Ana Sayfa 1998-2012 Kıbrıs Laboratuvarı (I)

Kıbrıs Laboratuvarı (I)

TÜRKİYE ve KIBRIS: Velazquez ve Picasso’nun “Las Meninas”ları

“Kıbrıs Laboratuarı” başlıklı bir yazıyı kaleme almayı, 2004 yılı Nisan ayında Kıbrıs’ta tasarlamıştım. Konu başlığının içeriği ile ilgili oldukça geniş bir bilgiye –gerek kaynak gerekse uygulamalı bir altyapıya- sahip olduğum hâlde, bugün yazarım yarın yazarım derken aradan aylar geçti. Oysa söz konusu yazıyı, mutlaka kaleme almam gerekliliğinin vicdanî sorumluluğunu daima hissettim yüreğimde. Çünkü, Türkiye’de her geçen gün yaşanan siyasal gelişmeler “Kıbrıs Laboratuarı”ndan çıkan sonuçları birebir doğrulamaktaydı. Yazmalıydım… Ve sonuçta: Yazdım…

Konu başlığının “Kıbrıs Laboratuarı” olmasının elbette anlamlı bir sebebi var. Özelde, Kıbrıs’taki Türk toplumunun bir “laboratuar” olarak adlandırdığım Kıbrıs’taki yaşamlarını ve o “laboratuar”dan elde edilen bilgileri, dolayısıyla sonuçları irdelemek; genelde ise, Türkiye Cumhuriyeti toplumu ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti toplumu arasında karşılaştırmalar yaparak bir sonuca ulaşmaktır.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü hocalarından Prof. Dr. Muhan Soysal’ın “Strateji Yönetimi” adlı dersinde göstermiş olduğu önemli bir örnekleme vardır.

Prof. Dr. Soysal, derste tepegöze Picasso’nun “Las Meninas” adlı resmini koyar. Resim kübik ve oldukça karışık bir resimdir. Dikkatlice bakıldığında dahi resmi çözümleyebilmek oldukça zordur.

Resimde, bozuk perspektifli bir oda, resmin sol tarafında karmaşık şekiller, odanın içerisinde uzun saçlı yaratığa benzeyen bir figür, etrafında başka yaratıklar. Yerde yine bir yaratık ve arkada bozuk şekilli içi parlak dikdörtgenin içinde başka bir figür.

Beş – on dakika boyunca hiçbir şey söylemeden resme odaklanan sınıfı gözlemleyen Prof. Dr. Soysal, tepegözün yanına giderek Picasso’nun resmini çıkartır ve yerine İspanyol ressam Velazquez’in “Las Meninas” adlı resmini koyar. Bu tabloda, resmin sol tarafında önündeki büyük tuvale resim çizen Velazquez’in kendisi, onun hemen yanında uzun sarı saçlı güzel bir aristokrat kız çocuğu, etrafında dadıları, yerde oturmuş bir halde sevimli bir köpek, hemen arkasında köpeğe tekme atan küçük bir kız çocuğu ve arka fonda ışık sızan kapıdan odaya bakan bir adam.

Ancak, ikinci resmi görünce Picasso’nun tablosundaki öğelerin ne olduğunu ve bu resmin Velazquez’ın tablosuna gönderme olarak yapılmış olduğunu fark eder bütün sınıf.

Prof. Dr. Muhan Soysal, sınıfa yönelerek: “Hayatta hiçbir şey Velazquez’ın tablosu gibi belirgin değildir. (Aslında, Velazquez’ın tablosu bile oldukça gizemlidir.) Hayat, gerçekleri size Picasso’nun resmindeki gibi şekil değiştirmiş olarak gösterir. Picasso’nun resmine bakıp Velazquez’ın resmini görebilenler (Velazquez’ın resmini dahi çözebilenler) başarılı olacak, diğerleri kübik şekillere bakıp yanlış anlamlar çıkarmaktan gerçekleri hiç göremeyecektir.”1 der.

Aslında, Velazquez’ın “Las Meninas” adlı hemen bütün figürlerin açık seçik belli olduğu tablosuna baktığınız zaman dahi tabloyu çözümlemeniz oldukça zordur2. Örneğin, Velazquez’in tablosunun sol tarafında yer alan ressam Velazquez, kimin resmini çiziyor? Velazquez’ın arkasındaki aynaya resimleri yansıyanlar (ihtimal dahilindedir) kralın ve kraliçenin mi? Velazquez’in tablosunda yer alan Velazquez, diğerleri ve kapının arkasındaki adam da dahil olmak üzere yer alan bütün figürler, sanki bir objektife bakıyorlarmış gibi görünürler. Oysa, Velazquez’ın yaşadığı dönem olan on yedinci yüzyılda, henüz fotoğraf makinesi yoktu.

Son dönem Türk dış politikasındaki olaylar/sorunlar Picasso’nun “Las Meninas”ı gibi karmaşık tarzda görünse veya gösterilmeye çalışılsa da, Velazquez’in “Las Meninas”ı kadar en azından gözlemlenebilir ve/veya doğru ya da yanlış fikir teatilerinde bulunulabilir düzeydedir.

Türkiye’den Kıbrıs’a bakıldığında Kıbrıs, Picasso’nun “Las Meninas”ını, Türkiye’den içeriye, yani Türkiye’ye bakıldığında ise; Türkiye, Velazquez’in “Las Meninas”ını andırır. Daha açık bir ifadeyle Türkiye’den Kıbrıs’a bakıldığında Kıbrıs, sorunlarıyla gizemini korurken, Türkiye’den Türkiye tablosu net bir şekilde görünüyor gibi görünse de, tıpkı Velazquez’in “Las Meninas”ı gibi az da olsa gizemlidir.

Hayallerimdeki Kıbrıs

Bir Erzurumlu olarak çocukluğumda dedemden Ermenilerin Türklere yaptığı katliamları dinledim. Babam ise, yakın tarihten başka bir olayı, her konusu açıldığında hararetle anlatırdı: “1974 Kıbrıs Barış Harekâtı”…

Televizyondan izlememiştim savaş sırasında Beş Parmak Dağları’nda zirveye tankı çıkartan Türk askerinin kahramanlığını, çünkü henüz o zaman televizyon yoktu Erzurum’da. Ama ben Beş Parmak Dağları’nı, kahraman Türk askerinin çıktığı noktayı, hatta tankın zirvede duruşunun şeklini bile hayal edebiliyordum.

Henüz ilkokul yıllarındayken Türk ordusunun denizden ve havadan düzenlediği harekâtı oldukça iyi biliyordum. Fakat ilginç olan nokta şuydu ki, bütün bu bildiklerimin hiçbirisi bana ne ilkokulda ne lisede ne de üniversitede öğretilmişti.

1993 yılında üniversiteden mezun olduğumda, bırakın Kıbrıs konusunda bir kelime duymak, Türkiye’nin yıllardır en önemli sorunları arasında yer alan Ermeniler konusunda bile -tarih eği itimi almış olmama rağmen- hiçbir şey öğrenmemiştim. Daha doğrusu, öğretilmemişti… Ne ilkokulda… Ne lisede… Ve ne de üniversitede…

Ama ben, Ermeniler konusunu dedemin; Kıbrıs konusunu ise babamın anlattıklarından biliyordum.

Kuzey Kıbrıs, Türk toprağı olmasına rağmen Girne’de, Lefkoşe’de nasıl bir tarımın yapıldığını, hangi tür sebze-meyvenin yetiştiğini bilmiyordum. Çünkü, yine Türkiye’de bana verilen eğitimde ve o eğitimin müfredatında ne Girne ne de Lefkoşe vardı. Güzelyurt hiç yoktu. Oysa Kıbrıs benim “Güzel Yurdumdu”.

Harita’dan bir gitarı andıran şekliyle Akdeniz’de olduğunu belirlediğim Kıbrıs’ın bitki örtüsünün “maki” olabileceğini; sıcak iklimiyle, Antalya’da, Alanya’da yetişebilecek her tür meyve ve sebzenin orada da yetişebileceğini tahmin ediyordum.

2000 yılından itibaren televizyondaki televole programlarında Kıbrıs’ın cennetvari bir yer olduğunu görüyordum. Kıbrıs’ta birçok ünlünün gazinoları, eğlence merkezleri gösteriliyordu bu tür programlarda. Kıbrıs, Akdeniz’in ortasında cennetin diğer adıydı benim rüyalarımda…

Ve Kıbrıs benim “Güzel Yurdumdu”…

İÇLER ACISI BİR VATAN

TOPRAĞI!

2004 yılı Nisan ayında Kıbrıs’ta Ercan Havaalanı’na indiğimde heyecanlıydım. İlk defa geliyordum Kıbrıs’a. Ve oradan yemyeşil, düzlük bir ova olan Güzelyurt’a.

Güzelyurt’taki köylerden birisinde, bir köy evine girdiğimde, bütün hayâllerim yıkılmıştı. Kıbrıs’ta sefalet içerisinde bir Türk köyü ve köylüsü… Dahası Lefkoşe’ye, sonra Girne’ye gittiğimde büsbütün şok hâlindeydim. Sözüm ona, büyük şehirler olarak bildiğim/tahmin ettiğim bu yerler, Türkiye’deki en gelişmemiş bir kasabadan daha kötü bir görünüm içerisindeydiler.

Lefkoşe’de gezerken devletin resmî postanesinin tabelâsının “Postoffice” olduğunu; Kıbrıs’ta arabaların plâkalarının Türkiye’deki plâkaların neredeyse yarısı büyüklüğünde ve sarı renkte olduğunu gördüm. Kıbrıs’ta, arabaların direksiyonları sağdaydı ve trafik soldan işliyordu. Önce anlam veremedim. Rum tarafında da plâkaların Türk tarafındaki gibi arabalarının direksiyonun sağda olduğunu, trafiğin ise soldan işlediğini gördüğümde…

Hep kafam karıştı ve hep kafam karıştı. Kaldığım otel yeni olmasına rağmen, sahip olduğu alafranga tuvaletlerinde taharet suyu akıtan kısım bulunmuyordu. Sorduğumda İngilizlerden kalma bir âdet olduğunu söylediler.

Kıbrıs’taki mahkemelerde dahi, İngiliz gelenekleri devam ediyormuş. Anlayacağınız, sanki emanet bir Kıbrıs varmış Akdeniz’in kucağında.

74’ten 2004’e tam otuz yılda Türk egemenliğindeki Kıbrıs’ta pek bir şey değişmemiş, sanki hep emanet –Kıbrıs- olarak bekletilmişti!

TÜRK BAYRAĞI’NDAN YÜZÜNÜ ÇEVİREN BİR NESİL!

Kıbrıs’ta 24 Nisan 2004 “Annan Planı Referandumu” öncesi gözlemlerime devam ediyorum.

Kıbrıs’tan aldığım “Kıbrıs Gerçeği” isimli Fatih Bayhan’a ait kitabı, kaldığım otelde uyumadan önce okuyorum. Böylelikle, Kıbrıs’ı hem yaşayarak hem de okuyarak daha çok öğrenmek istiyorum.

Bayhan, kitabında Kıbrıslı gençleri anlatan ilgi çekici bilgiler veriyor:

“Gençlerin kavgaları yaşlarına göre değişir. Çocuklar arası kavgalarda oyunlar ve kurallar vardır, yaşları büyüyünce kavgaya biraz aşk bulaşır. Kız yüzünden çıkan kavgalarda ortam bağrışmadan hırla gider.

“Gençler arası ideolojik kavgalara pek rastlanmaz. Hattâ burada üniversiteler özel olduğundan üniversitelerde dahi ideolojik eylem yapılmaz.

“Harçları protesto etmek, artan yemek ücretlerine karşı yürüyüş yapmak, YÖK’ü eleştirmek yoktur… Bu ne kadar iyidir onu zaman gösterecek, ama herkes yeni Kıbrıs neslinin ideolojiden uzak oluşunu biraz da tehlikeli görüyor…

“Rumlarla yaşamanın ne demek olduğunu görmüş olan ‘eski Kıbrıslılar’ gençlerin; vatan, bayrak ve millet kavramlarının farklılaştığını söylüyor. Daha acımasız eleştiri yapanlar da var. Onlara göre yeni neslin tek önceliği var: Para ve kadın…

“İki nesil arasındaki kuşak çatışması sürüyor. Bu farklılık Kıbrıs konusuna da yansıyor. Eskiler biraz temkinli davranıyor, gençleri durdurmak ise, neredeyse imkânsız…

“Kıbrıslı kızlar çok free…

“Aldatmak kavramı onlarda biraz daha yüzeysel kalmış. Çünkü Kıbrıs’ta neredeyse adım başı klüp var. Bu nedenle onlar için aldatmanın şekli, yeri ve muhatabı önemli…”.3

Kıbrıslı gençleri yukarıdaki şekliyle tasvir etmiş Fatih Bayhan…

Bayhan’ın özellikle siyasî açıdan betimlediği; bizim ise, “kaybedilmiş” diyebileceğimiz “Kıbrıs gençliği tablosunu” bizzat görmenin bedbahtlığını, maalesef sıcak bir dönemde 24 Nisan 2004 “Annan Plânı Referandumu” sırasında yaşamış olduk.

Lefkoşe’de, el sanatları üzerine kurulu süs eşyaları satan bir dükkâna giriyoruz. İçeride dükkânın sahibi olduğunu anladığımız 30 yaşlarında bir bayan ve dükkânın bir köşesinde tahta bir kaşığı boyamaya çalışan 6-7 yaşlarında bir oğlan çocuğu var.

Dükkâna birlikte geldiğim dostum, vitrindeki süs eşyalarına bakıyor… Kadına doğru ilerlerken dükkândaki el işlemesi olduğu anlaşılan eşyaların, çok güzel ve etkileyici olduğunu söylüyorum. Bu iltifat, kadının çok hoşuna gidiyor. Ne iş yaptığımızı soruyor. Türkiye’de öğretim üyeliği yaptığımızı söylüyorum.

Dükkânın sahibi olan kadın, misafirperver birisi ve oldukça sıcakkanlı bir insan… En azından bize karşı öyle görüntü sergiliyor. Dükkânında satılan bütün eşyaları kendisinin yaptığını anlatıyor. Tam o sırada kadının cep telefonu çalıyor… Kadın, telefonda kendisini arayan kişiye şu anda meşgul olduğunu, daha sonra görüşeceğini söyleyerek telefonunu kapatıyor ve bizimle ilgilenmeye devam ediyor…

Bu arada arkadaşım vitrindeki eşyalara bakmaya devam ediyor.

Asıl konuya geliyorum, yani Referandum’a…

“Birkaç gün sonra önemli bir seçim yapacaksınız Kıbrıslı Türkler olarak. Annan Plânı’na ya ‘Evet’ diyeceksiniz ya da ‘Hayır’…”

Kadın: “Sonuç inşallah ‘Evet’ olur” diyor.

“Ama bakın” diyorum kadına. “Birinci Annan Plânı ile şu anda beşincisi önünüze getirilmiş olan ‘Plân’ arasında çok büyük farklar oldu. Eğer söz konusu referandumdan bir ‘Hayır’ çoğunluğu çıkarsa; Kıbrıs Türkleri olarak, bütün dünyaya demokratik bir cevap vermiş olacaksınız. Böylece, bağımsız bir devlet olarak tanınma şansınız doğacak.”

Kadın, biraz ikna olmuş şekilde sözlerimi değerlendirirken, bize doğru yaklaşan arkadaşımı görüyor ve birden bire kadının bütün hâleti ruhiyesi hayatımda hiç unutamayacağım bir şekilde değişmeye başlıyor ve neredeyse kadın beni ve arkadaşımı dükkânından kovarcasına şu sözleri söylüyor: “Hiç kimsenin burada gelip insanların aklını çelmeye hakkı yok, vs. vs.”

Kadının birdenbire değişmesindeki sebep, arkadaşımın ceketinin yakasında farkettiği Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birbirine bitişik rozet şeklindeki BAYRAKLARI…

Hiçbir şey söylemeden dükkândan çıkıyoruz… Yanımdaki dostuma, yakasındaki bayrak rozetini çıkartması tembihinde bulunuyorum. Çünkü gittiğimiz her yerde, yakadaki Türk bayraklarını gören Kıbrıslıların (büyük çoğunluğu) bize karşı davranışları değişiyor…

Fotoğraf makinesine film almak için bir fotoğrafçıya giriyoruz. Kasada, 20 – 22 yaşlarında genç bir bayan oturuyor. Üç kişiyiz. Sohbet sırasında referandumu konuşuyoruz. “Oyunuzun rengi ne olacak?” diye genç bayana soruyoruz.

“Kesinlikle ‘Evet’ olacak, böylece Avrupa Birliği’ne gireceğiz” diyor…

“Bakın, Kıbrıslı Türkler olarak bu referandumda ‘Hayır’ derseniz, bütün dünyaya demokratik bir cevap vermiş olacaksınız. ‘Plân’ sürekli değişiyor. Eğer ‘Hayır’ derseniz Kıbrıslı Türkler olarak sizleri tanıyan, kabul eden yeni bir ‘Plân’ getirilecek önünüze” diyoruz.

“Kesinlikle ‘Evet’ olacak benim oyum, hem Türkiye’deki hükûmet de oyumuzun ‘Evet’ olmasını istiyor” diye cevaplıyor, genç Kıbrıslı bayan…

Dükkâna birlikte girdiğimiz yanımda Kıbrıslı olan dostlarımdan birisi söze karışıyor ve: “Ama bundan önceki hükûmetler ‘Hayır’ demenizi istiyordu ve siz onları dikkate dahi almıyordunuz, şimdi ne oldu da Türkiye’deki hükûmetin dediğini yapıyorsunuz” şeklinde bayana bir soru yöneltiyor.

Genç kız duraklıyor…

Cevap veremiyor…

Sonunda söylediği tek şey şu oluyor:

“Ama ben GENCİM”…

Evet… “Ama ben gencim” diyor Kıbrıslı genç bayan…

Ne demekse, KIBRIS’TA “GENÇ” olmak?

Daha bir çok örnek verilebilir. Öyle ki, “Evet” kampanyası sırasında yapılan mitinglerde “Yunan bayrağı” sallayanları mı görmek istersiniz? Yoksa AB bayraklarını dalgalandıranları mı? (Miting sırasında yapılan uyarılar üzerine kaldırılan Yunan bayraklarının yerine AB bayrakları dalgalandırılıyor KIBRISLI GENÇLER tarafından…) On binlerce AB bayrağı, KIBRIS’ın Yunanistan’a ilhakı için dalgalanıyor KIBRISLI GENÇLERİN ellerinde …

Aynı tarihlerde Türkiye’de, Ankara’da (18 Nisan 2004) bir “KIBRIS MİTİNGİ” düzenleniyor. Mitinge katılan kişi sayısı 10 – 12 bin.

3 milyonluk Ankara’da, Kıbrıs için toplanan 10 bin kişi… Oysa, 1960’larda, 1970’lerde Kızılay’a Kıbrıs için 60-70 bin kişinin döküldüğü, İstanbul’un yerinden oynadığı “Ya Taksim Ya Ölüm” nidalarını atan, bırakın üniversite öğrencilerini yüz binlerce lise öğrencisinin sokaklara döküldüğü, o günleri yaşayanlar tarafından hâlâ anlatılır…

Peki, o günlerden bu güne Türkiye’de ne değişti? Veya Kıbrıs’ta neler değişti?

2004 Nisanında, Türkiye’de, Kıbrıs mitingi için 10 bin insan toplanırken; televizyonlarda kısa yoldan şöhreti yakalamak için POPSTAR elemelerine kilometrelerce uzunlukta kuyruk yapan, o günlerdeki haber programlarına dahi konu olan 15 – 20 bin gencin görüntüleri yansıyordu ekranlara…

Yarın, Türkiye’de de, tıpkı Kıbrıs gibi, Türkiye’nin başka bölgeleri için referandum yapılmayacağının garantisini kim verebilir?

Sonuçta her şey AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRMEK İÇİN DEĞİL Mİ?

BİR BASIN MENSUBU İLE ARAMDA GEÇEN DİYALOG

Lefkoşe’de postalarımı kontrol etmek için hükûmet meydanının yakınlarında küçük bir internet salonuna giriyorum. Önümdeki bilgisayarın açılışını beklerken, hemen yanı başımda sol tarafımda sırtı bana dönük olarak oturan ki, az sonra yakasındaki sarı basın kartından basın mensubu olduğunu anladığım bir gazetecinin, bilgisayara yazdığı habere ilişiyor gözüm. Haber, 24 Nisan 2004 “Annan Plânı Referandumu” ile ilgili…

Gazetecinin attığı başlık dikkatimi çekiyor. Kıbrıs Türklerinin neredeyse tamamına yakınının “Evet” yönünde oy kullanacağını belirten bir ifade ile şekillendirmiş yazdığı haberin başlığını.

Gazetesine gönderdiği haberi, gayri ihtiyari bir şekilde gördüğümü özür dileyerek kendisine söyledikten sonra hangi basın kuruluşunu temsil ettiğini soruyorum. Genç gazeteci, Türkiye’de büyük ulusal gazetelerden birisinde çalıştığını söylüyor. Tanışıyoruz. Beni yazılarımdan tanıdığını ve beğendiğini söylüyor genç gazeteci. Bundan cesaret alarak gazeteciye biraz önce yazdığı haberin neden yalan bilgilerle dolu olduğunu soruyorum. Kıbrıs Türklerinin tamamına yakınının referandumda “Evet” oyu kullanmayacağını her ikimizin de Kıbrıs’ta ortamı yokladığımız için bildiğimizi söylüyorum.

Genç gazeteci, acı gerçeği bütün samimiyetiyle itiraf ediyor: “Hocam, ben de biliyorum durumun öyle olmadığını, bir çok bölgede ‘Hayır’ oylarının ‘Evet’ oylarından çok olduğunu da biliyorum. Hattâ bununla ilgili İstanbul’a üç-dört tane haber bile geçtim. Fakat o yazıların hiçbirisini yayınlamadılar, bırakın yayınlamalarını bu konuda beni sert bir şekilde de uyardılar. Şimdi ben de onların istediklerini yapıyorum. Yani referandum sonucundan ‘Evet’ çıkacağını işleyen konular üzerine haberler yazıyorum” diye cevaplıyor genç gazeteci.

Ulusal bir televizyona da sahip olan ve çeyrek milyonun oldukça üzerinde bir okuyucu kitlesine ulaşan ve okuyucularının büyük bir çoğunluğunun güven duyduğu bu gazete, Kıbrıs’a gönderdiği basın mensubundan yalan haber yazmasını istiyor. Tıpkı Lefkoşe’de hükümet meydanının önüne uydu sistemlerini yerleştiren ve bir an önce Kıbrıs’ı Rumlara teslim ederek AB’ye girelim tezini işleyen İstanbul’un diğer ulusal medyasının yaptığı gibi…

RUMLARA GEREKİRSE “TOPRAK VERİRİZ” DİYEN EĞİTİMLİ BİR GENÇ!

Kıbrıs’ta, 24 Nisan 2004 “Annan Planı Referandumu” öncesinde Kıbrıs Türkleriyle görüşmelerimizi devam ettiriyoruz. Gittiğimiz köylerde Anadolu insanını gözlemliyoruz. Trabzonlu, Rizeli, Ordulu, Adanalı, Osmaniyeli, Ceyhanlı, Kadirlili, Saimbeyli, Mersinli, Silifkeli ve Balıkesirli yurttaşlarımız…

Bizi sıcak karşılıyorlar gittiğimiz her yerde.

Gittiğimiz köydeki ‘köy odasında” ağırlıyorlar bizi.

Dipkarpaz bölgesinde bu köylerden birisindeyiz…

Köy odasında 70-80 köylü yurttaşımız var. Soruyorlar: “Hocam, nedir bu Annan Plânı?” diye.

Başlıyorum “Plânı” anlatmaya anlayacakları dilden…

Etkileniyorlar, besbelli yüzlerinden. Fakat içlerinde, anlattıklarımdan rahatsız olanlar var. Bitirmeden son sözlerimi 25- 27 yaşlarında bir genç, konuşmamın arasına giriyor ayağa kalkarak.

“Bir şey söylemek istiyorum” diyor.

“Ben eğitimli bir gencim, söylediklerinizi çok iyi dinledim, ancak siz burada insanları etkiliyorsunuz. Bu insanların kafalarını karıştırıyorsunuz. BİZLER, AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRMEK İÇİN GEREKİRSE TOPRAK VERİRİZ, hem Türkiye’nin Başbakan’ı hem Türkiye’nin …..şkanı,4 hem de KKTC’nin Başbakan’ı, bizlere ‘Evet’ deyin şeklinde telkinde bulunurken siz de kim oluyorsunuz!? Ve burada bu insanların kafasını karıştırıyorsunuz? Cevaplar mısınız lütfen?”

Eğitimli olduğunu söyleyen bu gencin sormuş olduğu soruyu cevaplamadan önce, ne eğitimi aldığını ve ne iş yaptığını soruyorum.

Verdiği cevap kahredici oluyor…

“Ben bu köyün ÖĞRETMENİYİM” diyor…

Evet, verdiği cevap kahrediciydi. Bu genç, o köyün öğretmeniydi…

Hayatımın belki de en zor anlarından birisiydi o talihsiz ortam…

Çünkü ben, 1919’larda Millî Mücadele’de Türk Milleti’nin önünde bir aydın olarak hayatını koymuş olan öğretmenlerin hikâyelerini okuyarak büyümüştüm.

Çünkü ben, ülkesinin kurtuluşu için kağnıda Türk askerine mermiyi sağlam yetiştirme gayreti ile henüz 40 günlük olan çocuğunun üzerinden örtüyü alıp, merminin üzerine ıslanmasın diye örten ve o mermiyi Türk askerine sapasağlam yetiştirirken 40 günlük bebesinin –vatan uğruna- donarak ölmesini göze alan ILGAZ ANALARIN hikâyeleriyle büyümüştüm…

“Avrupa Birliği’ne girmek için gerekirse toprak veririz” diyen öğretmene yine 1919’lardan bir örnekle cevap verdim.

1920’de Sevr Antlaşması’na imza atan dönemin başbakanlarını, Damat Feritler’ini anlattım ona… Oysa Türk milletinin, Mustafa Kemallerin Sevr’e “Hayır” deyişlerini ve bu sayede bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin vücut bulduğunu ifade ettim… Ve üzüldüğümü söyledim.

Gerek ki, bir öğretmen olarak bu köye gelirken herkesten önce onun beni karşılamasını gerek ki, ben hiç bu köye gelmeden önce, köy halkına “Annan Plânı”nın ne olduğunu öncelikle onun köylülere anlatması gereği üzerinde durdum… vs. vs…

Hiçbir şey söylemeden köy odasını terk ederek çıktı gitti öğretmen…

1974’ten 2004’e Kıbrıs’ta sendikalar tarafından yetiştirilen öğretmenler tablosu…

Bu öğretmenler, bir zamanlar Kıbrıs’ta Millî Eğitim Bakanlığı, 2004’ler Kıbrıs’ında ise, başbakanlık yapan politikacı/politikacıların eseriydi. Aynı yöneticiler, referandum öncesinde 22 Nisan 2004’te önemli bir duyuruda bulundular: “23 Nisan’da Kıbrıs’ta yağmur yağacağı için 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenleri yapılmayacaktır” şeklindeki bir duyuruydu bu. Oysa Kıbrıs’a, ne 23 Nisan günü ne 24 Nisan günü ne de 25 Nisan günü yağmur yağmıştı. Hem, ulusal egemenlik bayramını kimler, ne için kutlayacaklardı?

Evet bütün bunlar, Kıbrıs gerçeklerinden sadece birkaç örnek…

(Devamı var)

 

Orkun'dan Seçmeler