ALİYA İzzet Begoviç’i de kaybettik. Derya Arbaş’ın ölümüne yarım saat yer ayıran kanallar onun cenaze merasiminden âdet yerini bulsun diye bahsettiler. Yetmiş sekiz senelik ömrüne hapisler ve katiâmlarla dolu bir hâtıra yumağını sığdıran Begoviç, onbinlerin tehlil ve tekbiriyle Osmanlı usulü uğurlandı. Boşnak imam kendisine has şivesiyle Türkçe helâl olsun dedi ve dedirtti.
Bu olay beni, birkaç sene önceki iç savaşa, ardından 2000 yılında yaptığımız Bosna seyahatine ve daha da enteresanı bu iç savaş sırasında Halide Hanım’ı davet ettiğimiz bir iftar gecesine götürdü. İç savaşın, daha doğrusu Avrupa gözetimindeki Müslüman kıyımının bütün hızıyla devam ettiği günlerdi. Bizler de Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi olarak bu zavallı insanlar için ne yapabileceğimizi düşünürken bir kısım göçmenin Altunizade’deki misafirhaneye yerleştirildiğini duymuş ve buraya gidip gelmeye başlamıştım. İlk gün, bizi görünce ağlamaya başlayan ihtiyar Boşnak kadınından saklamaya çalıştığım gözyaşlarımı hiç unutamam… O sene, her zaman çocuk yuvalarında gerçekleştirdiğimiz iftarı misafirhanede yapmaya karar vermiştik. Hem de Halide Hanım’ın katılımıyla… Görülmeye değer bir manzaraydı. İftardan sonr a bize karşı şükran borçlarını kendi usullerince çay ve musıki ikram ederek ödemeye çalıştılar. Derneğimizin korosundaki Boşnak asıllı bir arkadaşın söylediği türkülerden sonra ise asıl heyecanlı kısmı başlıyordu. İftara biraz geç iştirak eden Halide Hanım’ın elini öpmek için sıraya girenler onun heyecanla söylediklerini dinledikçe renkten renge giriyorlardı-bilhassa erkekler- Kalkandelen göçmeni olan şoförümüzün tercümesinden Halide Hanımın onlara, buraya geleceklerine ölmeyi tercih etmeleri ve kendilerinden utanmaları gerektiğini söylediğini anlamıştık. Bir nevi sürgündeki first lady, uzun boyu ve saçlarının üzerine hafifçe bırakıverdiği başörtüsüyle öyle hoş ve heybetliydi ki, kimse bu ağır sözlerin altında ezilmedi. Sadece boyunlarını büktüler. Kimsenin kimseye kızacak ve alınacak hâli yoktu. Halide İzzet Begoviç kan ve ateş yumağı hâline gelmiş anavatanından ayrı olmanın ıztırabını çekiyordu. Fakat Türklerin misafirperverliğinden de memnundu. İftar dönüşü kendisini Etiler’deki evine bırakırken beni çaya dâvet etti, fakat icabet edemedim, zira vakit çok geç olmuştu. Bir daha görüşme fırsatımız da olmadı.
2000 senesindeki Bosna seyahatimiz ise bir başka âlemdi. Gerçi savaş biteli birkaç sene oluyordu ama güzelim yerler bir açık hava mezarlığına dönüşmüştü. Allah’ın işine bakın ki Ağustos sonu ve Eylül başına tesadüf eden bu günlerde genel anlamda bir şehitleri anma merasimine rastladık. Tâ Fatih zamanından son savaşa-inşallah gerçek anlamda da son olur- bütün şehitleri anmak için şehrin hâkim tepelerinden birinde düzenlenen bu uhrevî geceyi bilmem nasıl anlatsam?.. Birçoğu Türkçe bilmeyen bu insanlar türkçe ilâhî söylüyor ve Türkçe dua ediyorlardı. İşin garibi, söylenen Boşnakça ilâhîleri anlamak da bizim için zor olmuyordu. Çünkü yüreklerimiz birdi. Bundan beş yüz sene evvel ilâ-yı kelimetullah üzre atılan tohumlar işte böyle yeşeriyordu. Gece sona erdiğinde gözlerimizde nem, içimizde tarifi imkânsız bir hüzün vardı. Düşündüm: Allah’ım Müslüman’ın kaderi her zaman hüzünlenmek mi, bize sevinmek haram mı? İçimdeki bu birbirine zıt düşünce ve duygulara tâ 2003’e geldik, hattâ bitirmek üzereyiz.
2003’ün Ekim ayının son günlerinde Bosna’nın eski cumhurbaşkanı ve savaş kahramanı Aliya İzzet Begoviç’in Hakk’a yürüdüğünü haber bültenlerinden işittiğimde bir devrin daha kapandığını hissettim. İşte bu intibalarla bilge kralın cenaze merasimini seyretmek için televizyon karşısına geçtiğimde içimde aynı zamanda isyan da vardı. Ama neye? Bir kere kesinlikle Allah’a değildi… Duyduğum infial, içimdeki hak ve adalet hissinin zedelenmesinden kaynaklanıyordu. Yüzyıllarca İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bir imparatorluğun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’ne bu medya hiç yakışmıyordu. Sadece medya mı, bugünkü konumu da hiç yakışmıyordu. Çoğu köşebaşlarına 68 kuşağının yerleştiği, sağı temsil edenlerin ise şuursuz bir globalleşme ile önüne gelene mavi boncuk dağıttığı bu medyaya kızmak bile abesti. Pekiyi, hata kimde ve neredeydi? Bugün sayısız problem yaşadığımıza göre bir yerlerde vahim yanlışlar yapılmış olmalıydı. Eğer bu muhasebeye girersem işin uzayacağı belliydi, onun için ben de Aliya İzzet Begoviç’e ağlamak yerine, hâlimize ağladığımı hissedince kendime bir ikazda bulundum: Sadede gel!
Güle güle Aliya, güle güle Bilge Kral! Mekânın cennet, ruhun şâd olsun. Bu dünyada kıymetin bilinmediyse de ilâhî adaletten zerrece şüphesi olmayan bizler gerçek âlemde lâyık olduğun mevkii bulacağına inanıyoruz. Çünkü sen İslâm’ın kılıcı olan Osmanlı’ya, dolayısıyla Türk’e hizmet ettin. Allah îlâ-yı kelimetullaha hizmet edenleri sever ve kayırır, tıpkı Türkleri kayırdığı gibi…