Balkan Türklüğünün medâr-ı iftihârı, mücâdele eri, gazetecilik mesleğinin yüz akı Mahmud Necmeddin Deliorman’ın, 1955 yılında İstanbul’da yayımladığı “Çanlar Benim İçin Çaldı” isimli kitabı, dünden bugüne millî mesajlar veriyor.
Bulgaristan ve özellikle Deliorman coğrafyasının Türk’e yâr edilmeyişinin dramatik mâcerâsı, aslında Anadolu’nun da bize çok görülmesine tezgâh kuruyor. Bulgarların, arkalarına aldıkları Rus desteğine, İngiliz ve Fransız’ın menfaat halkaları da eklenince; dinden dile uzanan imtiyazlar arka arkaya koparılmış; sonunda, beş asırlık Türk yurdu, Türk’e dar edilmişti. O nazlı Tuna Vilâyeti, târihimizin en acı işkencelerini görüp, kahırdan kahıra sürüklendiğimiz toprak parçası hâline getirilmişti.
Her birini anarken göğsümüzde ve gönlümüzde güller açan Niğbolu, Silistre, Plevne, Varna, Filibe, Razgard, Kırcaali, Kazanlık, Şumnu, Vidin, Sofya ve daha nice ismi hâfızamıza kazınmış belde, hangi fedâkârlıların karşılığında vatan tutulmuştu, bilen var mı? Yine aynı şekilde, hangi hatâların, hattâ ahmaklıkların neticesinde vatanımızdan ayrı kalmışlardı, bilen var mı?
Bu sorulara verilecek cevâbı bulmak, pekiştirmek ve bilmeyenlere anlatmak iç in, Mahmud Necmeddin Deliorman’ın yazdıklarını okumak lâzım. O zaman, bugünlerde saçılan “açılım, demokratik özerklik, ana dilde eğitim, ayrı bayrak, ayrı marş” hezeyanlarının varış noktası hakkında bütün müphem duruşlar, sisler, perdeler ortadan kalkacaktır.
Önce, Osmanlı Devleti’nden Bulgarca eğitim imtiyâzını alan ve hemen “Büyük Bulgarya” rûyâsı görmeye başlayan komiteci militanlar, “dilimizi kurtardık, sıra toprağa geldi, hedef müstakil Bulgarya’dır.” diyorlardı. TRT’nin 6. Kanalı yayına başladığında, aynı sözlerin adapte edilmiş benzerlerini duyduk: “Dilimizi kurtardık, sıra toprağa geldi.”
İbret almasını beceremeyen topluluklar, târihin tekerrürüne aslâ mâni olamazlar. Razgrad Mezarlığı’nın altını üstüne getirerek Müslüman cesetlerini çıkarıp üstünde tepinen Bulgar kîni ve zulmü, bu hâdiseyi Dünyâ basınına duyurdu diye, gazeteci Mahmud Necmeddin Deliorman’ın peşine düşmüş, ona, polisiye romanlarında bile rastlanmayacak hâller yaşatmıştı.
Mondros Mütârekesi’nden sonra, İngiliz ve Fransız ağabeylerinin koruması altında Batı Anadolu’yu ve bu arada Bursa’yı işgâl eden Yunanlılar, Razgrad Mezarlığı’nı vîrâneye çeviren Bulgarlara ilhâm vermiş olmalıdır. Yunan efzunlarının kirli ayakları altında kalan ecdâd mezarlarını, Mehmed Âkif, meşhûr “Bülbül” şiirinde pek tesirli anlatır:
“Ne zillettir ki, nâkûs inlesin beyninde Osman’ın
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Çökük bir kubbe kalsın mâbedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâetlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın.”
Devlet idâresi, insanın en ciddî meşgalesidir. Bu sâhada gösterilecek lâkaydînin, telâfisi mümkün değildir. Devletin kapı ve pencereleri, çok ucuz ve harc-ı âlem vesîlelere kurbân edilmemeli, “Bakalım ne olacak?” tarzındaki acemîce meraklar yüzünden hafif de olsa aralanmamalıdır. Zîrâ, azıcık açılan kapı veyâ pencere, hiç farkına varılmaksızın sonuna kadar itelenir ve mukaddes devlet dâiresi, yolgeçen hanına döner.
Bulgarlar; önce dillerini, ardından kiliselerini tumturaklı açılım buketleri içinde Osmanlı kökünden ayırmayı başardılar. Ardından da, demokrasi havârîliğine soyunan Türk düşmanı Düvel-i Muazzama’nın tuttuğu şemsiye altında, Bulgaristan Prensliği’ni ilân ettiler. Bütün bunlar ve son hamledeki Bulgaristan Devleti, hep allanan-pullanan demokrasi ve açılım perdesi altında yapılıyordu.
Emellerine ulaştıktan sonra, Bulgaristan’daki Türk nüfûsa kan kusturmaya başlayan Bulgar İdâresi, hunharlığın adını da, yine cicili-bicili kelimelerle kaplıyor, Türk olmaktan başka hiçbir suçu olmayan zavallı insanlara, hadde-hesâba gelmeyecek suçlar isnâd ediyorlardı. Ellerindeki toprak, mülk ve işletmeler zorla alınan Bulgaristan Türkleri, ya orada ölmeye, yâhut perîşân bir şekilde hicrete zorlanıyorlardı.
Vaktiyle, Türk Devleti’nden iyilik, müsâmaha ve insanlık dışında bir muâmele görmemiş olanların, fırsatını bulunca hangi mel’anetleri yapabileceklerine, Belene ve benzeri kamplar şâhittir.
Doksan Üç Harbi’nin başımıza açtığı felâketler, bu harbin açılmasını zarûret hâline getiren lüzûmsuz heves ve tezâhürâtın yanında pek mantıklı görülüyor. Asıl felâket, Midhat Paşa ve ekibinin yaptığı savaş tellâllığıdır. O Midhat Paşa ki, Tuna Vâliliği zamânında Bulgaristan’daki alkış toplayan nice icraata imzâ atmıştı. Vâlilik yapabilen her kişinin sadr-ı âzamlık yapamayacağına en güzel örnek, Midhat Paşa’dır.
Mahmud Necmeddin Deliorman’ın kitabından kinâye, çanlar bizim için çalmadan, zangoçlara mâni olunmalıdır. Aksi takdirde, “İllâ tekerrür edeceğim..” diyen târih, pusuda bekliyor…