Adı etrâfında hayâlî sirkler kurulan ve Katerina menşe’li iftirâlara uğrayan Baltacı Mehmed Paşa, Prut Seferi sonrasında azledilir. Menfâda, pek derbeder bir hayat süren Paşa; saçı, sakalı birbirine karışmış, kirli, pasaklı şekilde dolaşırmış. Ziyâretine gelen bir tanıdığı:
“– Paşa Hazretleri, berberi çağırıp traş olsanız a! Nedir bu hâliniz?”
deyince, âkıbeti hakkında ümîdi iyice azalan Baltacı:
“– Kafa bizim olsun da, traş olmak kolay…”
cevâbını vermiş.
Zaferle hezîmetin; iftiharla mezelletin aynı kapı eşiğine bastıklarını, Prut Seferi kadar berrak ve ibretle gösteren hâdise azdır. Bâzen, tâlih, fırsatların en güzelini, hem de altın tepsi içinde insanın gözüne, ağzına, burnuna takdîm eder. Mühim olan, bu fırsatın hakkını verebilmektir. Prut Seferi, arkasından sökün eden bahtsızlıklara sebep gösterildiği için, Baltacı Mehmed Paşa da -ölümünden sonra bile- rahat bırakılmamıştır. İşin garîbi, Paşa’nın dediği gibi, kafamızı bizde bırakmamaya azmedenlere sağladığımız kolaylıklar, bizi kaçıncı def’âdır ıskartaya çıkardı. Bu hususdaki rezâlet çetelesini tutmak da, okumak da yürek istiyor.
Prut basiretsizliğinden iki asır sonra, Balkanlarda ortaya koyduğumuz hamâkat, insanda mecâl bırakacak cinsten değildir. Üstelik, bütün dünyânın bizi favori saydığı bir mücâdeleyi, koca koca hiçler uğruna kaybettik. Harp târihinde benzeri olmayan garâbetleri, bu menhûs Balkan Savaşı’nda biz ortaya koyduk. Arayıp bulamadıklarımızı da, mesâî harcayıp icâd ettik. Sonunda, öylesine bir manzara ile karşılaştık ki, cümle berberlerin üstesinden gelemeyeceği traş kirliliği, arapsaçı olarak başımıza konmuş. Hâlâ, bu dinginliğin mafsallarımızda ağrı yaptığını hissediyoruz.
Zamânı, zemîni ve insanı aynı huzmenin ışığında görebilmek, “dehâ” kudreti istiyor. Âdemoğlunun hâfıza sandukasında, dehâ sâhibi idâreciler tarafından tezyîn edilmiş nice revnaklı mücevher var. En parlakları da, hep Türk imâlâtı. Prut Seferi’nden başlayarak, kaybettiğimiz cümle vatan coğrafyası, hiç hafife alınmayacak bir zamân içinde böğrünü, döşünü dövüyor.
Türk’ün ezelî düşmanları, el’an üstünde oturduğumuz azîz topraklara da göz dikmiş durumda. Her an, yeni gafletlere dalmamızı bekliyorlar.
Masal ve ninni ile geçirilecek, ziyan kuyusuna atılacak -günü bırakın- dakîkamız yok. Mes’elenin ciddiyeti, idâre-i maslahatçı kadrolara havâle edilemeyecek kadar büyüktür.
Yunan Başbakanı, son Ankara seyahati için Atina’dan yola çıkarken, Kıbrıs’daki Rum İdâresi’ni kastederek, Türkiye’nin bu devleti (!) tanıması talebinde bulunacağını söylemiş. Aynı haberin devâmında, hazretin resmî merâsimle karşılanacağı, bu maksatla hazırlıkların gözden geçirildiği gibi, tanıdık ibâreler vardı.
Böyle bir talebi, daha yolun başında âşikâr eden birine, Ankara’nın taşı yerine halısı hazırlanır mı? “Arkadaş, bunun için geliyorsan, hiç zahmet etme!” diyecek bir yiğit ses yok mu?
Millî haysiyet, öyle çarşıda-pazarda para ile temin olunacak metâ mıdır? Bu milletin hissiyâtına tercümanlık edecek cevherlere teşneyiz. Baltacı’ya haksızlık etmeyelim. Sırtımızdaki baltayı çıkaralım. Çıkaralım da, cennetlerimizi tanıyalım.
Eğriye inanan da, doğruya inanan da kendini cennete koyuyor. Herkesin, ileriye dönük hesâbında mûtenâ cennet köşeleri bulunuyor. Zîrâ, kimse cehennem biletine tâlip değil, Yeryüzündeki insan sayısınca cennet çeşidi olmalı. Öğrenme imkânı verilseydi, rûh şifresine kayıtlı cennet hikâyelerinden ne kadar değişik fotoğraf çıkardı. Cemiyetlerin millete dönüşmesinde, cennet farklılıklarının azalması, önemli rol oynuyor. Tek tip cennete ulaşan kitleler, “mütecânis” resitâller veriyor.
Adamın biri ölüm sonrasında cenneti hak etmiş. Ebedî ikâmetgâhının kapısına dayanıp.
“– Ben cennetliğim, dâireme girebilir miyim?” demiş. Kapıdaki personel:
“– Buyrun, sizi bekliyorduk…”
diye hüsn-i kabûl gösterince, adam:
“– Bir de benim muhabbet kuşum var. Öteki tarafdaki tek dostum. Onu da yanıma alabilir miyim? Buna müsaade eder misiniz?” ricâsında bulunmuş. Girişdeki görevli:
“– Kat’iyyen olmaz! Ya kendin girersin içeriye, ya da kuşun. İkinizi birlikte kabûl edemem…”
cevabını verince, adam:
“– Öyleyse bana biraz müsaade. Vaziyeti değerlendireyim.”
demiş ve rastgele yürürken, yol üzerinde başka bir “cennet” tabelâsı görmüş. Oradaki kapının önünde duran teşrîfatçı:
“– Hoş geldiniz, buyurun. Kuşunuzu da dışarıda bırakmayın. Size ve kuşunuza hazırladığımız dâire, sizi bekliyor…” deyince adam:
“– Burası hangi cennet? Biraz yukarıda da cennet kapısı vardı. Eğer burası gerçek cennet ise, orası isminizi sû-i istimâl ediyor. Tedbir almalısınız…”
diye serzenişte bulunmuş. Gerçek cennetin kapısındaki melek:
“– Niye tedbir alalım ki?.. O sahte cennet, bizim değerimizi arttırıyor. Eşini, dostunu, kuşunu satanlar oraya giriyor. Bize de cenneti hak edenler kalıyor.”
diye insanoğlunun serencâmını özetleyivermiş.
Dünyâda paylaşmayı, bölüşmeyi bilmeyenlerin de, elbette cennet projeleri var. Lâkin, bâzı cennetlerin mâhiyeti, cehennemin tâ kendisi. “Zarf ve mazrûf” meseli, her iki dünyâya birden nizâm veriyor.
Koca Yûnus:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç evle birkaç hörü
İsteyene ver anları
Bana seni gerek, seni…”
derken, gerçek cenneti ve gerçek “cennetlik”i billûr damlalar hâlinde mısrâlaştırmıştır.
“İnsan-ı kâmil” olma yolunda hedefe varmanın bir diğer adı “terk”tir. Terk ettikçe sisleri dağılan bu yolun sonu, cennete varır mı? Bilemeyiz ama, cenneti terk etmedikçe de “insan-ı kâmil” olunamaz. Hûrîden, gılmandan arınmış bir cennet, “hakîkatlerin hakîkati”ne taht olur.
İhtirasların kol gezdiği bu âlemin dağdağası, şimdiye dek kaç cenneti cehenneme çevirdi? Bu soruya verilecek cevap, “Kelîle ve Dimne” hacminde bir masal tekerlemesi de olabilir, Yûnus’dan sâdır bir kristâl zerresi de… Yâni, sözün uzunluğuna metre hesâb edenlerle, gönül gölünde kulaç atanlar, aynı cennetin sâkînleri.
Türkiye’yi cennet bilenler, ezelden ebede uzanan bir vatan türküsü söylüyorlar. Akından akına seğirtmiş küheylânların kişnemesi, nal seslerinden çıkan orkestra âhengi ve “kerrâkesini düzelten Vehbi”lerin pişmanlığı, nedâmeti; bu “tavattun” hikâyesin in nîrengi noktalarıdır.
Bugünün vitrininde boy gösteren zamâne ekibinin cehline endâze biçenler, mâzînin ilminden haberdâr mı? İlme rağmen yapılanlar, hep “ramak” kalırlar. Onlardan isâbet beklemeyin.
Hüsn ü Aşk’da bir tardiyye:
“Hoş geldin eyâ berîd-i cânân!
Bahş et bize bir nüvîd-i cânân,
Cân ola fedâ-yı ıyd-ı cânân?
Bî-sûd ola mı ümîd-i cânân
Yârin bize bir selâmı yok mu?”
beşliği ile başlar. “Berîd”, “nüvîd”, “ümîd”, “selâm” gibi, haberleşme ülkesinin pasaportuna yapışmış kelimelerle örülü bu nefis mısrâ demeti, aynı zamanda millî kültürümüzdeki “posta” motifinin zenginliğini aksettiriyor.
Atlı habercilerin çağı, internet keyfine alışanların çok uzağında değil. “Tatar ağalarının yaya kaldığı” hikâye ve fıkralar, çok mahdûd bir muhîtde de olsa, hâlâ canlılığını koruyor.
En köklü Türkçe kelimelerden biri olan “çapmak”; koşmak, at koşturmak demek. Aynı fiilden yapılan “çap-ar” veya “çap-an” sıfatları, Türk dünyâsında “atlı haberci”ye unvân olmuş. Hattâ, Fârisîdeki “Çâpâr” -ki, o da postacı mânâsına geliyor -bal gibi Türkçeden alınmadır. Yine Osmanlı devlet teşkilâtında, haberci (ulak) atlarının ahırıyla posta güvercinlerinin barınağına “çaparhâne” denmesi, kayda değer bir başka hususdur.
Kazak Türklerinin giydiği bol kesim kaftan ve ihtişamlı şapkadan müteşekkil kıyâfete de “çapan” adının verilmesi, “çapmak” sözünün coğrâfî şümûlünü gösteriyor.
İçine düşürüldüğümüz dil gayyâsının karanlık duvarlarında şuûrsuz biçimde ışık ararken, hangimizin zihninde çapar şimşekleri çakıyor? Avrupa dillerinin mitralyöz ateşi altında kalan haberleşme ağımız; bize milliyetimizi de, vatanımızı da unutturacak bir tehlikenin ortasına sürülmüş.
“Ol mâhîler ki, deryâ içredir, deryâyı bilmezler” sözü, hikmet ışıltılarını posta vâdisine de uzatıyor. Şekli ve muhtevâsı ne kadar değişirse değişsin; haberleşmeyi insan hayâtından söküp almak, yerine başka bir meşgûliyeti koymak, aslâ mümkün olmayacak. Çünkü; düşünen, aklını kullanan, ağlayan, gülen, yiyen, içen, uyuyan, seven, ayrılan, birleşen, ölen insan; aynı zamanda haberleşen bir varlıktır.
Gelgelelim, her hususda olduğu gibi, bu haberleşme işinde de, mevzûu ayaklar altına alıp, tanınmaz hâle getirdik.
Tavırlarda, edâlarda husûle gelen kabalıkları, cemiyet şirâzesini kopartan bol sarmısaklı arabesk takılmaları bir kenâra koyalım; en çok yürek dağlayan manzara, “dil” defterine yapıştırılmış. Cep telefonundan bilgisayar ekranına el ve kol uzatan Türkçe kâtili yabancı kelimeler, bir muhteşem kültürün cenâze levâzımâtını hazırlıyor.
Şeyh Gâlib’in, “berîd-i cânân”a takdîm ettiği hasret mısrâlarında da Türkçe olmayan sesler var. Ama, bunun ölçü ve rengi, neticede müşterek bir medeniyetin çadırı içinde yer aldığından, san’atın icâbı mevkiinde muâmele görüyordu. En mühimi, “berîd-i cânân”, herkesin tanıdığı bir cemiyet unsûru idi. Bugün, ekonomi ve haberleşme hânelerimize abanmış yabancı kelimelerin, soframızda ne kadar kaşık kaydırdığı, cümle âlemin mâlûmu.
“Telekominikasyon” tâbirinin yanında “berîd-i cânân”, ne çok bizim diyârın sesi oluyor, duyuyor musunuz?
“Şeyhin kerâmeti, kendinden menkûl” derler. Teknolojik kaosun kerâmeti -eğer varsa- sms’den menkûl… Peki, Yavuz Sultan Selîm’in şahsından târihe akseden mesajı okuyabiliyor muyuz?
1516 yılının yaz ayları, Güneydoğu Anadolu ve Suriye topraklarını her zamankinden fazla ısıtıyordu. Çünkü, Yavuz Sultan Selîm’in başında bulunduğu Osmanlı ordusu, Merc-i Dâbık’da büyük bir zafer kazanmış, muzaffer atlılar dörtnala Şam’a yönelmişti.
Bir müddet Şam’da kalacak olan Yavuz’un, burada hizmetine verilen genç kız, gönlünü Pâdişâh’a kaptırır. Hâkân’ın yatağı dibindeki duvara:
“Âşık olan neylesin?”
sorusunu yazar. Uyku öncesi bunu okuyan Sultân, aynı yere:
“Derdi ne ise söylesin…”
cevâbını ilâve eder. Ertesi gün genç kız, yazılı muhâvereyi sürdürür:
“Ya korkarsa neylesin?”
Sultan Selîm-i Evvel, dörtlüğü, o akşam şu mısrâ ile tamamlar:
“Hiç korkmasın, söylesin…”
Bu hâkânî tavsiyeden cesâret alan güzel kız, en yeni ve temiz elbisesini giyerek Yavuz’un odasına girer. Lâkin, vücûdu, vitesi boşta çalışan araba gibi titremektedir. Mevcûd kuvvetini toplayarak başını kaldırdığında, gördüğü şâhin bakışlı yüz, bu genç fidanın tâzecik kalbini durduruverir.
Sefer programını tehir eden Osmanlı Pâdişâhı, adını bile bilmediği bu “sevdâ şehîdesi” için somâki mermerden bir mezar yaptırır. Merhûmenin ismi yerine de, kabir taşına kendi tuğrasını işletir. Hattâ, Sultan Selîm, geriye kalan Şam günlerinde; tebdil-i kıyâfetle, o merkadi ziyâret eder.
Cihângîrlik bahsinin en mühim sîmâlarından olan Yavuz Sultan Selîm’in, siyâsî mes’elelerdeki şedîd mizâcının ardında, nasıl bir nâzenîn gönül taşıdığını, şiirle girdiği muhârebelerden anlıyoruz:
“Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etdi felek?
Giryemi kıldı füzûn, eşkimi hûn etdi felek.
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân,
Beni bir gözleri âhûya zebûn etdi felek.”
“Aksü’l-amel”, târihî hâdiselerin hem meydâna gelişinde, hem de izâhında aslâ ihmâl edilmeyecek bir unsûr. Babasının yumuşak huylu icraatı, Yavuz’un celâline en büyük sebeptir. Geriye dönük ihtimâl hesapları, abes olmanın ötesinde, beyhûdedir. Bu yüzden, ne Bâyezîd-i Velî’nin, ne de Yavuz’un yaptıklarına; şans, tâlih ilâvesi yapılamaz.
Saltanat yıllarında -ki, sekiz senelik icmâle sâhiptir- art arda yaşanan vezir azilleri ve idamları yüzünden; “Sultan Selim’e vezir olasın!..” bedduâsı, darb-ı mesel gücüne ulaşan Yavuz; bu dünyânın nizâma sokulmasında, pek çetin bir cevizdir. Ne var ki, o çatık kaşlı portrenin vâroluş hikmeti, yıkılmak üzere olan bir devlet fotoğrafında saklıdır. Klâsik Osmanlı târihi anlatımında, iki devlet bânîsinden bahsedilir. Osman Gâzî ve Çelebî Mehmed’e yakıştırılan bu unvân, Yavuz Sultan Selîm’in de hakkıdır. Dolayısıyla o, Devlet-i Osmâniye’nin üçüncü kurucusudur.
Bâyezîd-i Velî’den sonra, hem de ihtilâlle tahta çıkacak hükümdârın, Yavuz fıtratında olması, târihî bir zarûretdir. Selîm Hân, başka bir yüzle dünyâ sahnesine çıkamazdı. Fakat, o pek asabî ve haşin tabiatın gerisinde, değme gönül ehline icâzet verecek kâbda bir rekâket vardı. “Gözleri âhû”ya “zebûn” olmayı ifşâ ve itirâf edecek bir hükümdar duruşu, doğrusu “Selim-Şâh Sultân”a çok yakışıyor.
Bâzı sıfat ve unvânlar, önüne geldikleri ismin hakkını veremiyor. Meselâ Zeki Velidî Togan’ı, en uzun akademik titr kelimeleri ile “târihçi” sözü, ne kadar anlatabilir? Hangi ölçüde tanıtabilir? Onun, başta târih olmak üzere, kocaman bir “Türkiyât” külliyesini temsîl ettiğini; ilmî ve edebî çalışmalarının yanıbaşında siyâsî, hattâ askerî hayat hikâyelerini ömrüne iliştirdiğini, kâğıt üzerindeki sıfatla, unvânla anlatmak imkânı var mıdır? Evet, Togan rahmetli, kelimenin bütün ağırlığı ile târihçi idi. Lâkin, Başkurdistan’da başlayan Zeki Velidî tercüme-i hâli, başlı başına târih olduğundan; buna “târihçinin târihi” dense, yeridir.
Bugün Zeki Velidî Togan’ın ata yurdunu tanıyan, bilen kaç kişi var? Başkurtlar, Güney ve Orta Ural Dağları ile bunların hem doğusunda, hem batısında yer alan bozkır ve ormanlık sâhalarda yaşayan Türklerdir. Rusya Federasyonu içinde, Başkurdistan Cumhûriyeti, Başkurt Türklerinin en kalabalık yaşadığı bölge. Tataristan, Udmurt cumhûriyetleri ile Perm, Yekaterinburg, Orenburg ve Çelyabinsk şehirlerinin ortasında kalan Başkurdistan, Asya ve Avrupa kıtâlarının birleştiği noktada yer almaktadır.
143.000 km2 civârındaki Başkurdistan Cumhûriyeti’nde, tahmînen 4-5 milyon insan yaşıyor. Bu nüfusun yarıdan fazlası Türk asıllı. Cumhûriyet’de, başşehir Ufa ile birlikte yirmiye yakın şehir ve kırk kadar şehir tipinde köy bulunuyor. “Başkurdistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti”, 1990’da, bağımsızlığını ilân eden bir beyannâme yayınladı. Adı, 25 Şubat 1992’den itibâren “Başkurdistan Cumhûriyeti” olsa da, Rusya içinde kalmaya devâm ediyor.
İstanbul’un iki kıtaya bakan yüzü gibi, Başkurdistan’ın coğrâfî duruşu da, kıtâlara selâm vermektedir. Ama, bu selâm; biraz buruk, biraz hüzünlü, en çok da hürriyete teşne bir selâmdır.
Türk milleti, kendi özünü ve soyunu öylesine az tanıyor ki, sırf bu yüzden mâruz kaldığı “yeni yetme” muâmelesine, ümîd edilen mukâvemeti gösteremiyor. İşin garîbi, bu tufeylîlik özentisi, moda câzibesine büründürülüyor. Başta Zekî Velidî’nin azîz şahsı olmak üzere, Türk’e zenginlik ve yücelik kumaşı biçenler, en yüz kızartıcı tarzda cezâlandırılmadı mı? Ufa’dan Urfa’ya giden yol üzerinde nice hürriyet neşîdesi, karalara bürünmedi mi?
Türklük dâiresi, sâdece Başkurtlardan bahsetmekle anlatılabilseydi, mevcud ihtişâmdan eser kalmazdı. Meşhûr Macar Türkoloğu Lazslo Rasonyi: “Türkler, Macarların babası, Fin-Ugorlar da anasıdır.” diyor.
Yine Rasonyi’ye göre, “Macar” sözünün Slav dillerindeki karşılığı “Ongur”, Lâtincede “Hungarus”dur. “Macar” kelimesinin yapısı. Türkçedeki “Türk+eri”, “Kum+eri”, “Ağaç+eri” isim ve eklerine çok yakın duruyor. “Ongur”, “Hungarus” söyleyişlerindeki Türk izleri, milletlerarası bir kabûle ulaşmış görünüyor.
Deve kuşu misâli, başımızı kuma gömdükçe, kimsenin gözüne görünmediğimizi zannediyoruz ama, muazzam kere muazzam Türk târihi ile kültürü, Türkoloji semâsını en yüksek güçdeki projektörlerle aydınlatıyor. Bu ışık seli önünde, bize has hamâkati bile gizlemek mümkün değil… Mahmud Paşa da, aynı parlak sahnede görünüyor.
İstanbul ve Ankara’da yaptırdığı bedestenler, Mahmud Paşa’nın adını hâlâ yaşatıyor. Fâtih Sultan Mehmed’in sadâret makâmına kadar yükselttiği Mahmud Paşa, kumaş ve konfeksiyon ticâretinin ülke çapındaki kalbine alem olmuş. Bugün, artık ucuz alışverişin markası hâline gelen Mahmud Paşa; – İsmâil Hâmi Dânişmend’in tâbiriyle- Devşirme Partisi’nin ilk ve güçlü isimlerindendir.
Yine Fâtih Devri’nin meşhûr simâlarından Zağanos Paşa’nın iki kızından biriyle Sultan Mehmed kendisi, diğeriyle de Mahmud Paşa evlenmişti. Osmanlı târihinin ilk -belki de son- bacanak “hükümdâr-sadrâzam” ikilisi, bu şekilde ortaya çıkmıştı.
Aynı Mahmud Paşa, seksen yaşına merdiven dayadığı günlerde, Fenârîzâde Ahmed Çelebî’nin genç ve güzel kızını da nikâhına almıştı. En fazla yirmi beşinde bir tâze olan yeni hanımı, Mahmud Paşa’ya pek uğur getirmedi. Paşa, Eğriboz Seferi için yola çıktığında İstanbul’da kalan yeni hanımı, aslı olmasa bile tevâtürü çıkan birtakım dekikodulara vesîle oldu.
Konya Vâlisi Şehzâde Mustafa, annesi Gülşâh Hâtûn’u ziyâret için, tam bu sırada İstanbul’a uğrar. O zaman, henüz Topkapı Sarayı inşaatı bitmemiştir. Gülşâh Hâtûn, kendisine tahsîs edilen konakta ikâmet etmektedir. Bütün aksilik, Mahmud Paşa’nın genç haremi ile Şehzâde Mustafa’nın, bu konakta karşılaşmalarından çıkmıştır.
Şüyûu vukûundan beter olan rivâyetler, mes’eleyi içinden çıkılmaz noktalara taşır. Şehzâde Mustafa’nın vakitsiz ölümünü Mahmud Paşa’dan bilenler, bu hususda Pâdişâh’ı da ateşlemiş olmalılar ki, önce hapsedilen Paşa, bir müddet sonra îdâm cezâsıyla hayâtını nihâyetlendirir.
Ortada, şehzâde Mustafa’yı Mahmud Paşa’nın öldürttüğüne dâir sübût bulmuş bir fiil yoksa da, Fenârîzâde’nin kızı yüzünden bulanan bir suyun varlığı inkâr götürmez. Hattâ, Mustafa vefât ettiği zaman, Mahmud Paşa sevinme emâreleri gösterir. Bunu, hâdisede dahli olduğuna yormak da, incinen gurûrunun sergilediği insiyâkî bir hareket şeklinde görmek de mümkündür.
Târihin garîb cilveleri, tâlihin sermâyesine el attıkça, kim bilir, daha neler ortaya çıkacaktır? Zâten, Osmanlı “Mustafa”larının, tâlihle de, târihle de araları iyi değildir.
Yıldırım’ın oğlu Mustafa Çelebî’den başlayarak, tesbîh ipine geçirilecek nice Mustafa taşı bulabiliriz. Hepsinin de rengi soluk, nefesi daralmıştır. Ama, hiçbiri Kaanûnî’nin şehzâdesi Mustafa Hân ölçüsünde destansı bir âkıbet yazamamıştır. Taşlıcalı Yahyâ’nın:
“Meded! Meded! Bu cihânın yıkıldı bir yânı!
Ecel celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı!…”
diye gözyaşı ve feryâdından meş’aleler tutuşturduğu bu civân şehzâde; tek başına, bütün Osmanlı Mustafalarının tercüme-i hâilelerine tâlip olmuştur.
Fâtih’in amcası “Küçük Mustafa” da, adını taşıdığı müşterek fâciâdan nasibini, daha on üç yaşındayken alacak, “karınca ezmez” tabiatlı Sultan Murâd-ı Sânî’nin hışmına uğrayacaktır.
Bedestenler bânisi Mahmud Paşa, “târih bedesteni”nde Mustafa heyûlâları yaşıyor mu dersiniz?.. Mahmud Paşa’nın hikmetini kimden soralım? Meselâ Koca Râgıb Paşa’ya sorulsa, nasıl bir cevap alınır?
Başta siyâsî münâkaşalarda olmak üzere, muhâtabına seslenen hatiblerin, dillerine pelesenk yaptıkları:
“Şecaat arz ederken merd-i kıbtî, sirkatin söyler.”
sözü, Koca Râgıb Paşa’nın bir gazelinden alınmıştır. Beytin birinci mısrâı:
“Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun”
dizilişindedir.
“Râgıb”, Paşa’nın şiirdeki mahlâsıdır. Fakat, esas adı olan “Mehmed”in önüne geçer ve şâir unvânını siyâset meydânına taşır.
Altmış dört yıllık ömrüne II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman ve III. Mustafa’nın, yâni toplam beş hükümdârın saltanat yıllarını sığdıran Râgıb Paşa, kademe kademe yükseldiği devlet adamlığı binâsında en üst kata, sadr-ı âzamlığa kadar çıkmıştır. Vefât ettiğinde, Sultan Mustafa Hân-ı Sâlis’in mührü, el’an Râgıb Paşa’daydı.
Nedîm ve Şeyh Gâlib’le birlikte, 18. asrın adı öne çıkan şâirlerinden Koca Râgıb Paşa, hikmetli söyleyiş vâdisinin namlı bir şehsüvârıdır. Onun kaleminden çıkan nice mısrâ, bugün darb-ı mesel hükmünde yaşamaya devâm ediyor. Ancak, şunu teslîm etmek gerekir ki, bu söz incilerinin sâhibi çoğu zaman zikredilmiyor. Sanki, anonim mahsûllermiş gibi, “korsan ticâret” mantığıyla hareket ediliyor. Râgıb Paşa imzâlı pek çok hikmet arasında, en sık tekrarlanan şu demeti, rahmetlinin hâtırâsına takdîm edelim:
“Eğer, maksûd eserse, mısrâ-ı berceste kâfidir.”
“Ne ararsan bulunur, derde devâdan gayrı.”
“Hızr’a muhtâc olmamak, bambaşka nimetdir banâ.”
“Böyledir hâl-i zamân, bir vâr imiş, bir yok imiş.”
“Ziyâ vermez ne denlû zîver-i câm olsa, boş kandil.”
“Kemâlinden haber ver, kimse senden ihtişâm almaz.”
Koca Râgıb Paşa’nın en mühim taraflarından biri de, genç kâbiliyetleri keşfetmede gösterdiği isâbet ve onlara sağladığı imkândır. Meşhûr heccav Haşmet de, bu şekilde Türk edebiyâtına kazandırılan isimlerdendir. Hattâ, Râgıb Paşa ile Haşmet’in hayat çizgilerini buluşturan bir fıkra, halk muhayyilesinde yıllarca yer bulmuştur.
Bir gün, Koca Râgıb Paşa, maiyeti ile sürek avına çıkar. Bir hayli müddet yol aldıktan sonra, Paşa ve yanındakiler, dinlenmek için dururlar. Bu arada, içecek bir damla sularının kalmadığını da fark ederler. Yakınlarında bir yayla evi ve önünde oynamakta olan 6-7 yaşlarındaki oğlan çocuğunu görürler. Râgıb Paşa, çocuğa seslenerek, çok susadıklarını, kendilerine su getirmesini söyler.
Çocuk, büyükçe bir toprak kâsenin içinde turşu suyu getirir. Paşa ile adamları bunu, iştahla içerler. Râgıb Paşa, çocuğa:
“– Çocuk, senden içme suyu istedik, sen turşu suyu getirdin. Bir sebebi mi var?” diye sorar. Çocuk:
“– Beyamca, o turşu küpünün içine fâre düşmüştü. Annem, bunu biz içmeyelim, gelene geçene dağıtalım dediydi…”
deyince, kâseyi hâlâ elinde tutmakta olan Râgıb Paşa, kızgınlıkla onu yere fırlatır, kâse tuz, buz olur. Ağlamaya başlayan çocuk, içerdeki annesine:
“– Anne! Dışardaki amca köpeğin yal tasını kırdı..”
der.
Koca Râgıb Paşa, çok sinirlenmesine rağmen, çocuğun zekî ve hazır cevap hâllerini beğenir, onu İstanbul’a, konağına aldırtır, himâyesinde okutur. Bu, nüktedân çocuk, hicvin yıldızlarından Haşmet’dir… Hicve, nükte ve mizâha keskin zekâ lâzım. Maskaralığa ise, insanlık haysiyetinden aparılmış parçalar istikâmet veriyor.
Dünyânın en kıdemli mesleklerinden birisi, hiç tereddüdsüz dalkavukluk. Nerede birden fazla insan varsa, orada dalkavuklar dolaşmaya başlıyor. Devlet adamlarının etrâfında fır dönen riyâkârlara, pek çok sıfat yakıştırılabilir ama, “dalkavuk” tipini, mesâfeyi hiçe sayarak ayırt edebilirsiniz. Çünkü, zaman ve iklim farkı, dalkavuk standardında fazla değişiklik yapmamıştır.
Her hükümdâr mekânında olduğu gibi, Osmanlı Sarayı’nda da kadrolu dalkavuklar vardı. Bâzı mahfillerde bunlara “maskara” dendiği de görülmüştür. işte bu maskaralardan biri de Sultan Üçüncü Murâd Hân’ın gülüp gevşemesine vesîle olmuş. Tam, Pâdişâh’dan câizesini alacağı sırada:
“- Sultânım, bugün altın istemem. Tabanlarıma yüz değnek vurulmasını dilerim.”
deyince; Hünkâr, şaşkınlık içinde sebebini sormuş. Maskara:
“– Hele siz, elli değneği bir vurdurun, esbâbını o vakit söyleyeyim.”
demiş. Bu, değnek iştâhının âkıbetini iyice merâk eden Sultan Murâd, hemen orada, huzûr-ı hümâyûnunda falakaya yatırtıp elli değnek vurdurttuğu dalkavuğa:
“– De bakalım bre maskara herif! Bu değnek sevdâsı nedendir?”
diye çıkışmış. Ayaklarında mecâl kalmayan dalkavuk:
“– Hemen arz edeceğim hünkârım… Benim bir ortağım vardır. Geriye kalan elli değneği de ona vurdurunuz.”
demiş. Ortağının kim olduğu sorulduğunda da:
“– Beni her gün huzûr-ı şâhâneye dâvet eden bostancı, icrâ-yı san’attan sonra bahşîşimi alıp giderken yoluma çıkar:
“– Seni ben çağırdım, ihsânın yarısı benimdir.”
diye altınların yarısını elimden alır. Bugün de yüz değneğin yarısı onun hakkıdır.”
beyânında bulunmuş.
Sultan Murâd-ı Sâlis, kahkahalarla gülmekten kendini alamamış ve maskaraya o günkü mûtâd ihsânının çok fazlasını vermiş; bostancıya da, arta kalan değneklerin vurulması için vaziyet aldırtmış.
Dalkavukluk târifesinde, hâlâ değişen bir şey yok. Şu kadarla ki; ortak sayısı, parmak hesâbına gelmeyecek derecede artmış. Hemen ifâde etmek lâzım; dalkavuğun, menfaat dışında hiçbir endîşesi ve hassâsiyeti bulunmuyor. Bu, maalesef, bütün kara parçalarında geçerli olan bir durum.
İdâreci mevkiinde bulunanların, en tepeden aşağıya doğru, dalkavuk tuzağına düşmeyenleri, yirmi dört âyâr devlet adamı sayılıyor. Gerisi, hep hîle-hurda esnâfı. Diğer millet ve devletlerin dalkavuk hikâyeleri bizi pek ilgilendirmiyor. Canımızı sıkan ve yakan, bize mahsûs dalkavuk tiradlarıdır.
Moda, her sâhada olduğu gibi, dalkavuk bahsinde de hükmünü yürütüyor. Son asrın, bilhassa son yirmi beş yılın en gözde dalkavukları, matbûât âleminden çıkma. Yaşadığımız günlerde, bu tarz dalkavuk gulguleleri ayyûka çıktı. Artık, adı “medya”ya çevrilmiş basın âleminde, ferdî dalkavukluk dönemi geride kaldı. Şimdi, bırakın gazete, televizyon hacmindekileri, holding hâlinde dalkavukluk, yâni maskaralıklar devrini yaşamaktayız. Falaka değneklerini paylaşacak şürekâ çığ gibi büyüyor. Devletin itibârı ise, her sâniye buz misâli eriyor…