Yarım asır önce, Bozkurt’la ilgili, büyük bir hevesin doğurduğu, herkese nasib olmayacak heyecanlı ve çok tatlı bir olay geçti başımdan.
Bu olayı genç Türkçüleri heveslendirmemek ve meraklıları da bilgilendirmek için yazdım.
BOZKURT’u ben evimde büyüttüm. “DELİ KURT”un “RUH ADAM”ın “BOZKURTLARIN ÖLÜMÜ”nün “BOZKURTLAR DİRİLİYOR”un heyecanı içinde O’nunla kaynaşmıştım.
Bozkurt Türk’ün sembolü idi. Fransızların horoz, Almanların kartal, İngilizlerin aslan, Rusların ayı olduğu gibi. O bize, Ergenekon vadisinden çıkarken yol göstermiş, önderlik yapmıştı. Bozkurt, benim her şeyimdi.O nu çok seviyor ve her şeye rağmen onunla beraber olmak, ona sahip olmak istiyordum. Bunun bir macera olacağını aklıma hiç getirmemiştim. İlk gençliğimde hep onunla beraber yaşamış, paralarda, pullarda, okul armalarında, geniş kenarlı izci şapkalarımda hep onu taşımıştım. Saha Türklerinin ifadesine göre de, BOZKURT TÜRK’ÜN HAYATTA KALMASININ VE DAYANIKLILIĞIN SEMBOLÜ idi.
Evimizin yanındaki Ulus meydanında, İtalyan heykeltraş Canonica tarafından yapılan büyük anıtta at üstündeki en büyük Bozkurt Mustafa Kemal Paşa’yı, düşmanları yurdumuzdan kovan Mehmetçikleri, mermi taşıyan Fatma bacıyı ve taş duvarlarındaki Bozkurt başlarını her gün doya doya seyrettiğimi unutamıyorum. “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” mitinglerinde onu hep ellerimde taşıyordum.
Sonunda muradıma erdim. Komşumuz tabelâcı-ressam Emin Amca üzüm bağında bulduğu bir kurt yavrusunu, hevesimi bildiği için bana hediye etti. Ve bu sayede ben; hayâllerimin vaz geçilmez kahramanına kavuşmuş oldum. Yalnız, o yılların çok kısıtlı imkânları beni ve yakın dostlarımı fotoğraf makinasından mahrum ettiği için sizlere görüntülerini ulaştıramamış olmanın ezikliğini hissetmiyor değilim.
Kürşad’la üç yıla yakın beraber olduk. İlk günlerde, onu ev imizin bahçesinde büyüttüm. Her şeyden ve her canlıdan çok ayrı bir yaratıktı. Şımarmaz, okşanmak istemez, memnuniyetini belli etmez, kuyruğunu sallamaz, havlamaz, tabiî olmayı istemez, ehlileşmez, karakterini değiştirmez, yuvasından ayrılmayı ve gezmeyi pek sevmezdi. Bozkurt’u yakından tanıdıktan sonra, aslandan kediye kadar bütün hayvanların rol aldığı sirklerde onun niçin olmadığını daha iyi anlar olmuştum. Ön ayakları normal arka ayakları uzundu. Çabuk büyüyordu. Evimizdeki kümes hayvanları tedirgin olduklarından onu çalıştığım inşa hâlindeki bugünkü T.B.M.M.’ne götürdüm ve bodrum katında huzurlu mekâna kavuşturdum. Üç dört günde bir çilek sepeti dolusu çiğ işkembeyi önüne dökerdim. Hepsini derhâl yutar ve karnı farklı şekilde büyürdü. Sonra yuttuklarını usulü ile bana göstermeden herhâlde geceleri tükedirdi.
Onu gördüklerinde hemen tanıyan işçiler kurtun bütün marifetlerini saymakla bitiremezler, koyunları nasıl boğduklarını anlatırlar ve hep gelecek için endişelerini bildirerek beni uyarırlardı. Bir gün, Kürşad zincirlerini koparmış ve inşaatta dolaşmaya başlamış, işçiler işlerini terk etmişler. Alâkalılar beni telefonla arayıp hemen inşaata gelmemi istediler. Büyük bir alan işgal eden inşaatta ben ancak onun gibi uluyarak ona ulaşabildim. Ben kurt gibi uludukça o da aynen cevap veriyordu. Neticede, buluştuk ve o da yuvasına tekrar kavuştu.
Yaşadığımız hâdiseler ve anlatılanlar, beni tedirgin ediyor ve önlemler almamı gerektiriyordu. Ondan ayrılmayı hiç düşünmediğimden ilk önce; onu tehlikesiz hâle getirme yolunu seçtim ve yırtıcı dişlerini kestirmeyi düşündüm. En yakın Meşrutiyet caddesindeki bir veterinerle anlaştım. Karlı bir kış günü Kürşad’la yola çıktık. O bana değil, âdeta ben ona tabi olarak gidiyorduk. Sokaklardan, caddelerden karşıya karşıya geçemiyor, her binanın dört tarafını dolaşarak diğer binaya geçiyorduk. Saatler sonra yolu ancak yarılayabilmiş ve neticede bu fikirden vaz geçerek geri dönmüştük. Soğuk havada ben sıkı giyindiğimden terlemiştim. O da devamlı hareketsizliğinden bu kere fazlaca yorgun düşmüş, derin nefes alıp vererek solumaya başlamıştı. İnşaata gittiğimde Kürşad’ın burnundan kan sızdığını gördüm ve korktum. Çünkü, kan kokusu onu tahrik ederek değiştirebilirdi. Bakışları Reha Oğuz Türkkan’ın o günlerde çıkardığı Türkçü Gökbörü mecmuasının kapağındaki Bozkurt resmine benziyordu. Kürşad’ı beton direğine bağladım ve kurtuldum. Heyecanlı ve endişeli günler geçiyor, fakat ben yeni bir tedbir üretemiyordum.
Etrafımdaki tedirgin insanları tatmin etmek amacıyla yapamayacağımı bildiğim hâlde tabancamı alarak onu vurmaya gitmiş, fakat bizi seyredenlere “mermiler sekerek tehlike yaratabilir” diyerek, vaz geçmiştim.
Neticede aklıma Orman Çiftliğindeki hayvanat bahçesi geldi. Hem Kürşad yaşantısını devam ettirir ve hem de ben, olası bir tehlikeden kurtulurdum. Düşündüğüm gibi oldu. Görevliler, kendi usullerine göre tedbirler alarak bir kamyonla geldiler ve Kürşad’ı boynuna geçirdikleri demir çubuklu kıskaçlarla vasıtaya zorla bindirerek hareket ettiler. O üç dört kişi tarafından zor zaptediliyor ve zıplayarak benden yardım bekliyordu, ben ağlıyordum.
Hayvanat bahçesi amiri o yıllarda Hindistan’ın bize hediye ettiği MOHİNİ isimli file karşılık onlara Bozkurt hediye etmeyi düşündüklerini, bakımlı olan bizim Kürşad’a bu görevi vereceklerini de ifade etmiş ve beni sevindirmişti.
Ben, Kürşad’ı görmek ve hasret gidermek için pazar gününü dört gözle bekledim. Yine bir çilek sepeti işkembe ile çiftlikteki hayvanat bahçesine gittim. O özel ve yüksekçe bir demir kafeste, diğer kurtlardan ayrı korunuyordu. Uluyarak yanına gittim. Beni görünce çıldırdı ve demir kafes devrilme tehlikesi geçirdi. Hasret giderdikten sonra işkembeyi ikram ettim ve afiyetle yuttu. İkinci pazar günü yine aynı hevesle ona gittim. Fakat bu kere benim heyecanıma hiç cevap vermediği gibi yüzüme bile bakmadan demir kafeste dönmesine devam etti, işkembeleri de yemedi. Ben, Kürşad’ımdan böyle mi ayrılacaktım? Hüngür hüngür ağlamaktan başka yapacak bir şeyim yoktu, onu yaptım.
Yegâne tesellim o yıllarda, Arif Nihat Asya hocamızın “Ağıt” şiirini okuyarak “Bozkurd’um öz yurdum kalmış ellerde, kimi Semerkand’da bekler beni kimi Caber’de” deyip hasret gideriyordum.
Aradan elli yıl geçti. Yüz elli milyon Türk’ün kanını emen, kaynaklarını sömüren Sovyetler Birliği şükürler olsun kansız dağıldı, hayâllerimiz 1990’da gerçek oldu. Artık her şey “Türk tarafından Türk’e göre Türk için” olacaktı. Biz de, artık ağlamayıp gülecektik. O yıllar ne güzeldi. Türk dünyası ile hasret gideriyor, Bakü-Aşkabat-Taşkent-Bişkek-Almata arasında mekik dokuyorduk.
1990’dan sonra yine aradan on yıl daha geçti. Fakat Türk birliğinin ve dirliğinin tamamlanmasını, kaynaklarımızın kendi insanımıza aktarılmasını hâlâ beceremedik. Biz, Türk olmayan Türkiyeliler yüzünden, onlar da eski Moskova eğitimli uşakları yüzünden alfabe birliğini bile beceremeyerek yerimizde saydık. Hele hele son defa, dokuz yıldan beri havanda su dövsek bile, bir yılda bir kere kehren yapabildiğimiz, dünya Türklüğüyle ile hasret giderip kucaklaştığımız “TÜRK DEVLET VE TOPLULUKLARI DOSTLUK, KARDEŞLİK VE İŞBİRLİĞİ KURULTAYI” nı siyasetçilerimizin beceriksizlik ve yetersizlikleri yüzünden ne hâle getirdiklerini gördükten sonra, Tanrı dağlarından beri bildiğimiz ata sözümüzü tekrarladım: “YAMUK OK HEDEFE GİTMEZ”di.
Neticede ben yine Bozkurt’una kavuşamamış bir Türkçü olarak ağlıyorum ve her zamanki duamı tekrarlıyorum.
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN.