ATATÜRKÇÜLERİN, Atatürk’ün anayasasını ikinci defa değiştirecekleri zaman, yani, 12 Eylül 1980 inkılâbatından sonra aylar süren “anayasa” hazırlıkları esnasında merhum Prof. Dr. Necmeddin Hacıeminoğlu hocamız:
“Türkün anayasası sekiz ayda değil, sekiz saatte de hazırlanır” diyerek, Avrupa’nın kanunlarından Türk anayasasına âdeta “yama” yapanlara karşı serzenişte bulunup, Danışma Meclisi içindeki anlı-şanlı anayasa heyetine, Türk milletinin anayasası yüksek Türk medeniyetinin kendi örf ve an’aneleri, kısaca yazılı olmayan, fakat yazılması icab eden Türk milletinin yaşanan hukuku olmalıdır demişti.
Temaşvar Beğlerbeği Bali Beğin, karaların ve denizlerin Kanûnî Sultan Süleyman Hana, “18 kala feth ederek, otuzbin kızağı, 60 bin baş ile tersaneye gönderdiği”ni dile getirip, padişahından bir (evet, sadece bir tûğ) tûğ rica eden mektubuna, Hatt-ı Hümayun’u ile mukabele eden cihân hakanı:
“İftihar ul-havaşş il-mukarrebin mu’temid ül-mülûki va’s-şalatin katil ül-kefereti va’l-müşrikın Lâlâ-ii’tibarum Gâzi Bali Beğe…” diye hitab ederek;
“Ya Gâzi Bali Beg, daha bir tûğ zamanı değildür”. dedikten sonra, vezirin bunca iyiliklerine mukabil olarak, kendisinin de üç iyilikte bulunduğunu, âdeta ‘küçük dağları ben yarattım’ dercesine, âmirinin gözüne girmek için ‘İbrikçibaşı’lığı yapan zamanımızın memurlarının hâlini görmüşcesine, sırasıyla şöyle dile getirir:
“Gerçi sen bize bu hidmeti ve eyüligi eyledin. Biz dahi senün eyüliğün mukabelesinde size üç eyülik eyledük: Biri budur ki size Emir ül-Mü’minin hitâbetiyle hitâb eyledük. İkincisi budur ki sana hil’at-i fâhire gönderdük. Üçincisi Hazret-i Resul-i Ekrem sall-Allahu aleyhi ve sellem Efendimüzün tûğın virdük. Seni bu üç nesne ile ta’zim ü tekrim eyledik. Bunların üzerine asla bir ihsân olmaz. İmdi sen daha bu eyüliklerün şükrini yirine getürmege sa’y eyleyesün ve her işi Allah’tan bilesün ve zinhar nefsüne gurur getürmeyesün. Kendü kılıncım ile bu kadar memleket feth eyledüm dimeyesün. Memleket Allah ’ındur…”
A.B (Türkü Ortadan Kaldırma Teşkilâtı) veya Türk’ün kanına susamış ATŞAN BİRLİĞİ)’nin bırakınız emrini- her ricasını artık ‘emir’ telâkki edenler, bu 434 yıllık ifadelerin yer aldığı Hatt-ı Hümayun’u, kendilerine emir verenlere, “plâket” denilen ve ne mânâya geldiğini hâlâ anlayamadığım israf belgesinin yerine, devletimin payitahtını ziyaret eden dost ve düşmanları, önce önlerinde diz çöktürüp, etek öptürdükten sonra, sahte ve riyakârlık kokan yüzlerine karşı, gür bir erkek sesi ile okutup, “Mehteren Takımı”nın nevbet vuruşları arasında takdim etsinler. Bakınız daha neler buyurmakta:
“Ser’asker ve Beğlik hasebiyle hükmün yüridügi yirlerde olan zulmü ta’aaddiden Rûz-i mahşerde bize itâb olur ise senün dâmenüne yapışam. Ola ki ol günde şermsâr olmayup yakanı selâmet ile alasun ve bir âdemi hidmete kullanmak murâd idinürsen zinhâr zâhir-i hâline i’timâd eyleyemesün. Çok kimesneler var ki elinde fursat olmadığı vakit salâh yüzini gösterirler, Eline fursat girdüğü vakitde Nemrûd olur. Velhâsıl âdemleri tecribe ile kanâ’at itmeyüb behemehâl aldanmayasun. Göz kulak dutasun. Kaçan Beğler ve vekiller eyer âdem olsa ra’âyanun hakki hâli eyü olur. Ra’âyâ Beğlerün çerağı gibi edür her kimün dikilür hâli yaman olur ve ba’zi kimseler vardur ki gündüz sâ’im, gice kâ’imlerdür.”
Devlet bünyesine kene gibi yapışmış “işini bilir”(?!) rüşvetçilerin ve hırsızların kol gezdiği, maddî ve mânevî değerleri dibe vurmuş Türk milletinin -manzaraya bakınca, “Millet” diyesim de gelmiyor- bugünkü idarecileri, her on-onbeş günde bir çıkardıkları “AB uyum Yasaları”nı Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altına getirip okuyacaklarına, aşağıdaki satırları okusunlar ve AB ülkelerine tavsiye ettikleri gibi, anayasalarına da cebren koydurtsunlar. Devlet işlerinde millete hizmet edeceklerin nasıl tesbit edilip tercih edileceğini; ayrıca, zaruretler içindeki muhtaçlara karşı devletin müşfik elinin mutlaka uzatılması gerekeceğini; askerin yaşlı ve gençlerine nasıl muamele edileceğini bildiren Gazi Sultanım, kelâmına şöyle devam etmektedir:
“Kerem elin açasın. Hased üzere olmakdan be-gâyet ihtiraz idesün. Nisâbımız mahsûli harcimüze vefa itmez deyü bi-huzur olmayasun. İhtiyâc ü zarûret vâki olur ise buraya bildüresün. Mevcûd bulunan hazineden sana üç dört yüz kise harclık virmege aczüm yokdur. Feth olunan kal’elerün emvâl ü erzaklarını Beyt-ül mâl-i müslimin içün ahz ü kabz eyleyesün. Zinhâr rizâ-yi humâyûnum yokdur. Beyt-ül mal içün bir mikdarını alub bâkisin Asker-i İslâma tevzi idesün. Asker-i İslâmun hakkıdür ve askere ri’ayet eyleyesün. İhtiyârlarını baba bilesün. Daha aşağılarını oğul bilesün. Oğullarına merhamet ve şefekat idesün. Karındaşlaruna ikrâm eyleyesün. Babalarına tazîm ü tekrim eyleyesün. Asker-i İslâma bir vech ile muzayeka çekdürmeyesün. Ve ol diyârlarda mütemekkin olan ibâdullâh fukarasın gözleyesün. Sadekaye muhtaç bulunanlarun Beyt-ül mâl-i müsliminden kisvetlerin ve harclerin ve zahirelerin göresün. Fukarâ Hakk ta’âlânun kulıdur. Beyt-ül mâl-i müslimin ibâdullâhun hakkıdür ve sâdât-i kiramdan mütemekkin olmış var ise ism ü resmi ile asitâneme arz idüb bildiresün. Mîrî tarafınden vazife ta’yin olınıb Evlâd-i Resûle bir vech ile muzâyeka çekdirmeyesün ve ra’âyâ fukarasına ester ve süri sâf zahirelerinden mâ’adâ yarım akçe teklif ve rencide olınduğına kat’â rizâm yokdur ki bizüm ra’âyâmuzun rahat-i hâlini küffarun ra’âyâsı görüb reşk eyle-sünler. Meylü mahabbetleri bizüm cânibimüze olsun…”
Türk Devletine küfredilip, bayrağının yakıldığı; “Türk milleti” kelimesinin ağızlara alınmadığı zamanımızda, bunların sebepleri üzerinde düşünülüp cezrî tedbirlere başvurulacağı yerde, “tek dişi kalmış canavar”ların kokuşmuş medeniyet (!) temsilcilerinin talimatıyla hareket edenler, şanlı mazimize kulak versinler:
“Nucûm ul-ulemâ-i mascûmun muktezâsınca hâtir-i âtirin rencide eylemeden begâyet ihti-râz idesün. Zira, ulemâ vâris-i enbiyâdur ve ba’zi kurâ vakf murâd eylemişsün. Vallâhi-lazîm feth olınan kurâlarun cümlesine vakf bağlarsan makbûlümdür. Vakfı murad olınan kurâlarun müfredât defterlerini gönder ve senden sonra nesl-i Osmâniyye evlâdından gelen padişâhlar ve vüzerâ-yi izâm ve mîr-i mîrân ve mîr-livâ ve kuzât ve bilcümle ehl-i İslâmdan her kim ki senün evlâdına ri’âyet eylemeye la’net-ullâhi aleyhim ecma’in üzere olsun. Rûz-i Mahşerde da’vâcısı olub husûmet iderüm.
İmdi ya Gâzi Bâlî Beğ, sen dahi etek der-miyân edüb din-i mübin uğruna ve umûr-i saltanete bazl-i makdûr sarf idesün. Yiğidün bahâdirlerün saklayasun. Atun yüğrügin besleyesün ve kılıcun hifzedesün. Kerem bâbın güşâd eyleyesün. Ni’me’l-mevlâ ve ni’me’n-nasîr zikrini tekrardan hâlî olmayub zâhir erenlerün bâtin erenlerün himmetlerini yoldaş kılub ud’ü rabbakum tazarru’an ve hufya ayetin boynuna hamâ’il idüb ve benüm hayr-i du’âm mülâhaza eyleyüb Hakk sübhânehü ve ta’âlâ uğurun açuk eyleye ve kılıncun keskin eyleye ve dâ-i dîn üzerine dâ’imâ Asker-i İslâm ile seni muzaffer eyleye. İki Cihânda yüzün ağ ola. Şöyle bilüb bu emr-i Şerifümle âmil olasun. Sene: 938”.
Bir taraftan aziz Türkçemizin katillerine; diğer taraftan “idâre etmekten” çok, idare edilmeye lâyık ve bu hususiyete sahip bizi idare edenlere (!), âyet kadar mübarek bu ifadelerin boyunlarında “hamail” olması dileğiyle, satırlarıma, Hutterroht’un sözleriyle nokta koymak istiyorum:
“– Osmanlı Devleti, geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı’ndan mükemmel bir şekilde idare ediyordu. O saray da batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyordu?” diye kendisine sorulduğunda, Erlangen Üniversitesi Profesörü HUTTERROHT:
“– Sırrını çözebilmiş değilim. 16. asırda Filistin’in sosyal yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki, hayretler içinde kaldım. Osmanlı, üç yıl sonra bir köyden geçecek askerî birliğin öğle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini plânlamıştı. Herhâlde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır”. demiştir.