25-29 Ekim 2000 tarihlerinde İstanbul’da yapılan Organ Nakli Kuruluşları Koordinasyon Derneğinin II. Bilimsel Kongresinde Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden “Çukurova yöresindeki HLA antijenlerinin dağılımı ve diğer bölgelerden farklılıkları” başlıklı bir araştırma sunulmuştur (HTE Özer, T. Hergüvenç, R. Güneşaçar, E. Erken, Y. Beyazıt, U. Erken tarafından). 6 araştırmacının yürüttüğü çalışmada, Çukurova Tıp Fakültesine organ bağışı amacı ile başvuran 744 donör adayının HLA antijenlerinin dağılımı incelenmiştir. (HLA insan genetiği açısından, kan grubu antijenlerinden çok daha hassas değerlendirmeler yapılmasına olanak sağlamaktadır).
“Etnik köken açısından heterojen bir yapısı olan Türk toplumu” doğmasından hareket eden araştırıcılar, analizlerinin sonucunda: sık görülen 43 antijenden (% 5.1-59 oranları arasındadır) 35 adedinin İstanbul’da tespit edilenlerden istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdiğini vurgulamıştır. Antalya’daki son uçlardan ise 14 antijende farklılık bulunduğu ifade edilmektedir.
Araştırıcılar yorum noktasında: “Çukurova bölgesinin HLA antijenleri, Türkiye’nin güney bölgesinde Antalya’nınkine daha yakın; kuzey batıda bulunan ve Türkiye’nin genelini temsil edebilen sonuçlarıyla farklı olduğu”nu ifade etmektedirler.
Bu çalışmanın yorumu bilimsel-sosyal ve siyasî açılardan yapılmalıdır. Kanımızca önemli eksiklikler, sorular ve ileride yol açabileceği sorunlar bulunmaktadır.
Öncelikle çalışmada kaç antijenin araştırıldığı bilinmemektedir. Hâlen ülkemizde birçok merkezde HLA antijenlerinin büyük bir bölümü lenfositotoksisite yöntemi ile araştırılmaktadır (Maksimal 15 civarında antijen söz konusu olmaktadır). Çok az sayıdaki laboratuarda güncel olan PCR yöntemi kullanılmaktadır. Gelişmiş batı ülkelerinde ise PCR rutin olarak kullanılmaktadır. (Bu yöntemle bilinen ve araştırılan antijen sayısı 974’tür.) Her iki yöntem arasındaki farklılık PCR’ın çok daha hassas olduğu ve lenfositotoksisite yöntemi ile tek antijen olarak görülen elemanların çok sayıda ayrı özellikli antijenler olmasından kaynaklanmaktadır.
İmmunoloji konusunda daha fazla ayrıntıya girmeden kısaca söylemek gerekirse: Araştırıcılar söz konusu çalışmalarında ülke şartlarına uygun ve fakat güncel bilginin gerisinde – yetersiz usullerle HLA tiplemesi yapmışlardır.
Kaldı ki, çalışmada alınan örneklerin farklı etnik kökenlerden geldiği doğmasından hareket eden araştırıcıların, iddia ettikleri bu farklılıkları ayrıca değerlendirmeye almamış olmaları bilimsellik iddialarının önemli bir eksikliğidir. Ülkemizin özellikle Güney Doğu ve Doğu Akdeniz yörelerinde bulunan % 1’in altındaki azınlıkların söz konusu olması hâlinde (Süryanîler, Yezidîler ve diğerleri gibi) bunlardan alınan deneklerin ayrıca ele alınması daha doğru olurdu. Araştırıcılar ise bunlardan hepsine sırtlarını dönmüş; ayrılıkçı odakların senelerdir işlemeye çalıştıkları “mozaik” yorumunu temel kabul etmişlerdir.
Bu tutumu, ulu önder Atatürk zamanında kabul edilen ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin vazgeçilmez prensibi olan Misak-ı Millî anlayışı ile bağdaştırmak mümkün değildir. Kendisini Türk kabul eden insanlarımızı, bölgesel ayırımlara tabi tutan, yeterli bilimsel tekniği uygulamayan, doğmalardan hareketle varılan sonucu genele yayan bu yaklaşımı, ciddî bir tehlike olarak görmek gerekir.
“Etnik  köken  açısından  heterojen  bir  yapısı  olan  Türk  toplumu”  yaklaşımı,  yıllardır  süregelen,  millî  benliğimizi  ve  birliğimizi  hedef  alan  mozaik  söylentilerinin  kılıf  giydirilmiş  hâlidir.  Türk  milleti  ve  soyunun  yüceliği  anlayışını  reddeden;  “soya  mensubiyet  şuurunu”  dile  getirmekten  kaçınan  bu  mantalite,  millî  varlığımız  için  ciddî  tehdittir.  Türk  toplumunda  farklı  kökenlerden  gelmiş  insanların  bulunduğu  savının  yaygınlaştırılması,  ilerleyen  yıllarda,  ciddî  etnik  köken  iddialarına  temel  teşkil  edecektir.
                      


