Cumhûriyet dönemindeki eğitim sisteminin edebiyâta düşen kısmetinde, edebî değerlerimizi birtakım kategoriler içine alarak öğretmek usûlü vardı. Hâlâ da devâm ediyor. Bu tedris tarzı, belki pratik fayda sağlıyor ama, epeyi eksiği ve yanlışı da bünyesinde barındırıyor. Söz gelişi; İslâmcı, Türkçü, Batıcı gibi etiketler, fazla derinliği olmayan bir gayret neticesinde, mübtezel şekilde kullanılıyor. Oysa, her kalem ehlinin ayrı bir şahsiyeti var ve bu şahsiyet anlaşılmadan tonlarca kategori teşekkül ettirsen, hiçbir yere varamazsın.
Çok umûmî çerçeve içinde, Necip Fâzıl ile Mehmed Âkif, İslâmî his ve ürperişlere tercüman olmuşlardır. Bu iki “üstâd”, Sultan İkinci Abdülhamîd’e bakışlarında bile ayrı tellerde mızrab oynatırken, siz hangi kategori veyâ edebî akımdan, ekolden bahsedeceksiniz? Necip Fâzıl’ın “Ulu Hâkân” diye tebcîl ettiği, aynı ismi taşıyan müstakil bir eserle düşüncelerini kâğıda döktüğü otuz dördüncü Osmanlı Hükümdârı’na, Mehmed Âkif, o devrin münevver modasına uyup “İblis” diyecek derecede hakâret-âmiz mısrâ ve cümleler sarfetmiştir. Yine, Mehmed Âkif’in Safahât’ında, sosyalist çizgide gerçekçi fakr u zarûret sahneleri vardır. Mehmed Âkif, eserle şahsiyet arasındaki terâzi ölçüsünü bilen mahfillerde, “Müstakil İsimler” başlığının altına alınmıştır. Sınıfa sokma çabası yanında, bu kabil bir öğretim metoduna saygı duymak lâzım ama, niye illâ toptancılık âdetinden vazgeçemiyoruz? Âkif’i kendi hayâtı, eseri v e alışkanlıkları içinde ele alamadığımız için, ona elbise sipârişleri vermekten kurtulamıyoruz.
Kandilli Rasathanesi’nin kurucusu ve ilk müdürü olan Fatin Gökmen, Âkif’in can dostlarındandır. Kış aylarından bir günde, Fatin Hoca Mehmed Âkif’i Anadolu Yakası’ndaki evine dâvet eder. İstiklâl Marşı Şâiri Fâtih’de oturmaktadır. Kararlıştırılan gün, şiddetli bir kar yağışı başlar. Şimdiki gibi telefon mârifetiyle haberleşme imkânı olmadığı için, böyle bir hava muhâlefetinde karşı yakadaki Âkif’in evine misafirliğe gelemeyeceğini düşünen Fatin Gökmen, kalkar, bir başka tanıdığına gider. Verdiği sözü yerine getirmeyi nâmus addeden Âkif, bütün tabiat ve iklîm engellerini aşarak ve biraz da bîtâb bir vaziyette, akşam saatlerinde Fatin Hoca’nın kapısını çalar. Bakar ki, evde kimse yoktur, perîşân ve yıkılmış bir hâlde geri döner. Sonraki günlerde görüştüğü Fatin Hoca’ya pek çok sitemler eden Mehmed Âkif, onu tanıyan bir arkadaşının, onun verdiği sözden cayabileceğini düşünmüş olmasına ve bir başka yere gitmiş olmasına hayıflanır. Fatin Gökmen’le, sırf bu yüzden bir hayli zaman konuşmaz.
Onunla en zıt görüşte olanlar bile, hakkını teslim etmekte mahzûr görmüyorlar: “Mehmed Âkif, doğru, dosdoğru bir insandır.” O, her ne kadar: “Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek” düstûruna kalem bağlıyorsa da, odun kabalığına aslâ düşmemiştir.
Mehmed Âkif, Osmanlı İmparatorluğu’nun mayasını meydâna getiren Doğu-Batı harmanının hârikulâde bie meyvesidir. Annesi Emine Hanım Buhârâlı bir âilenin kızıdır. Babası Tâhir Efendi de Balkan coğrafyasında İpek şehrindendir. Arnavut bir baba ile Buhârâ Türkü bir annenin evlâdı, Mehmed Âkif adıyla bizim yakın târihimize edebî ve ahlâkî renkler ilâve etmiştir. İnsanın anne ve babasını seçebilme hürriyeti bulunmadığından, belki de bu beşerî aczi ifâde etmek için, Âkif’in: “Ben ki, evet, Arnavud’um” demesi, nice abesle iştigâl edene sermâye olmuştur. “Türk milletinin millî marşını bir Arnavut mu yazmıştır?” sorusu, ancak Türk’e kastı olanların dimâğından çıkar. Safahât’ı dikkatli okuyanlar, Buhârâ’dan bahseden mısrâlarda, Mehmed Âkif’in Ali Şîr Nevâî’den nefesler taşıdığını göreceklerdir.
İstiklâl Harbi’mizin söz erleri arasında en ön safta bulunan Mehmed Âkif, dolaştığı şehir ve kasabalarda millî haysiyetimizi yüceltici ve diriltici vaazlar vermiştir. Yunan ilerleyişinin Sakarya boylarından Polatlı civârına yöneldiği günlerde, Meclis’i ve diğer idâre mekanizmalarını Ankara’dan doğuya taşıma fikri görüşüldüğünde, buna siper olanların başını Âkif çekiyordu. Düşman, ancak onların cesetlerini çiğneyerek Ankara’ya girebilirdi. Bu azmin şiire bürünmüş güzelliği ve heyecânı, İstiklâl Marşı’nın mısrâlarına sinmiştir.
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Millî Eğitim Bakanı olduğu 1921 yılı Martında, millî marş yarışması açıldığında, Tâceddin Dergâhı, Ankara’nın şahsında bütün bir milletin o gününe ve geleceğine azimle sarılışına şâhit oluyordu. Müsâbakaya ilk anda, verilecek mükâfât yüzünden katılmayan Mehmed Âkif, şiirini o mütevâzı dergâhın duvarlarına çoktan yazmıştı. Sırtına geçireceği bir paltosu bile olmayan bu hakikî Türk çocuğu, memleketinin kurtuluşunu anlatan marşı para karşılığında yazmayacak kadar asîl tavırlıydı.
Safahât’ta, bâzı mısrâlar gerçekten ağdalı denilebilecek bir dille yazılırken, bilhassa muhâverelerde ve hayat sahnelerinin tasvîrinde, şaşılacak bir sâde anlatış görülür. Bu açıdan bakıldığında, Türkçenin gerçek mânâda sâdeleşmesinde, Mehmed Âkif’in büyük payı vardır. Bir de Süleymâniye Câmii’ni onun dilinde okurken, ister istemez Yahyâ Kemâl’le mukâyese fikri doğuyor. O zaman anlıyorsunuz ki, iki büyük şâir, Süleymâniye’den çok kendilerini anlatıyorlar. Yahyâ Kemâl’deki masala kaçıveren ama pek muhteşem görünen şiiriyet, Âkif’de natüralist bir feryâda tercümân olmaktadır.
Mehmed Âkif, Kur’ân-ı Kerîm tercümesi vesîlesiyle titizliğini ve Allâh’ın kitabı karşısındaki kemterliğini bir def’â daha göstermiş, fakat, bizi fevkalâde bir hazdan mahrûm bırakmıştır. Onun, tamamladığı söylenen tercümeyi imhâ etmediği, bir dostuna teslîm ederek saklamasını istediği, fısıltı hâlinde terennüm ediliyor. Belki, kazâ ve kaderin sâikiyle bir gün Âkif’in kaleminden çıkmış Kur’ân tercümesini karşımızda görüveririz. Yapacağı tercümenin, Kur’ân’ın aslı yerine ikâme edileceğine dâir vehim, muhakkak muhterem bir mevkidedir.