğe yönelik senaryoları ciddî şekilde alevlendirecektir. Kürt kökenli olmayı bir siyasî mücadele zihniyetine dönüştürenler, “bir batılı görüntü” veyahut bir “devlet olma görüntüsü” vermeye gayret ediyorlar.
Kokteylde dağıtılan bir sayfalık bildiride Nevruz’un Kürtlerin bayramı olduğu vurgulanarak, 2500 yıl önce başladığı iddia edilen özgürlük mücadelesinin devam ettiği belirtiliyor ve ekleniyor: “Kürtler, bugün çağdaş tiranlıklar altında yaşamaktadır!…
Avrupa ülkelerinin büyükelçilerinin olağanüstü önem verdiği bu resepsiyona Almanya’nın tozu ayağındaki Ankara büyükelçisi Rudolf Schmidt (henüz Ankara’da Cumhurbaşkanına itimatnamesini bile sunmamış, hattâ Dış işleri Bakanını bile ziyaret etmediği ifade ediliyor); İtalya’nın Ankara Büyükelçisi Vitlerio Claudio; ABD’yi temsilen ise elçilik müsteşarı Jimmy Jeffdey ile Norveç ve Pakistan büyükelçileri katıldı. Diğer tüm elçilikler temsilci yolladılar.
Büyükelçi havalarındaki peşmerge temsilcisi, konuklarını eşiyle birlikte millî kıyafetler içerisinde kapıda karşıladı.
Bu kokteyle katılımın açıkça ifadesi “başta Almanya, İtalya ve ABD olmak üzere, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti gündeme geldiğinde” ilk tanıyan ülke olacaklarıdır.
Bunu Kürtlerin özgürlüğü için mi yapıyorlar? Yoksa insan hakları vs diyerek birtakım haklar vermek için mi yapıyorlar?
Binlerce kere hayır. Şark meselesi içerisinde var olan Türk düşmanlığının bu yeni açılan sayfasında Balkanlar-Kafkaslar-Orta Doğu üçgeninde güçlü bir Türkiye yerine batının taşaronluğunu yapacak, istediklerini yerine geirecek bir piyon devleti İran-Türkiye-Irak coğrafyasının ortasına kondurmak istiyorlar. Barzanî’nin temsilcisi Dizayi’nin bu davet hakkında sorulan soruya verdiği cevaba dikkat edin. “-Türkiye’de demokrasi gelişiyor. Kürtlere bakış değişiyor” diye bir ifade kullanıyor. Tabiî ki “Kuzey Irak’ta Kürt devleti çalışmalarında son aşamaya geldik. ABD işaret verdi, yaptık” diyecek hâli yok şimdilik.
Türk Devletinin bütünlüğüne inananlar için gelinen noktayı değerlendirirsek ortaya çıkan sonuç pek iç açıcı değil. Bu resepsiyonun verilmesi ile Türkiye çok kritik bir noktada baskı altına alınmıştır. Çünkü, bu davet Kuzey Irak’taki Kürt devletinin tanınması yolunda atılmış bir adımdır.
Barzanî, bir taraftan Kürt Devleti kurma yolunda çok zorlu bir aşamayı geride bıraktığına, tanınma aşamasına geldiğine işaret ederken diğer taraftan karşıt gruplara (Talabanî ve dağda hezimete uğrayıp siyasî kimlik arayışı içerisindeki PKK eşkıyasına) toplanılacak adresin kendi liderliğindeki Kürt devleti olacağının mesajını vermektedir.
Aslında, bu devlet ne kadar inkâr edilirse edilsin fiilen kurulmuş durumda. O kadar ki, bölgeye giden Türk bakanlardan dahi vize isteyecek cesareti kendilerinde bulabilecek düzeye gelmişler.
ABD’nin, 1992 Dublin toplantısından beri geliştirdiği senaryo içerisinde burada bir Kürt devleti kurdurmak niyetinde olmadığı yolundaki gerçeğe uymayan vaatlerine kanan, inanan ve milleti de inandırmaya çalışanların gaflet ve dalaleti sonunda işler bu noktaya geldi.
ABD’nin baskısı altındaki Irak, bölgeye karışamamaktadır. Ve oluşan fiilî devlet bölgedeki boşluğu doldurmaktadır.
1996 Ağustosunda ABD’nin oyunu bozulmuş, bölgede alt yapı oluşturmaya çalışan, misyoner teşkilâtı gibi görev yapan sözde sivil toplum kuruluşları; Irak ordusunun Barzanî ile anlaşarak yaptığı harekât sonucu apar topar bölgeyi terketmişlerdi. Bu arada bölgedeki alt yapı oluşturulmasının hangi boyutta olduğu da gözler önüne serilmiş, CİA Kürtleri diye isimlendirilen, silâhlı peşmer-coniler alelacele bölgeden uçaklarla Guam’a taşınmışlardı. Suçüstü yakalanan ABD kontrolünde oluşturulan bu silâhlı gücün artık Guam’zede olduğu, durumun Türkiye lehine bir gelişmeye yol açacağı ifade edilirken; ne yazık ki kısa bir süre sonra Guam’zede peşmerconiler bölgeye döndüler. Bölgede yeni oluşumlar bugünkü görüntüyü yarattı.
Türk diplomatik pasaportu verilen birtakım Kürt liderlerin Türkiye Cumhuriyeti için yarattığı bugünkü ortamda bir koyup beş alma heveslisi siyasî parti liderleri ve temsilcilerinin vebali büyüktür.
Tarih ve Türk milleti kendilerinin affetmeyecektir!..
ooo
Geçen sayımızdaki “Kısa kısa takıldıklarımız”da, Kuzey Irak’ta şüpheli gelişmelere dikkat çekerken; “Bütün bunlar spor için mi yapılıyor yoksa?” demiştik.
Öğrendik ki spor için değilmiş…
ooo
Şubat ayı sonlarına doğru PKK’nın siyasallaşmasının aracı olma rolüne soyunan HADEP’li üç belediye başkanının önce tutuklanıp sonra görevlerinden alınması ve mahkemeye çıkartılması üzerine AB, Türkiye’ye gösterdiği tepkiyi artırdı. AB’nin şimdiki dönem başkanı Portekiz, bir sonraki dönem başkanı Fransa ve AB komisyonunun Ankara’daki temsilcileri, konuyla ilgili bilgi almak ve görüşlerini iletmek için Dışişleri Bakanlığına gidip; tam üyelik adaylığı statüsü kazanan Türkiye’nin seçilmiş belediye başkanlarına yönelik tutumunun taraflar arasındaki ilişkiler açısından yararlı olmayacağı mesajını vererek aba altından sopa gösterdiler.
Türkiye’de yargının bağmısız olduğu, belediye başkanları ile ilgili durumun yargının bir meselesi olduğu belirtilerek; mahkeme kararlarına saygı gösterilmesi gerektiği cevabı verildi ise de “egemenlik” konusundaki düşünceleri malûm olan AB temsilcileri için bu cevap doyurucu olmadı.
Avrupalı bakanların Aanıtkabire bile gitmeden sivil toplum kuruluşlarıyla görüşüp; HADEP’li başkanların serbest bırakılmalarını ültimatom verir gibi istemeleri Başbakan Ecevit’i bile nihayet kızdırdı. “-Şehit ailelerini, gazilerimizi de ziyaret etsenize, onlar insan değil mi?” demek zorunda kaldı.
Bu arada mahkemenin, davanın tutuksuz devam etmesi kararı ile Belediye başkanlarını serbest bırakması ve görevlerine iade etmesi, AB’nin baskısının bir sonucu olarak belli çevrelerce değerlendirilip, kullanılmaya başlandı. Ankara’daki Nevruz resepsiyonunu bu gelişmelerin ışığında tesadüflere bağlamadan bölücü çevrelerin nereden cesaret aldığı bilincine vararak değerlendirmeliyiz.
Böyle giderse AB için herşeye katlanmak zilleti, Türk Milletine ağır gelebilir. Bu zillete katlanmaktansa “Ömer Seyfettin’in Diyeti’nde” olduğu gibi “Kol kesilir, diyet ödenir!..”
ooo
Türk Milliyetçileri olarak bizi endişeye sevkeden olayların üstüste gelişini saymakla bitiremeyeceğimizi anlıyoruz. Ve şu an için son söz olarak diyoruz ki:
Türkiye nice ihanet çemberinden geçti. Tarihimiz, bu iç ve dış ihanetlerle doludur. en zayıf dönemlerimizde bile bu ihanet şebekelerine karşı durup, başarıya ulaşmışız.
Oyunun farkındayız!..
Azınlık ırkçılığının, mikro milliyetçiliğin yeşertilmek istendiğinin, Ermeni terörünün alt yapısının oluşturulmaya başlandığının farkındayız!..
Bir koyup beş alacağız teraneleriyle dikkatlerin dağıtıldığının; bu arada Kürt devleti kurulması için gizli pazarlığın ABD fırınlarında pişirilip federasyon özlemi çekenlerce Türkiye’ye yedirildiğinin, dikkat dağıtmak için perdeleme görevi gören PKK’nın çökertilmesi ile doğan rehavetten istifade edilmek istendiğinin de farkındayız!..
Tekrar ediyoruz, tapulu araziye gecekondu devlet kurulamaz. Kimse TÜRK Milletinden devletini küçültmesini, toprak ve kimlik tavizi vermesini isteyemez.
TÜRK Milleti adına hükûmet edenlere bu yetki verilmemiştir.
Bu gelişen olayları değerlendirerek; Yüce Türk Milletinin birliğine, bütünlüğüne inananlar olarak:
ABD ve AB’den gelen “demokratik amaçlı, dostça uyarılara ” (ki aslında düpedüz baskılardır) karşı ne yapacağımız konusunda teslimiyetçi olmayan, millî politikalar oluşturmak mecburiyetimiz vardır.
Dost ve müttefiklerimiz dahi olsalar ABD ve AB’nin plânlarına âlet olmanın yanlışlığını vurgulamak; Türkiye ve Türk insanı olarak büyük düşünmek; Türk Milletinin kaderini birtakım küçük düşünen, günübirlik yaşayan soy özürlü yöneticilere değil, millî stratejilere bağlamak zorundayız.
Büyük Atatürk’ün “Türk Gençliğine Hitabesi”ni tekrar tekrar okumalıyız. Bu hitabeden alınacak dersler ve çıkarılacak sonuçlar vardır.
Biz ki:
Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız
Kanla, irfanla kurduk bu CUMHURİYET’i
Cehennemler kudursa ölmez nigâhbanıyız…
Sonsuza kadar kartal yuvalarında hür olmak isteyen Türk Milletinin sesine kulak verin:
DİL BİR, BAYRAK BİR, MİLLET BİR, VATAN BİR’DİR.
CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR!..



