1974 tarihindeki müdahaleden sonra “Ateşkes!” ilân edilmiş, hattâ, Kıbrıs üzerinde hiç bir hakkı kalmadığı hâlde “Garantör devletler” içerisine dahil edilen İngiltere, Yunanistan ve Türkiye Dışışleri Bakanlarının Cenevre’deki görüşmelerinden “Sulh” adına müsbet bir netice çıkmayacak olursa, muhtemel yeni bir ileri hareket için, her türlü hazırlıklar tamamlanmış, sadece “Emir” bekleniyordu.
11 Ağustos günü saat 13.15’te, Girne’de olan “Savaş istihkam Bölüğü”nün “1. Takımı” buradaki vazifesini tamamlayarak, iki gün önce Dikoma’ya gitmiş olan bölüğe intikal etmiştik. İçecek su bulmakta güçlük çeken askerler, Dikoma’daki ekin tarlasının içindeki su kuyusunu bulunca, âdeta bayram yapıyorlardı. Dikoma’da geçirdiğim ilk gecenin sabahında kuyudan su çıkartıp, “döver-biçer” makinasının balya hâline getirdiği sap-saman balyalarını duvar şekline getirerek, gusül abdesti aldım. 13 Temmuzdan bu yana, vücudum ilk defa su yüzü görüyordu. Burada, bütün askerlere birer “Sterlin” dağıtıldı. Cenevre’den iyi haberler gelmiyordu.
13 Ağustos günü sabah içtimaında, bölük komutanımız yüzbaşı Nail İncesu, yapılması kuvvetle muhtemel ikinci bir harekâta askerlerin hazır olmasını sağlamak için, cesaret ve moral takviyesi yapmak üzere şu tarihî vakıayı anlattı:
“Endülüs Emevî kumandanlarından Târık bin Ziyâd, İspanya’ya yapmış olduğu seferin akabinde, askerlerini karaya çıkarmış ve kendilerini getiren gemilerini de ateşe vermişti. İspanya topraklarına ayak basan Arap askerleri, denizin ortasında yanmakta olan gemilerini görünce ürperip şaşkınlık içerisinde kalırlar. Askerlerinin korku, telâş ve şaşkınlık içinde olduklarını gören Târık bin Ziyâd, yüksek bir taşın üzerine çıkarak:
“Askerlerim, yiğitlerim! Arap kavminin asil kahramanları! Bizleri bu topraklara getiren gemilerimizin yandığını görüp korku ve telâşa kapıldınız! Şunu biliniz ki, o gemileri ben yaktırdım! Çünkü, bu topraklar fethedilmedikçe, sizlere ve bana geri dönüş yolları kapanmıştır. Ne zaman ki bu topraklar fethedilirse, işte o zaman bizlere bu kapattığım kapı ve yollar açılacaktır. Göreyim sizleri!” demiştir.” Yüzbaşımız, sözlerine devamla:
“– Aziz silâh arkadaşlarım!
Hiç bir Türk askeri, savaş meydanından kaçmamıştır! Ben bunu duymadım! Okumadım! Kaldı ki siz kahraman askerlerimden bunu beklemem mümkün değil. İçinizde kanı bozuk bir insan bulunamaz; asla yoktur ! Ola ki içinizden birisi çıkar da (-Ben savaşa katılmak istemiyorum!.. Ben Türkiye’ye döneceğim!) derse, ben ve subay arkadaşlarım Üsteğmen Atilla Çilek, Teğmen Ahmet Kendigel, Asteğmen Ahmet Okutan, asteğmen… (Şu anda bu asteğmenimizin ismini hatırlayamıyorum), Assubay Ahmet Sözer, kesinlikle hiç bir şey demeyeceğiz, demeyecekler; hemen ayrılsın… Size namus sözü veriyorum. Hiç bir şey demeyeceğiz. Benim bölüğümde böyle birisinin olmadığına inanıyorum, ama yine de sormak istiyorum: Varsa aranızdan hemen çıkıp ayrılsın!.”
Nail Beğ bir kaç saniye durur gibi yapıp sözlerine kaldığı yerden şöyle devam etti:
Fakat bu konuşmamdan sonra birisi çıkar da: (-Ben savaşmak istemiyorum!) derse ve savaş meydanından kaçmaya kalkarsa, şunu biliniz ki, derhal vururum! Bunda, asla tereddüt etmem! Şayet benim kaçtığımı gören olur da beni sırtımdan vurmazsa, dünyanın en şerefsiz askeri ve insanıdır. İşte o zaman beni vurmayan askerin kanından da şüphe ederim!.. Ben biliyorum ki, aç ve susuz kaldınız. Muhtelif güçlüklerle karşı karşıya kaldınız. Aynı açlığı ve susuzluğu ben ve diğer komutanlarınız da çektiler; belki daha da çekeceğiz.”
Büyük Hun Türk Devleti Hakanı Atilla, girmiş olduğu bütün muharebelerden daima zaferler kazanarak çıkmıştır. Yine böyle bir zafer sonrası, ordusu çok güçlü olmasına rağmen esir almış olduğu bir komutan ile konuşurken, esir komutan Atilla’ya der ki:
“- Zaferlerinizin sırrı nedir? Nasıl oluyor da her girdiğiniz muharebeyi kendi lehinize çeviriyorsunuz?” Atilla, esir komutana şu şekilde cevap verir:
“- Her ikimiz de ağızlarımızı açıp, parmaklarımızı karşılıklı olarak birbirimizin ağzına sokarak aynı anda birbirilerimizin parmaklarını var kuvvetimizle ısıracağız.” der. Elleri büyük Türk Hakanının dişleri arasında ezilen esir kumandan, bir anda:
“- Yandım, anam!” diyerek bağırır. Ağzı açılan düşman kumandanının dişleri arasından kopma noktasına gelen parmaklarını kurtaran Atilla, bir müddet daha ısırmaya devam eder ve:
“- Şayet bağırmayıp da biraz daha ısırmaya devam etseydiniz, gördüğünüz gibi benim parmaklarım kopacaktı. İşte zaferin sırrı budur!” der.
Kahraman askerlerim, vermiş olduğum misâlden de anlaşılacağı üzere, zafer acıya tahammül gösterip sabredenlerindir. Zafer, kahraman Türk askerinin, yani sizlerindir. Zafer. Hakk’a inananlarındır! Zaferiniz kutlu olsun! Hepiniz hakkınızı helâl ediniz! Ben hakkımı hepinize helâl ediyorum” dedi. Bütün subay ve askerler her bir ağızdan:
“- Helâl olsun!” dedik. Gerçekten çok duygulanmıştık. İçimizde korkan var mıydı bilmem ama ben asla korkmuyordum. Çünkü tabiî olan o korkuyu, ilk harekâtın ilk günü ve ilk saatlerinde yenmiş, onun yerini üstün cesaret kaplamıştı. Her şeyden önce millî şuur sahibi idim. Aynı zamanda da Kıbrıs’a seçme ve gönüllü olarak gelmiştim. Bölük komutanımızın bu sözlerini dinlerken, ağladığımı hatırlıyorum.
13’ü 14 Ağustosa bağlayan geceyi ayakta bekleyerek geçirdik. Şafak vakti, saat 06.05’de, Türk’ün zaferler ayına yeni bir zafer eklemek üzere, Türk kartalları Lefkoşe civarındaki Rum mevzilerini bombardıman ederken, İstihkam Bölüğümüz de, tankçılar ile birlikte, saat 05.30’da Hamit Köy’e doğru çoktan hareket etmişti bile…
Kıbrıs Sulh Harekâtları’nın üzerinden yirmiüç yıl geçmişti ki, kalemini kılıç gibi kullanan büyük edibimiz Süleyman Nazif merhumun “BATARYA İLE ATEŞ” namındaki eserini okurken, kendisinin Mehmet Zihni Efendi’nin “Meşâhirü’n-nisâ” namındaki eserinden alıp naklettiği şu satırları görmüştüm:
“Zihni Efendi merhum, “Meşâhirü’n-nisâ” adlı meşhur eserinde “Ayşe ümmül ebi Abdullah” başlığıyla şu satırları yazıyor:
“Endülüs’te İslâm hükümdarlarının sonuncusu olan, Meşâhirü’n-nisâ’in annesi olup, oğlu “Ebu Abdullah” Gırnata şehrini kâfirlere teslim ederek hanedan ve yakınlarıyla çekip gitmekteyken, hâlâ İspanyollar arasında “Arabın ah ettiği yer” diye şöhretli olan yerden son defa Gırnata’ya bakarak, “- Allahüekber” diye yürek yakıcı bir ah çekip gözlerinden hasret ve pişmanlık yaşı fışkırdığı sırada, annesinin ona sitem olarak söylemiş olduğu nutuk vatanseverliğinin, aklının ve izanının ispatı olduğundan, adı geçen sözlerin bazı Türkçe kitaplarda yazılmış bir tercümesi, aslına uygun olduğu tasdik olunmayarak, buraya yazılmıştır:
“Saygıdeğer Arap soyuna lâyık olmadığın hâlde benim vasıtamla o soya katılan alçak!.. Sana oğlum demeye utanıyorum. Senin gibi hayırsız, nâmerd evlât yerine keşke taş doğursaydım. Ağla utanmaz, ağla! Erkek gibi koruyamadığın vatanın için karı gibi ağla!.. Acaba Muhammed’in şükran sancağı altına fedakârca toplanan kahramanlara yardım edemez miydin? Aralarında olsun bulunamaz mıydın? Bir kaç defalar atalarının azatlısı olan din düşmanlarına galip gelemesen de, vatanını, musallat olan ellerinden olsun kurtaramaz mıydın? Lâkin sen dünyanın süsü ile aldatılmış olduğundan sarayları vatana üstün tutar, gece gündüz cariyeler, bahçeler ile eğlenir, ağaçların meyvalara akseden gölgelerini seyretmekten lezzet duyardın. Nefsinin bir dakikalık şehveti uğruna bunca şeref ve şöhreti ayaklar altına aldın. Bir defa da geleceği düşünmedin. Millî şan ve şereften mahrum evlât! Büyük atalarının sana emanet ettiği Muhammed’in mübarek kılıcını ne yaptın? Gırnata’yı Elhamra, Elbeyza saraylarını kime teslim ettin? Saldırışları ve heybetleriyle düşmanlarını daima titreten ve perişan eden yiğitleri hangi düşman karşısında tedbirlice kullandın? “- Küheylan atlar ne oldu?” derlerse ne cevap vereceksin? Zafer âyetleri yazılı yüzlerine ahrette, ceza gününde nasıl bakacaksın?
“Bıraktığınız kılıcı, emrime itaat etmeyen esirleri kesmekte kullandım. Gırnata, Elhamra, Elbeyza’nın yalnız bahçelerini, çimenliğini seviyor ve onların içinde gönül rahatıyla eğleniyordum. Vatanın korunmasına, geleceği sağlamaya hiç ehemmiyet vermezdim. Ordunuzu kendi zevklerimi sağlamak için düşmanların elinde kurban ettim. Sizin gazada binip hücum ettiğiniz Arap atlarını etraftan cariye getirmekte kullandım” diye mi cevap vereceksin?
Vakit var iken şu geniş sahralara, Arap kanıyla karışık akan çaylara, güzel çayırlara bir defa daha bak. Muhammed’in torunlarının karargâhı olan Elhamra, Gırnata’nın yangın alevleri içinde alçaklığının işareti olarak kül olacak. Arap eşrafını barındırmakla şeref duyan Gırnata, senin elinde harap olup din düşmanlarına başkent olduğu için ceza gününde seni ayıplayarak anacak.
Kaç korkak, kaç!.. Artık Arap padişahının vatanında hükmü kalmadı. Bil ki, bundan sonra Afrika çöllerinde havyan gibi yaşayacaksın. Git, arta kalan hayatını alçakça geçir. Gafil olma ki yalnız bu rezaletle kurtulamayacaksın. Dünyada değil, sessizlik ve huzur âlemi olan mezarda bile, “anadan doğma şeref ve asaletini” ayak altına alan, ümmetin zavallı insanlarını zulümle katleden, Endülüs’te İslâm devletinin yıkılmasına sebep olan, Gırnata’yı eliyle düşmana teslim eden alçak “-Ebu Abdullahü’s-Sagîr’in ölüsü bu toprak altındadır” sözlerini çürüyüp de toprağı kirleten en küçük parçaların işitecektir.” der.
İşte… Ben bu satırları okurken, bir iman âbidesi olan bölük komutanımız, Yüzbaşı Nail İncesu Beğ’in yukarıda naklettiğim sözlerini hatırladım.




