Türkiye’nin son dönemde gündemi, Kürtçü-İslâmcı ittifakın hedefleri doğrultusunda belirleniyor. 3 Kasım 2002’de Siyasal İslâmcılığı tescilli bir kadro Türkiye’nin yönetimine işbirlikçi basının pohpohlamasıyla oturdu. Önünde sonunda bu süreç, Türk devletini, emperyalizmin “yüksek ideali, Kürt devleti” doğrultusunda biçimlendirecek ve Cumhuriyet’in temel değerleri hiçe sayılarak bir dizi anlaşmalar imzalanacaktı. Bunu yaparken bu kadro, geçmişin yüz kızartıcılığından sıyrıldığını, bilmem ne gömleğini sırtından attığını deklâre edecekti. Bunlara koşut olarak iktidarın dışarıyla bağlantılarını sağlayan, politika danışmanlarından biri, ben şu kadar kürtüm, şu kadar Türk’üm diyerek oranlama dahi yaparak dalga geçebilecekti.
Amerika, çıkarları doğrultusunda Afganistan’ı, Irak’ı işgal etti. İşgal hukukunun geçerli olduğu Irak’ta Türklüğün hiçe sayıldığı, halkın iradesinin yok sayıldığı gelişmeler ve girişimler başlatıldı. Bu gelişme ve girişimlere Türk Silahlı Kuvvetleri ses çıkaracaktı, başına çuval geçirildi. Bu olay, TSK’nın bölgeden uzak durmasını, Kürt devletinin oluşmasını engellememesini içeren “burun sürtme”, caydırma hareketiydi. Bundan sonrası da malûm.
Şimdilerde AKP’nin genel başkanı, Diyarbakır’a gitmeden önce bir grup “aydınımsıyla” görüştü. “Kürt sorunu”nu ortaya koymuşlardı. Diyarbakır’daysa, bir Pazar yerini ancak dolduracak bir topluluğa seslendi. Elbette söyledikleri önemliydi. Yunanistan Cumhurbaşkanı’nın, Türk Başbakanı için söylediği: “ilk kez bir Atilla’yla karşılaşmadık” ifadesini burada anmak gerekiyor. Görünen o ki, dış dünya AKP’nin niteliğini kavramış. Ancak gelin görün ki, Türk devletinin sınırları içinde kesintisiz bir uyuma olduğundan süreç tam da bu noktada tedirginlik yaratmaya başladı. Sınırlı halk desteğiyle temsil sorununu aşılabilmesi beklenmemelidir. Şu aşamada iktidar sürekliliğini koruma hedefiyle ayaklandı. Çünkü bölgesel dengeler farklılaşıyor, Türkiye’nin kuşatılmışlığı belirginleşmeye başlıyor.
Güney Doğu Anadolu, Doğu Anadolu gibi tamlamaları unuttuk. Sıkıntımızın bu iki bölgemizde ve her bölgemizde yaşanan iş ve aş sorunu olduğunu bilemeyen yönetimlerin gevşekliğine mi yormalıyız; yoksa tescilli niteliklerine mi? Temelde yaklaşım şudur: İran, Irak, Suriye gibi komşu ülkelerde dengeler değişiyor, Amerika Irak’ta işgal hukukuyla bölgesel çıkarlarını sabitlemeyi hedefliyor. Avrupa da bir yandan kendi temsiliyet krizini ve “Avrupalılık” boyutunu derinleştirmeye çalışıyor. Tüm bunlara koşut Türkiye eli kolu bağlanmış, âdeta deneme tahtası olarak gerginliklerin, belki de bir iç savaşın eşiğine doğru sürükleniyor. Pekiyi, Türkiye bu noktaya nasıl ve hangi yollardan geldi?
Türkiye’nin kabul ettiği; Birleşmiş Milletlerin 1966 yıllı Ekonom ik ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 1. maddesine1 etnik oluşumların korunması ve geliştirilmesi yönünde bakıldığında ulus devlet anlayışını yıpratan ve sonraki dönemlerde ulusallığı bozmaya yönelik oluşumları gündeme getireceği öngörüsüyle, maddenin endişe verici boyutların ötesine geçtiği gerçeğini görmekteyiz. Franz Neumann şunları söylüyor: “Kendi kaderini tayin hakkı, silâhtan başka bir şey değildir. Azınlık sorunlarından doğan her gerilimden yararlanılır. Mümkün olan her yerde ulusal ve ırksal çatışmalar alevlendirilir.”2 AB’ye uyum yasaları, Kürtçü bölücülerin serbest bırakılarak, siyaset yapmalarının önünün açılması, İmralı’yı da kapsayan “genel af” talepleri bir şeyi belleğimizde karıncalandırıyor: “Türkiye işgal hukukuyla mı yönetiliyor?” Denebilir ki: “Türkiye fiilî olarak işgal altında ama, bu işgal durumu çıkarılan yasalarla resmîleştiriliyor; gerek var mı tüm bunlara? Zaten Türkiye ekonomik olarak cendereye alınmış, sivil toplum örgütlerinin faaliyetleriyle zaten bölünüyoruz/ayrıştırılıyoruz?” Elbette bu yorum haklı bir yorum. Ancak çıkarılan yasalar, kısaca işgal hukukunun geçerli kılınması, üst yapısal (kültürel, dinî, dilsel vb.) düzenlemeleri hedeflemekte. Türkiye’nin ekonomisi yani alt yapısı dışarıya bağlanmış durumda. Bu yüzden de Türkiye işgal hukukunun uygulanmasına direnemiyor, bu süreci belirleyemiyor. Temel sıkıntı burada mı, değil mi?
Türkiye bu koşullara elbette aktarılmadı. Bire bir yaşayarak geldi. Geçmişe dönüp ayrılıkçılık / bölücülük bu devletin kuruluşunda ne gibi destekler görmüş ve ne gibi ifadelerle Güney Doğu Anadolu, Doğu Anadolu illerimiz anılmıştır? Bakmakta yarar vardır. En azından anımsama, özürlü yönetimlere duyurmak üzere.
Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde İngiliz Gizli Servisi’nin yazışmaları emperyalizmin etnik olgularda amaçladıkları ve hedefleri konusunda çarpıcı bilgiler vermektedir:
Mr. Ryan’ın raporu: “…Reşit Paşayla Kürt meselesini görüştüm ve Albay Noel’in Malatya’yı ziyaretinin zamansız olacağını söyledim. Gerçi Majestenin hükümetinin Kürt meselesinde BÜYÜK MENFAATİ olduğu doğrudur. Fakat bu sadece Mezopotamya ile ilgilidir ve sırf orayı korumak içindir…” (s.925 Vesika no: 620)
21 Temmuz 1919 Mr. Hohler’den Sir Tilley’e: “…Mezopotamya şimdi bizim olacağına göre Albay Noel’e bir Kürt devleti kurdurup, kuzey dağlarını böylece koruyabiliriz.”
28 Kasım 1919 Mr. Kitston’dan Sir E. Crowe’a: “…Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmak menfaatimiz icabıdır. Doğu Anadolu’yu ancak savaş çıkartarak Ermenistan ve Kürdistan diye bölebiliriz…?” (s. 917 Vesika no: 613)
27 Aralık 1919 Kürt Meselesinde üçüncü toplantı: “… Bir tek Kürt devleti mi yoksa bir çok küçük Kürt devleti mi kurulacağı düşünülecek. Ermenilere Amerikalılar kanalıyla silâh temin edilecektir..” (s.975 Vesika no: 637)
19 Ağustos 1919 Amiral Webb’den Lord Curzon’a: “… Amerika, Trabzon ve Erzurum’u içine alan bir Ermenistan’ı himaye edecek, geri kalan dört vilâyeti de bir Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor…”
27 Ağustos 1919 Mr. Hohler’den Mr. C. Kerr’e: “… Kürtlerin ve Ermenilerin diğer meseleleri beni ilgilendirmez. Bizim Kürt meselesine verdiğimiz ehemmiyet Mezopotamya’daki kaynaklarımız içindir. Diğer taraftan Wilson beni korkutuyor, ajanları devamlı hatalar yapıyor…”3
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda da sorun aynıydı, günümüzde de sorun aynı. Sorun ne Kürt sorunu, ne kültürel, dilsel, dinsel sorundu. Sorun, emperyalizmin sınırlı kaynaklardan daha fazla pay almaya odaklanmış politikalarının önünün açılıp açılamayacağıyla ilgiliydi. Sanırım bu soruna odaklanan insanlar da bunun bilincinde. Sadece şunu ortaya koymak gerekiyor: dışarıyla, emperyalizmle, işbirliği içinde olanlar bir tarafa; sade, günlük koşuşturmaca içinde yuvarlanan, iş ve aş derdiyle boğuşan 70 Milyon bir tarafa. Kimsenin ayrılma talebi, vatanını satma talebi, KKTC’yi AB’ye yamama talebi yok. Olması da beklenemez. Zaten yurttaşlar AKP’yi iktidara bunun için taşımadı. Yurttaşların önünde tek seçenek bulunuyordu. Malûm medyanın ve malûm medyanın içinde köşe tutmuşların dilleriyle elbette. İşte bazılarının son dönem beyanları: “Türkiye devletinin Kürt kökenli yurttaşlarına karşı yanlışlar ve haksızlıklar yaptığını biliyorum. Kürtlerin bütün taleplerinin serbestçe ifade edilmesini, bu taleplerin parlâmentoda temsil olunmasını istiyorum.”(Şahin Alpay, Zaman); “Türkiye’nin bir “Kürt sorunu” olduğu doğru. Ama bu sorunun Kürt kardeşlerimizle bir ilgisi yok. Türkiye’nin bölgedeki geleceği ve AB üyeliği ile ilgisi var.” (Hüseyin Gülerce, Zaman) Bir de TSK’nın başına çuval geçirten yönetimin dilli düdüğüne ne dersiniz: “Gerek tarihî gerek coğrafî açıdan tümüyle Kürdistan’ın bir parçası olan Kerkük şehrinden halkımız sürülmüş, şehrin sınırlarıyla oynanmıştı. Kürdistan’ın yasalara uygun ordusu peşmergeleri de kapsayacak şekilde, iç güvenliğimizi kendimiz kontrol etmeliyiz. Eğer Kürdistan’ın kırmızı çizgileri dikkate alınmazsa (Kerkük’te âdil bir referandum, doğal kaynaklarımızın kontrolü, ordumuzun tanınması, yasama yetkileri) halkımız her türlü yeni Irak anayasasını reddedecektir.” (Neçirvan Barzanî, Kürdistan Bölge Hükümeti Başkanı, Financal Times, aktaran Radikal) Bitmedi, bitmez de. Bakın terör örgütü PKK/Kongra-Gel’in elebaşlarından terörist Orhan Doğan ne diyor: “”… gün gelecek, böyle bir süreç (yani Cumhuriyet hükümeti ile PKK’nin masaya oturması) Türkiye’de başlayacak… Ben şunu da söylüyorum; zamanı geldiğinde Öcalan’ın serbest bırakılacağı biliniyor. Zamanı geldiğinde muhtemelen serbest kalacak… Türk toplumunun da buna duygusal olarak hazırlanması gerekiyor…” Her şey açık mı? Adam, eli kanlı Öcalan’ın serbestisini olasılıktan çıkarmış; “serbest kalacağı biliniyor” açıklamasını yapabiliyor. Hem de Türk Ordusu’nun gözünün içine bakarak, AKP’nin tepkisini almayarak…
Elinizde çayınız, aklınızda güzeller/yakışıklılar, hedefinizde kariyer varsa; unutun bunları. Hepiniz tatildesiniz. Alkolünüzü de almayı unutmayın. Rahatlayın. Yaz dönemi ya! Tüm olaylar tatilde, her şey tatilde. TBMM dahi bu ağır koşullarda tatilde. Türkiye önemli bir dönüşümün eşiğine sürükleniyor. Elini vicdanına koyan her Türk şunu görmeli, Amerikan askerleri Atlantik ötesinden geldi ve komşumuzu işgal etti. AB, Yunan ve Hıristiyan temellerinden yükseldi, üstümüzü kara bulutlarıyla kapladı. Sorun ne ABD’de, ne AB’de, ne emperyalizmde; sorun bizde, sorun Kemalist, Türkçü aydınların birleşememe sorunu. Hâlâ bunu dile getiriyorsak, sorun kronikleşmiş demektir. Genelde kronik hastalıkların tedavisi mümkün olmaz ve sorun ertelenir. Siz sakın örgütlenmeyin. Ama siz yine de Tevfik Fikret’in dediği gibi: “Yiyin beyler yiyin; doyuncaya, tıksırıncaya kadar yiyin!” Ama sakın, Amerikan askerleri kapınızı kanlı postallarıyla tepelediğinde nâzik davranmam demeyin. Eşinizi, çocuklarınızı, yakınlarınızı verdiğiniz oylarla zaten kuyuya yaklaştırdınız. Hatalarınızı düzeltmek üzere hiçbir girişimde bulunmayın. Sakın ama sakın tartışmayın. Çünkü tartışmalarınızın büyük çoğunluğunu, hatalarınızı meşrulaştırmak için kullanıyorsunuz.
Durun! Sanırım sizi duyuyorum! Haklısınız! Türk Devleti’nin bölünmesine, Cumhuriyet’le hesaplaşılmasına, Mustafa Kemal’in taviz verdiğini söyleyenlere, dini siyasete alet edip iktidarı ele geçirenlere ses çıkarmayan “kurumlar” basiretsizliklerini pekiştiriyorsa, bizim yaptıklarımız ve yapmayı düşündüklerimiz gerçekten de havan ve su ilişkisi ötesine geçemez. Kısacası iki ucu steril olmayan değnek elimizde. Yasal yollardan sapmamak ümidiyle, vatan sağ olsun.
DİPNOTLARI
1- Birleşmiş Milletler 1966 yıllı Ekonomik ve Kültürel Haklar Uluslar arası sözleşmesi 1. maddesi: “Tüm halkların kendi yazgılarını belirleme hakları vardır. Bu haktan ötürü, siyasal statülerini özgürce saptayarak ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerini özgürce saptayabilirler”
2- Bkz. Franz Neumann’ın söz konusu değerlendirmesi için; Alman Dış Politikası ve Yaşlı Kıtanın Yeni Düzeni: Avrupa’nın Etnik Parselasyonu, Hazırlayan: Belgin Mungan, YGS Yayınları, 1. Basım, Mayıs – 1998, s.93
3- Bkz. Dr. Mahmut Rişvanoğlu, Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm, Ss. 219 – 220. Aktaran: Ali Tayyar Önder, a.g.e., s.207.