Pîrî Reis, “Kitab-ı Bahriyye”sinde Bozcaada’dan bahsederken; adanın yüksek, sivri bir tepesi olduğunu, buradan denizin kırk millik mesâfesinin kontrol edilebildiğini; aynı şekilde denizden de o mesâfe içindeki gemilerin “alâmet-i cezîre” olan bu tepeyi görebildiklerini söylüyor.
Bugün “Göztepe” denen 192 râkımlı bu noktanın, eski unvânı, “Boztepe” idi. Türklerin buraya önce “Bozada”, sonra da “Bozcaada” demeleri, “Boztepe” yüzündendir. Arkaik “Tenedos” kelimesi, altı asırdır “Bozcaada” haşmetine baka baka dilini kaybetmiştir.
Rahmetli Mehmet Eröz’ün, ömür boyu peşine düştüğü bir “Türkçe isimler” sevdâsı vardı: Dâimî sûrette hareket hâlinde olan ve mütemâdiyen coğrafya değiştiren Türk milleti; Anadolu’ya, hiçbir zaman geçici ve “heves”lik nazarlarla bakmamış, bu azîz toprakları vatan tutarken, işe ad koymaktan başlamıştır.
Mehmet Eröz’e göre; Tralles’e “Güzelhisâr”, Nyssa’ya da “Sultan Hisârı” denmesinin, Horasan’daki hâtırâlarını canlı tutmak isteyen Türk bediî hassâsiyeti dışında hiçbir sebebi yoktur. Çünkü, aynı isimleri taşıyan iki “hisâr”lı kasabamız, Horasan’da terk edilirken Batı Anadolu’da canlandırılmıştır.
Bugün Aydın (Güzelhisâr) ile Sultanhisâr (Sultan Hisârı) arasında yaklaşık 30-35 km mesâfe bulunuyor. Horasan’daki adaşları da birbirlerine hemen hemen aynı uzaklıkta duruyorlarmış.
“Yenihisar” gibi bir Türkçe lezzetini, “Didim” ekşiliğine fedâ eden zihniyeti ve turizmdeki bomba patlatıcılarını düşününce; Pîrî Reis’le Mehmet Eröz ne kadar ötelerde kalıyor… Bütün vidaları gevşemiş, lâçkalaşmış bir sistemde, öz dilimize uzanacak hamiyet eli de, kolu da kalmıyor.
“Lâçka” (Lasca) Türkçeye İtalyancadan girmiş bir denizcilik tâbiri. Gemi halatının gevşetilip boşa bırakılması mânâsına geliyor. Mecâzî olarak, hayâtımızdaki her türlü “gevşeme” fiiline “lâçka”yı yakıştırmışız.
Bu “Romalı” kelime, bugünlerde, kırdığı rekorlar kolay kolay “egale” edilemeyecek derecede “millî” oldu. Çünkü, lâçkalaşan yerlerimizi değil, sağlam kısımlarımızı sayıp göstermek daha basit hâle geldi.
Eğitim, ekonomi, spor, siyâset, bürokrasi, kültür, san’at vb. daha aklınıza gelmeyen ne kadar iş, meşgale, meslek, konuşma sâhası varsa, evvel Allah hepsini lâçkalaştırdık.
Epeyi zamandır, seviyesi ne olursa olsun bir okulun önünden, yanından geçmek, cesâret isteyen işler arasına girdi. Kravat düğümlerini göğüs hizâsına indirip yulara benzeten; gömleklerini etek veya pantolon üstüne çıkaran hırpânî topluluklara neyi öğretebilir ve nasıl “öğrenci” muâmelesi yapabilirsiniz?
“Dokunulmazlık” zırhının arkasına geçip memleketi soyulmuş soğana çevirenler, hâlâ ortada dolaşıyor ve “kara para aklama” operasyonlarından başka ekonomik faaliyetimiz bulunmuyorsa, hangi kelimeyi “lâçka” ya rakib yapacaksınız.
Boşuna yorulmayın, zahmet etmeyin. “Lâçka” bizden, biz de “lâçka” dan çok memnunuz. İşlerimiz, ne derecede “lâçka limanı”nda beklerse, Türkiye’nin sırtından geçinenler o kadar mesrûr oluyorlar.
Gedik Ahmed Paşa’nın Otranto’yu fethi, “lâçka”yı maalesef alt edememiş. Donanma-yı Hümâyûn’a kapağı atan “lâçka”, o günden beri bütün halatlarımızı gevşetmiş…
Fiilin adına takılıp kendini unutanlar, tam bir hipnoz seansı içindedirler. Cilâlı lâflarla, neredeyse bir asrı devirmek üzereyiz. Lâkin, eskilerin tâbiriyle “bir arpa boyu yol” alamadık. Çünkü, bizi her dâim zarfla meşgûl ettiler. Mazrûfa bakmayı, “memnû meyva” yemekle aynı kefeye koydular.
Kahraman ihtiyâcımızı hep “icad” yoluyla karşıladık. Önümüze belli standartları olan, belli ebadda kahraman şablonları koydular. İçimizden geçenleri söylemenin, “günah ötesi” kötülükler taşıdığına inandırıldık.
Hâlbuki, bizi nefes darlığından kurtaracak formül, o söyleyemediklerimizde gizliydi. Bunu çok iyi bildikleri için, beyhûde metinler üzerinde ezber tâlimleri ihdâs ettiler. Yığınla hurda teferrûâtı, dimağımıza kocaman şırıngalarla zerke yeltendiler.
Târihimiz budandı, kültürümüz kırpıldı, inancımız kadük hâle getirildi. Cümle millî ve mâşerî husûsiyetlerimiz, şahsî arâzilerde nadasa bırakıldı.
Devâsâ bir sirk çadırında, meziyet ve fazîletlerimizden arta kalan süprüntüyü, cambazın san’atı diye zorla seyrettiriyorlar. Bunun da yeterli olmadığını anlayıp, bizi kendi öz değerlerimize küfretme cehâletine batırıyorlar. Bu, mâlûm sirk kumpanyasının pek hoşuna gidiyor olmalı ki; Türk’ü aşağılama, hattâ lânetlemenin “çağdaşlık”la aynı mânâya geldiği mavalını, dört cihetten haykırıyorlar.
Ecdâdın zaafları, bizim meziyetlerimizden üstündü. Zâten, bugün oturduğumuz eğreti zemîne rağmen, hayatta bulunuşumuzu, bizden evvelkilerin el’an süren üstünlüğüne borçlu değil miyiz? Bunun sırrını aramak, bulmak lâzım.
Matbuât ve neşriyat, yâni basım-yayım teknolojisinin şimdiki dudak uçuklatan sür’at ve kıvraklığı yokken; bir başka deyişle “mertlik henüz bozulmamışken”, bizim bir “cönk” geleneğimiz vardı. Türkü, mâni, destan, koşma, atasözü, fıkra, hikâye, nefes, mersiye, ilâhi, duâ, hutbe vb. millî, dinî şiir ve mensûreleri içinde taşıyan bir nevi mecmuâya “cönk” deniyordu ki, tamâmı el yazması idi.
Edebiyat târihimize kaydını yaptırmış pek çok cönk arasında “Çelebî Cönkü” de denen “Dede Cönkü”, daha bir ön plâna çıkmış ve sesini daha gür duyurmuştur.
Amasya doğumlu “Dede Cöngî”nin asıl adı İbrâhim Kemâleddin ve Osmanlı mülkünün değişik yerlerinde müderrislik, müftülük yaptıktan sonra, 1567’de Bursa’da ölmüş.
Şahsî yazılarını da “cönk” şeklindeki defterlere yazdığı için “Cöngî” mahlâsını almış. Demek ki, Kaanûnî Sultan Süleyman’dan bir yıl sonra toprağa kavuşmuş. Yükselme Devri’nin bütün haşmet ve nimetlerini hakkıyla gören Dede Cöngî, fevkalâde bir “hüsn-i tevâfuk”la; Kaanûnî’nin, şehzâdeliğinde vâlilik yaptığı Kefe’de de müftü olarak bulunmuştur. Yâni, Kırım havâsını, en güzel mekânda teneffüs etmiştir. Yeşilırmak kıyılarından çıkıp Kefe sâhiline demir atan bu “Dede” cöngünün, yelkenleri söz atlasındandır.
Mecaz, kinâye bir tarafa; “cönk” sözünün bir diğer mânâsı da “gemi”. Herhâlde buna dayanarak, ilerleyen yıllarda “cönk” yerine “sefîne” kullanılır olmuş. Şirket-i Hayriyye’nin rakibi “Seyr–i Sefâin”e uzanan deniz ajandamızda, “cönk” den hangi dil ve renk hâtırâları kalmıştır? Aramak lâzım…
Eskiler, yılı ikiye ayırmışlardı. Senenin ilk yarısı “Kasım” (8 Kasım – 5 Mayıs); ikinci yarısı da “Hızır” (6 Mayıs – 7 Kasım) günleri idi. Kasım 180, Hızır 185 gün tutuyordu.
Kadîm Kasım, şimdiki Kasım (Teşrin-i Sânî= İkinci Teşrîn)’ın 8. günü başlardı. 46’sında Erbain (kırk gün), 86’sında da Hamsin (elli gün) girerdi. Bu iki dönem (Erbain ve Hamsîn), kışın en şiddetli devresiydi. Kasım’ın 90. günü “kantar ağdı” diye bilinirdi. Burada, iklim kantarının yaza doğru meylettiği anlatılırdı. 100 Kasım’a “geldik yüze, çıktık düze”; 150 Kasım’a da “yüz elli, yaz belli” sözleriyle selâm verilirdi.
105 Kasım’da (19-20 Şubat) birinci cemre havâya; 112 Kasım’da (26-27 Şubat) ikinci cemre suya; 119 Kasım’da (5-6 Martta)da üçüncü cemre toprağa düşer; böylece önce havânın, sonra suyun, daha sonra da toprağın ısındığı kabûl edilirdi.
Elbette, bu hava tahminlerinin tutmadığı zamanlar da olmuştur. Adı üzerinde, bunlar tahmindir. Günümüzde, teknik ilerlemenin göz kamaştırdığı bir ilim zemîninde bile, hava raporları yanılıyor.
Burada, dikkatlerden kaçan en önemli husus; eskilerin diliyle takvim ve felekiyât bilgilerine sinmiş kültür unsurlarıdır. Ezici çoğunluğunu unuttuğumuz, “yok” denecek kadar az bir miktârını ise, tenezzülen hayatta bıraktığımız bu kültür elemanları, yeri geldiğinde bir silâhlı ordu şuûruyla vatan müdafaasına koşuyorlardı. İnsan eliyle çizilmiş ülke sınırları; Üsküb’den Urumçi’ye uzanan geniş coğrafyada, sâdece bir “cemre” kelimesiyle ber-havâ oluyor. Çünkü, cemre, artık destânî bir hüviyete bürünmüştür. Yâni, “esâtir”e mâl olmuştur.
Esâtir, veya “mitoloji”, insan hayâlinin akla savaş açtığı meydandır. Her milletin evveliyâtında, bu meydanlar tıka basa “abes”le doludur. Sağduyu ve imâna rağmen, mitolojinin borusu ötmeye devâm ediyor. Çünkü, medeniyet ve kültür binalarının temeline, bu abuk ve sabuk mitoloji taşları döşenmiş. Onları yok saydığımızda, binanın yıkılma ve çökme ihtimâli bulunuyor. Böylesine ciddî bir tehdîde göğüs gerecek babayiğit çıkmadığından, bu dünyâda “abes”le yaşamaya mahkûm oluyoruz.
Tabiî ki, târihe sızan bir Türk mitolojisi de var. Bizim olduğu için midir, bilinmez, ondan bahsetmek; bölümler, pasajlar nakletmek, hoş işlerdendir, hattâ mefâhirden sayılır. Akla, ilme, dine ters düşen kısımlarını, hoşgörü çadırına buyur ettiğimiz bu destan ve efsânelerin; başta eski Yunan olmak üzere, Batı mitolojisine bâriz üstünlükleri vardır. En azından “pagan” değillerdir. Zeus ve etrâfındaki kuru kalabalığı, bizim vâdimizde göremeyiz.
Mitolojiyi hafife almamak lâzım. En çok reddedildiği anda dahi, mitolojik bir dille konuştuğumuzu anlıyoruz. Bu yüzden, hayâlin çabuk, hızlı ve ucuz oluşu, hakîkatı kötürüm etmiştir.
“Umûmî Târih” dediğimiz kategoride yazılanlar, Doğu’da da, Batı’da da hayâlle aklı harmanlamıştır. Taberî’den Reşidüddîn’e; Tacit’den Hammer’e uzanan çok geniş yelpâzede, hep, aklın duvarlarını ıslatan destan damlaları birikmiştir.
Bugün içinde bulunduğumuz “umutsuz vak’a”nın en bâriz özelliği, “destansız” oluşudur. Destâna muhtâcız… Destânımızı anlatacak ve yazacak dillere, ellere muhtâcız… Koca Oğuz atası Fuzûlî’nin:
“Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn,
Derd çok, hem-derd yok, düşmen kavî, tâli’ zebûn”
dediği “nâ-çâr ötesi” bir çıkmaz sokaktayız Âkif’in, “rızâ çıtası”nı iyice aşağıya çektiği ve:
“Bâri, bir yok der sadâ yok mu?”
mısrâına sığdırdığı kocaman sessizlik, Türklük âsumânında üstesinden gelinmez yeislere sebep olmaktadır.
Tuzhurmatu, Kerkük’e bağlı bir kazâ merkezidir. Yirmi dört Oğuz boyundan Bayat’a bağlı aşiretler, Tuzhurmatu ve köylerinde yaşamaktadır. Büyük Türk şâiri Fuzûlî; bu bölgede doğmuş, büyümüş, yetişmiş, sonra Bağdad ve Kerbelâ’ya gitmiştir.
Şimdi, bu aziz topraklarda; İsrâil’in tuttuğu maşadan ibâret ABD desteğindeki peşmergelerin terörü esiyor. Fuzûli’nin torunları, dünyâ tarihinin en kanlı, menfûr ve haksız zulmü altında kara günler geçiriyorlar.
Bizim hamâkat ve gafletimizden cesâret alan birileri, meydânı boş bularak otorite tesis etmeye çalışıyor. Teslimiyetçi politikalarla geldiğimiz yer maalesef, eseflere vesile bir uçurum kenârıdır. Başta, kendinde liderlik vehmedenleri olmak üzere, cemâziyelevveli mâlûm birtakım serseri gürûhunun, Türkiye’yi tehdîd eden martavalları; göstermelik, sahte kükremelerle geçiştirilir ve paramparça olmuş Irak’ın “toprak bütünlüğü”nü korumak gibi, trajikomik bir dâvânın peşine düşülürse, yakında meydâna gelecek ve Orta Doğu siyâsî coğrafyasını altüst edecek gelişmelerde hiçbir rolümüz bulunmaz.
Ne yazık ki, şu an bulunduğumuz mahâlden görünen manzara budur. “Arz-ı mev’ûd”a dâhil edildiği âşikâr olan Irak, günbegün Türkiye’den uzaklaşmaktadır. Bu kadarla kalsa, “kötünün iyisi” diyeceğiz ama, hiç öyle görünmüyor. Pek çok bakımdan Türkiye ile kader birliği yapmış Irak, İsrâil emellerine doğru, uğursuz bir yolculuğa çıkarken, bağrımızdan mühim parçaları da koparmaktadır…