Oysa Gökalp’la geçirilen 24 saatin sonunda müjdeli haber gelir; “harbin talihi değişmiştir”. Demek ki Sarıdal’la görüştüğü zaman Vâ-Nû’nun artık ikinci, üçüncü dalgalardan bahsetmesi, hele “Mustafa Kemal mukavemetinin Sakarya’da kırılıp düşmanın Ankara’ya girmesine ramak kaldı.” demesi mümkün değildir. “Harbin talihi değiştiğine” göre, üçüncü mukavemet dalgası oluşturmak üzere üç gencin Rusya’ya gitmesine gerek kalmamıştır. Fakat anlaşılan Vâ-Nû’nun mazerete ihtiyacı vardır ve bu çelişkiyi fark etmeyerek okuyucuyu yanıltmaya çalışmaktadır. Tabiî üç kişiyle Rusya’da nasıl bir mukavemet dalgası oluşturacakları ayrı bir melese. Yoksa Kızıl Ordu ile birlikte Anadolu’ya girmekten mi bahsediyor diye düşünüyor insan ister istemez.
Üçüncü dalga çelişkisini yakalayınca doğrusu şu harcırah meselesi üzerinde de insan şüpheye düşüyor. Daha sonraki kalem kavgalarında Hamdullah Suphi, Nâzım’la Vâlâ Nureddin’in “Kars’ta bir vazifeye atanarak harcırah” aldıklarını ve “bu hak edilmemiş parayla Rusya’ya” kaçtıklarını (s. 168) iddia etmişti ya, işte o harcırah meselesi. Vâ-Nû, “ne tayin edildik, ne harcırah aldık, ne kaçtık” diyor (s. 168); biriken maaşlarını aldığını iddia ediyor. Meseleyi biraz kurcalayalım ve Vâ-Nû’yu dinleyelim:
“Önce Maarif Vekâletine uğrayıp orasını askerî harekâtın yarattığı bir kargaşa içinde buldum. Fakat yine de Kâzım Nami’ye (o sırada bakanlıkta yetkili bir amirdir.) meramımı anlatabildim.”
“– Biz Bolu’da tutanamıyoruz. Gericileri kendimize düşman ettik. Hele ordunun bozgunu devam ederse bizi de lisenin tepesinde kör testereyle ensemizden kesecekler. Onun için öğretmenlikten istifa ediyoruz. Hiç maaş alamadım. Biriken paralarımı bana merkezden verirseniz şahsen büyük dostluk edersiniz.”
“Kâzım Nami, vekil Hamdullah Suphi’ye bunları arz edeceğini söyledi.”
“– Şimdi ne yapmak niyetindesiniz? diye sordu.”
“- Niyetimiz Şark tarafına gitmektir. Kâzım Karabekir Paşa, yeni mektep açmış, öğretmen sıkıntısı çekiyormuş. Oraya varabilirsek bizi vazifelendirir.”
“…. Kâzım Nami’ye projeyi böyle yarım porsiyon anlatmak suretiyle ne ona, ne de kendime yalan söylüyordum. Bu bir yalın yalan değildi”. (s. 160-161).
O günü ve geceyi Gökalp’la geçiren Vâ-Nû, Gökalp’tan ayrıldıktan sonra, yani Ankara’ya gidişinden bir gün sonra yine Maarif Vekâletine gider. Vâ-Nû bu kısmı şöyle anlatıyor:
“Kâzım Nami, beni, Hamdullah Suphi’yle görüştürdü… Hamdullah Suphi… sağlığıma bakmamı söyledi. Birikmiş maaşlarımı da Ankara’dan almam için emir imzaladı şefkatle.”
“Belki de bu kitabım ölümümden sonra çıkacak. Yaşadığım sırada yayımlanır mı yayımlanmaz mı bilemiyorum. Temin ederek, yemin ederek kimi inandıracağım, neye inandıracağım? (Hem bu külfet niçin?) Ama gerçek bu söylediğim gibidir.” (s. 167).
Vâ-Nû “hem bu külfet niçin?” diyerek istiğna gösteriyorsa da kendini savunmaktan geri kalmıyor.
Akla gelen ilk soru, “Kâzım Karabekir Ankara’dan ayrı mı hareket ediyordu?” sorusudur. İki genci Bolu’ya tayin eden Maarif Vekâleti Kars’a da tayin yapamaz mıydı? Kars, Karabekir Paşa komutasındaki 15. kolordu tarafından 30 Ekim 1920’de kurtarılmıştı. Ankara hükûmetinin 3 Aralık 1920’de imzaladığı Gümrü Muahedesi ile de Kars toprakları resmen Türklere geçmiş oluyordu. Bu durumda, Karabekir Paşa’nın Kars’ta açtığı okula da 1921 ortalarında Ankara tarafından tayin yapılması gerekmez mi? Yine de bu konuyu tarihçilere bırakarak biz Vâ-Nû’nun ifadelerine bakalım.
O devirde Trabzon’dan Kars’a iki yol var. Biri karadan, fakat çetin yol. Diğeri Batum üzerinden. Bu yol daha rahat, fakat Batum Sovyetler elinde olduğundan mürur (geçiş) tezkeresi gerek. Esasen kahramanlarımızın niyeti Kars’a gitmek değil; Batum’dan Moskova’ya gitmek. Kars’ta öğretmenlik, Batum’a geçmek için bir bahane. Bu bakımdan Batum’a gitmek için Trabzon’daki resmî makamlardan mürur tezkeresi almaları gerek. Vâ-Nû’ya göre Kars’a tayin edilmemişler. Buna rağmen mürur tezkeresini bakalım nasıl almışlar. İşte burada işe şeyhlik, yogilik karışıyor. Vâ-Nû’dan dinleyelim:
“Eski medeniyetlerin şeyhleri, yog giler, yeni medeniyetin filozofları, psikologları ve magazincileri… ağız birliği etmişçesine ‘irade seferberliği’nden bahsederler. İradeni toparlayacakmışsın, başkalarına yöneltecekmişsin, arzu ettiğini yaptırabilirmişsin…” (s. 185).
İster inanın, ister inanmayın aziz okuyucular, iki gencimiz mürur tezkerelerini işte böyle, yogilere mahsus bu “irade seferberliği” sayesinde almışlar. Vâ-Nû anlatıyor:
“Önce biz Trabzon’a geldiğimiz zaman, taa Bolu’lardan, hattâ İnebolu’dan beri kurula kurula öyle bir irade seferberliğine erişmiştik. Bütün bünyemizin güçlerini aynı hedefe yöneltmek gibi bir şeydi belki de. İki arkadaş, kimin karşısına geçip de bir şey istesek ‘olmaz’ diyemiyordu. Büyülüyorduk. Karşımızdakilerin iradesini iskambil kâğıdı gibi yıkıp geçiyorduk. Trabzon’a geldiğimiz zaman kemalini bulan bu hâlimiz, daha sonraları, Kafkasya’da, Rusya yollarında, Moskova’da devam etti… İşte bu sözünü ettiğim büyüleyici telkinlerle Trabzon’da kendimize birer mürur tezkeresi uydurduk. Asker sivil türlü engel makamlar vardı. Polis müdürleri, askerlik şubesi reisleri ve saire… Nâzım, onlara beni gösteriyordu: ‘Kars’a Kâzım Karabekir Paşa’ya gideceğiz. Öğretmen arıyor bulamıyormuş. İşte vesikalarımız kara yolundan gidemeyiz. Vapurla Batum’a geçersek, Kafkas üzerinden Kars’a gitmek daha kolay’. Böyle bir mürur tezkeresi istiyorduk. İtiraz edemiyorlardı, veriyorlardı.” (s. 186).
İşte aziz okuyucular, maceraperest gençlerimiz bu inanılmaz irade kuvvetleri sayesinde, hem de birkaç resmî makamı ikna ederek Batum’a geçiş tezkeresi alıyorlar. Doğrusu bugünkü sosyalist kökenli, ilerici aydınlarımız, “irade seferberliği” denilen, yogilere mahsus bu zihin yoğunlaşmasına ve böylece insanları büyüleme maharetine ne kadar inanırlar, bilemiyorum. ancak bu bana hiç de inandırıcı gelmiyor. Nâzım’ın resmî makamlara “işte vesikalarımız” diyerek gösterdiği vesikalar nedir? Sakın bunlar Kars’a tayin belgesi olmasın?
İş burada bitmiyor. Harcırah konusunda bir de Nâzım’ın söylediği var. O da Vâ-Nû’dan naklen.
1929 yılındaki “putları yıkıyoruz” kampanyasına karşı Hamdullah Suphi, Nâzım’la Vâ-Nû’nun Kars’a tayin edilerek harcırah aldıklarını ve bu parayla Rusya’ya kaçtıklarını yazınca Vâ-Nû bu iddiayı yalanlamak ister. Çünkü Kars’a tayin edildiklerini ve harcırah aldıklarını iddia eden kimse lâlettayin biri değildir. Tayini yapan makamın sahibi yani devrin maarif vekilidir. Vâ-Nû anlatıyor:
“İftiraları demeyeyim, akılda yanlış kalmış noktaları, meselâ bizim Kars’a gitmek üzere kendimizi tayin ettirip harcırah aldığımızı gazetemde yalanlamaya hazırlandım.”
“Nâzım, anlaşılması güç bir ısrarla:
“– Buna tenezzül edersen ben de senin yalanlamanı yalanlarım Vâlâ, dedi.” (s. 351-362).
Demek ki 1929’da Vâ-Nû, “tayin edilmedik, harcırah almadık, bu bir iftiradır” diyerek Hamdullah Suphi’yi yalanlasaydı; Nâzım da boş durmayacak, “Hayır, Hamdullah Suphi doğru söylüyor, Vâ-Nû yalan söylüyor”. diye yazacaktı. Vâ-Nû, Nâzım’ın bu tutumunu “anlaşılması güç bir ısrar” kabul ediyor. Acaba öyle mi; yoksa gerçekten ortada bir tayin ve harcırah var mı? Ben Vâ-Nû’nun bütün ifadelerini naklettim; tabiî ki bir karara vardım. Elbette okuyucular da kendi kararlarını vereceklerdir.
•••
Vâ-Nû, Nâzım ve Ziya Hilmi Bolu’da takip altındadırlar. Bu konuyu da Vâ-Nû’nun kaleminden izleyelim:
“Fantoma diye aramızda isim takmıştık. Öğretmen arkadaşlar, onun ‘ayınpe’ yani askerî polis, yani bir tür siyasî polis, bir tür ‘Mah’ teşkilâtı adamı olup, bizi izlemeye memur edildiğini söylerlerdi… Grup hâlinde yollarda gezerken: ‘Göründü Fantoma göründü” diyorlardı. Ta uzaktaki köşede gölge, pelerinin bir kanadını omuzuna vuruyor, dönüp gidiyordu.” (s. 128).
Vâ-Nû’nun biraz korkunç, biraz da gülünç gösterdiği askerî polis, Tahsin Demiray idi. Türkiye Yayınevi’nin sahibi, yeni Türk alfabesinin ilk yayıncılarından Tahsin Demiray. İlk çizgi romanlarımızı, İsmail Hami’nin Osmanlı Tarihi Kronolojisi’ni, Atsız’ın Bozkurtlar romanlarını basan, Tahsin Demiray. Türkiye Köylü Partisi’nin Remzi Oğuz Arık’tan sonraki lideri. Daha sonra Adalet Partisi’nin kurucularından ve yöneticilerinden. Tabiî ki Vâlâ Nureddin ondan iyi sözlerle bahsetmiyor; “Türkiye Yayınevi sahibi Tahsin Demiray diye bir zat vardır. Boğaziçi’nde, Ortaçağ kalesine benzer mazgallı bir bina yaptırmıştır. Irkçılardan diye bilinir.” diyor (s. 127).
Bolu’daki pelerinli adamın Tahsin Demiray olduğunu Vâ-Nû yıllar sonra onun ağzından öğrenmiştir. Vâ-Nû anlatıyor:
“Meşhur Kitapçı Hilmi’nin 80 yaşına bastığı gündü. Türk editörler Derneği büyük bir ziyafet tertipleyip basın erkânını dâvet etti… Benim yanımda da Tahsin Demiray oturuyordu. Dereden tepeden, meslek işlerinden görüştük… Derken bu basma kalıp lâflar ortasında Tahsin Demiray birdenbire durdu, gözlerimin içine baktı:”
“– Siz beni tanır mısınız? diye sordu.”
“– Aman Beyefendi…”
“İfadesinde ani bir zihin kargaşalığı aradım. Her zamanki gibi bakıyor.”
“– Bir düşünün, düşünün, dedi. Bolu’da bir kalpaklı adam… Köşe başlarında durur. Nâzım’ı ve sizi hep kontrol eder. Siz yaklaşınca o uzaklaşır, arkanızdan yürür. Pelerini omuzuna atardı. İşte o bendim.”
“Kitapçı Hilmi’nin 80’inci yaş günü davetinde, Tahsin Demiray bana şu şaşılası haberi verdi:”
“Ben Bolu’da sizin toplantılarınızı dinlerdim. Raporlar yazdım hakkınızda.”
“– Hangi toplantıları, üstat? Biz toplantılar filan yapmamıştık.”
“Oturduğunuz ev vardı ya? Altı ahırdı. Depo hâline getirilmiş ahır hani? İşte o ahıra gider, tavana kulak verir, siz Nâzım’la içtima hâlindeyken konuştuklarınızı dinlerdim.” (s. 128-129).
Tahsin Demiray’ın kendilerini izlemesi konusunda Vâ-Nû’nun şöyle bir yorumu var:
“Ama biz kendimizde bir suç görmüyorduk ki, ona önem verelim? Biz hür düşünceli ve bu memleketin çıkar yolunu arayan namuslu gençlerdik. Varsın dolaşsın peşimizde.” (s. 128).
Askerî polisin kısaltması olan Ayınpe, Ankara Hükûmetine bağlı bir istihbarat teşkilâtıydı. Acaba teşkilât Vâ-Nû ve arkadaşlarını izlemekte haksız mıydı? Bir kere Rusya’ya kaçma (kaçma demeyip Ankara’dan habersiz Rusya’ya geçme mi demeli?) kararını Bolu’da vermişlerdir. Bunu daha önce gördük. Ancak Bolu macerası bundan ibaret değildir. Vâ-Nû’nun yazmadıklarını Nâzım Hikmet “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” “Adam Yayınları, İstanbul, Haziran 1998) adlı otobiyografik romanında anlatıyor. Nâzım Hikmet romanda Ahmet adını taşıyor. Zekeriya Sertel’e göre romandaki Yusuf, Ağır Ceza Reisi Ziya Hilmi’dir; Osman ise Vâlâ Nureddin (Mavi Gözlü Dev, İstanbul, Haziran, 1991, s. 94).
Maaşlarını alamayan öğretmenler Bolu mutasarrıfına giderler. Diğer öğretmenler birer birer sıvışırlar; mutasarrıfın odasında Ahmet (Nâzım) yalnız kalır. Gerisini Nâzım’ın romanından izleyelim:
“Odacı çıktı…Mutasarrıf ağa kalktı. Ahmet’in önünde dikildi.”
“– Ahmet Bey, dedi, kim olduğunuzu, akidenizi, kasabada, köylerde ne gibi faaliyet gösterdiğinizi biliyorum. Arkadaşlarınızı da hakeza. Ağır ceza yargıcı Yusuf Beyle (Ziya Hilmi), muhasebeci Osman Beyi (Vâlâ Nureddin)…. ve taraftarlarınızı hakeza.”
“Sustu, sonra kocaman elini Ahmet’in dizine koyarak, ağır ağır devam etti:”
“– Yunan orduları yürüyor Ankara üstüne…”
“– Ne diyorsunuz? Yine mi?”
“– Ankara düşebilir…”
“– Ankara düşebilir mi? Ankara düşerse?”
“– Biz burda Bolşevikliği ilân ederiz.”
“– Bolşevikliği mi?”
“– Beni reisi cumhur yaparsınız. Ruslar da yardım eder, daha candan yürekten. Bir ordu teşkil ederiz. Gider Ankara’yı kurtarırız. Taraftarlarınızı hazırlayın. Lâkin benden bahsetmeyin onlara şimdilik.”
………
“– Yusuf Beyle Osman Beye bahsedin teklifimden, dedi. Siz, İçişleri Bakanlığını alırsınız üstünüze, Osman Bey Maliyeyi, Yusuf Bey Başbakanlığı….”
……….
“Ahmet, mutasarrıfın yanından çıktığı zaman kafasının içi gayetle berraktı. Merdivenleri inerken, öğretmenler arasında, gençlik mahfilinde kimlere güvenilebileceğini gözden geçirdi. İptidaî kısmı Türkçe öğretmeni, terbiye-i bedeniye öğretmeni, fizik ve kimya öğretmeni… Gençlik mahfilinde: Belediye mühendisiyle arkadaşları. Köylerde? Gülümsedi. Köylerde fakir fukaranın hepsi. Çarşıda Kazancı Ferhat’la arkadaşları.” (s. 62).
Romandan Bolu’ya dair bir başka bölüm:
“Bolu Ağır Ceza Mahkemesi üyeleri gerçekte iki kişi: Yusuf’la Osman (Ziya Hilmi ile Vâlâ). Gerçek savcı da ben (Nâzım). Dâvalara mahkeme salonunda lâf olsun diye bakılır. Kararlar, asıl Katırcı Hanı’nda, ahırın üstündeki odamda, geceleri veriliyor. Suçlunun fakir mi, zengin mi olduğunu araştırıyoruz sadece. Bir de suçu kime karşı işlediğini. Fakirse ve suçu zengine karşı işlemişse beraat. Zenginse, suçu olmasa da ceza.” (s. 63).
Vâ-Nû’ya bakarsak kendileri tamamen suçsuz idiler. Nâzım’ın romanındaki olaylar hayâl olsa bile (ki romandaki bütün diğer olaylar gerçek olduğuna göre bunların da gerçek olmaması için hiçbir sebep yoktur.) onların Rusya’ya gitme kararını Bolu’da verdikleri, Vâ-Nû’nun kalemiyle sabittir. Bu durumda Ayınpe’ye mensup Tahsin Demiray’ın onları izlemesi, normal değil mi? Ankara bir yandan canını dişine takmış düşmanla uğraşıyor, bir yandan da şüphelendiği insanları takip ettiriyor. Tabiî ki Millî Mücadele kolay kazanılmadı. Zaferden cephedeki askerin de, meclisteki milletvekilinin de. Millî Mücadele’ye destek veren şair ve yazarın da, Ayınpe’nin de elbette payı var. Ama burada bir aksilik olmuş belli. Tahsin Demiray’ın raporlarının mutasarrıfta kaldığı anlaşılıyor. Raporlar Ankara’ya ulaşabilseydi Batum üzerinden Kars’a gitme hikâyesine kimse inanmayacak ve Nâzım’la Vâ-Nû memleketten çıkamayacaklardı.
•••
Bir de “hür düşünceli” Vâ-Nû’yu görelim ve Yahya Kemal’le ilişkileri konusunda kendisine kulak verelim:
“Bir gezimde aylarca Paris’te kalmıştım. Yahya Kemal İspanya’da sefirdi. Mektup yazıp beni bir aylığına Madrit’e davet etti. Elçilik imkânlarıyla ülkenin her yanını gezdirdi, anlattı, öğretti, kendisine teşekkür borçluyum. Ama… Aması var.” (s. 347).
Gençliğinde de Yahya Kemal’le samimî olarak görüşebilen, Yahya Kemal’in bu kadar yakınlık gösterdiği Vâ-Nû bakınız hangi sebeple Yahya Kemal’e küsüp cenazesine dahi gitmiyor:
“Yahya Kemal’le bütün bu iyi ilişkilerimize rağmen darıldık. Çünkü Nâzım’ın affı için dolaştırılan ve üniversitemizde olsun, Babıâli’de olsun pek çok aydınların imzaladıkları dilekçeye imzasını koymadı. Hayrettir: Fazişmin bulutu onun da yüreğine çökmüştü. Nâzım’ın affolmasını istemediği için değil, faşist havaya uyduğu için imzasını esirgedi. Oysa o gün Yahya Kemal’in imzasının çok önemi vardı. Kendisine haber gönderdim: “Ne o benim cenazeme gelsin, ne ben onunkine giderim” dedim. Madrit’teki ilişkilerimiz ve daha önce, daha sonra uzun yıllar devam eden dostluğumuz bana bu hakkı vermişti. Nitekim, gitmedim cenazesine… (s. 349).
Bir af kampanyasına katılıp katılmamak gibi her insanın hür iradesiyle vermesi gereken karar karşısında Vâ-Nû’nun tavrı, hoşgörüsü budur. Hem de kahramanımız bu cenazeye dahi gitmemek hoşgörüsüzlüğünü, yılların dostluğunun verdiği bir hak olarak görüyor.
1921 yılında Nâzım’la Moskova’ya gittikleri zaman Vâ-Nû’nun geçimini nasıl sağladığını da yine kendi ağzından dinleyelim:
“Ahmet Cevat (Emre), Şarkiyat Enstitüsü’nde hoca olunca bir pansiyona geçti. Benim bildiğim kadarı hem çevirmenlik yapıyor, hem Türk gazetelerini tarayıp içlerinden haberler derlemek ve Fransızca yahut Rusça özetlemek gibi işlerle uğraşıyordu. Ücretli olan bu sonuncu işte ben, kendisine bir yıl sonra halef oldum.” (s. 293-294). Ahmet Cevat’ın ve Vâ-Nû’nun Moskova’daki ücretli işini tekrarlayalım: “Türk gazetelerini tarayıp içlerinden haberler derlemek ve Fransızca yahut Rusça özetlemek…” Bu özetlerin nereye gönderildiğini ve bu işe ne ad verilmek icap ettiğini okuyucuların takdirlerine bırakalım. Ankara Hükûmeti adına kendilerini izleyen Tahsin Demiray’dan âdeta tiksinti ile bahseden Vâ-Nû’nun Moskova’da Türk gazetelerini tarayıp onlardan özetlediği ve Rusça’ya çevirdiği haberleri bir yerlere göndermesi karşısında acaba nasıl bir duygu içinde olmalıyız? Evet, bu dünyadan Nâzım ile Vâlâ Nureddin böyle geçti!
Not: “Bu Dünyadan Nâzım Geçti”den yapılan alıntılar, Ocak 1999’daki 7. baskıdandır.