“Kanije” kelimesi, dilimizde taşımaktan ve telâffuz etmekten bir îmân hazzı, lezzeti aldığımız gruba dâhildir. Bugün, millî sınırlarımız dışında kalmış olsa da, en az “Çanakkale” kadar, Müslüman-Türk’ün kokusunu ve rengini üzerinde tutan Kanije; Plevne, Silistre, Antep, Maraş, Urfa, Akkâ gibi, sînemizde açan has güllerdendir.
Kanije’yi, bu tarzda bizim kılan; onun fethi, imârı, idâresi yanında, en çok “Tiryâkî Hasan Paşa”dır. Zâten Kanije, omuzlarındaki “Tiryâkî” rütbesiyle, Türk kültürüne selâm veriyor. “Tiryâkî”siz Kanije, ağrlığının tamâmına yakınını kaybeder.
Doğduğu yer ve yıl tam olarak bilinemeyen Tiryâkî Hasan Paşa, Kaanûnî’nin saltanat döneminde (1530’larda) doğmuş, Sultan I. Ahmed Hân devrinde (1611’de) vefât etmiştir.
Enderûn’da yetiştiği söylenen Paşa, müstakbel Sultan III. Murâd’ın Manisa’da Sancak Beyliği yaptığı günlerde, Şehzâde’nin “Başmusâhibliği”nde bulundu. Tiryâkî’nin meslek takvîminde, bundan sonra Sigetvar ve Bosna Beylerbeyi’likleri yer alıyor. 1600’de, Sultan III. Mehmed’in gönderdiği kuvvetler Kanije’yi fethedince de, hemen beylerbeylik statüsü verilen bu şehir, Tiryâkî Hasan Paşa’nın tecrübesine tevdî edildi. Hasan Paşa, Kanije Beylerbeyi oldu.
Kanije’yi kaybetmenin acısı ve telâşı içindeki Almanlar, fetihden bir yıl sonra, 1601’de, Türkiye üzerine iki ordu ile yürüme gafletinde bulundular. Bu Alman ordularından, daha kalabalık ve silâh gücü yüksek olanı, Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın komutasında, Kanije üzerine; ikinci plânda olanı da Lothringen (Lorraine) Dükası Matthias’ın emrinde, İstolni-Belgrad’ı hedef alarak Orta Macaristan’a yönelmişlerdi.
Kanije önlerine gelen Alman ordusunda, 100.000 asker ile 47 ağır muhâsara topu bulunuyordu. Ferdinand’ın kuvvetleri arasında, Almanlardan başka, İtalyan, İspanyol, Maltız, Papalık, Fransız birlikleri de vardı. Gönüllü Macar milislerinin dahî, bu Haçlı koalisyonuna iştirâk ettiği görülüyordu.
Papa VIII. Clementius’un teşkîl edip Ferdinand emrine gönderdiği bölüklerin başında, Papa’nın yeğeni Aldobrandini, kumandan sıfatıyla yer alıyordu.
Tiryâkî Hasan Paşa’nın, Kanije’de çıkarabildiği eli silâh tutan insan sayısı ise, 9.000’i geçmiyordu. Rakamların diliyle, 100 adet de topu vardı ama; bu toplar, Ferdinand’ınkiler gibi muazzam muhâsara topları değil, küçük çaplı ve kısa menzilli kale toplarıydı.
Taraflar arasında, daha söylenirken beliren nisbetsizlik; hâriçten bakanlara “banko Ferdinand!” dedirtiyordu. Lâkin bu tahmin erbâbı(!)nın hesâba katmadığı bir Tiryâkî Hasan Paşa unsûru vardı ki, onun kaç asker ve topa bedel olduğunu, “Kanije Müdâfaası”denilen mûcizenin sonunda, bütün Dünyâ ile birlikte Ferdinand’la Papa da öğrenecekti.
9 Eylûl 1601 günü, Kanije önünde muhâsarayı başlatan Haçlı gürûhu, Kale’yi top ateşine tuttu. Elindeki toplarla günde ortalama 1500 gülle atabilen düşman, daha işin başında, çok kolay ve de zahmetsiz bir vuruşma olacağına inandı. Çünkü, Kanije cânibinden herhangi bir top mukâbelesi gelmiyordu.
Tiryâkî Hasan Paşa’nın, ilk gün raundundaki puanları, bu top atışı stratejisinden geldi. Cesâretlenen Nemçe topçuları, karşı tarafın sessizliğinden ve cılız tüfek çat patlarından heveslenerek surlara iyice yaklaşınca; daha doğrusu, bizim, kendi küçük, sâhibi büyük topların atış menziline girince, tüfekleri susturan Tiryâkî Hasan Paşa, Kale’deki 100 topun hepsini aynı anda ateşleyip Ferdinand’ın top ve topçularına nişanladı.
Neye uğradığını bilemeyen Birleşik Avrupa Ordusu’nda, seyreden Türk gözlerine keyif veren müthiş bir panik havası esti.
Tâkib eden günlerin gecelerinde, Tiryâkî Hasan Paşa, hurûc harekâtı düzenlemeye başladı.
Hem top üstünlüğünü kaybeden, hem de psikolojik ezikliğe bürünen Alman ordusu ile dindaş yardımcıları, bir hayli zâyiât verdikten sonra, siper kazma ihtiyâcını duydular ve ancak burada rahat edeceklerine kanaat getirdiler.
Çarpışan kuvvetler arasındaki, uzaktan bakışa ve Türklerin âni hurûc akınlarındaki sürprizlere dayalı mücâdele, “temkîn” rengine bürünerek devâm ederken; hiç hesapta olmayan bir haber, Tiryâkî Hasan Paşa’yı, yeni ve parlak yıldızlarla buluşturdu. Bu haber, Kanije’deki barut stokunun bittiğine dâirdi. Normâl şartlar altında, Tiryâkî Hasan Paşa’nın yerinde hangi kumandan olsa, buna üzülürdü. Fakat, Tiryâkî Hasan Paşa, imkânsızdan imkân çıkarmanın mûcîdi ve usta öğreticisi olan bir milletin evlâdıydı. Barut bitmişse, hemen karalar bağlayıp düşmanı sevindirmek mi lâzımdı? Elbette hayır! Bin kere hayır!
Kale içine münâdîler çıkaran Tiryâkî Hasan Paşa, barut îmâlini bilen kişileri arattı. “Ahmed” adlı bir yiğit, bu işin ehli olduğunu söyleyince; Hasan Paşa’nın emri ve Ahmed’in tedârik listesi ile bir barut îmâlâthânesi kuruldu. Yaş ve cinsiyet farkı gözetilmeden, bütün Kanije ahâlisi, kendini bu barut îmâline memur etmişti.
Kanije’de barutun bittiğini, düşman öğrenmeden, bol miktarda barut yapılmaya ve stok edilmey e başlandı.
Tiryâkî Hasan Paşa, Haçlı topluluğunun sayı ve teknik üstünlüğünü bildiğinden, bir yandan da, resmî yollarla takviye birlikleri gönderilmesi için çalışmalar yapıyordu.
O günlerde, Vezîr-i âzam Yemişci Hasan Paşa, büyük bir Türk ordusunun başında olarak, “Serdâr-ı Ekrem” sıfatıyla Zemnûn’da bulunuyordu. Zemnûn; Sava Nehri’nin ötesinde, Belgrad’ın banliyösü idi ve Kanije’ye kuş uçuşu 265 km. mesâfedeydi.
Yemişci Hasan Paşa’nın bulunduğu mevki, yâni Zemnûn civârı, Kanije’ye çok uzak sayılmazdı. Adaşının yardım talebine karşılık vermesi, en tabiî davranış olacakken, Yemişci Hasan Paşa, Kanije’yi kaderiyle baş başa bıraktı.
Tiryâkî Hasan Paşa, has adamlarından ve namlı bir serdengeçti olan akıncı beyi Karapençe Osman ile, üç def’â mektup göndererek, Serdâr-ı Ekrem’e, Kanije Müdâfaası’nın ve şehirdeki sıkıntılı hayâtın safahâtını anlattı.
İlk mektubu aldığında, Yemişci Hasan Paşa, derhâl Kanije’ye azîmet eyleyeceğini, cevâben bildirmişti. Bunu, kuvveden fiile çıkarmak için; Belgrad-Kanije güzergâhının ortası sayılabilecek Osek’e kadar geldi. Orada, Osmanlı Sadr-ı âzamı’na, Lorraine (Lothringen) Dükası Matthias ve emrindeki ikinci Alman ordusunun, İstolni-Belgrad’ı ele geçirdiğine dâir haber geldi.
Bu haberin içinde, çok fecî bir katl-i âmın da teferrûâtı vardı. Bugün Macarların Székesfehervár dedikleri İstolni- Belgrad, Alman kîninin kusulduğu ve Kale’deki bütün Türklerin kılıçla doğrandığı, bir yürek yakan yer olmuştu. Güzelim İstolni-Belgrad’ın, kocaman ve tesellî kabûl etmez kabristana döndürülmesi, Yemişci Hasan Paşa’nın istikâmetini Kanije’den buraya çevirdi. Sadr-ı âzam, ikinci bir ulakla da, bu durumu Tiryâkî Hasan Paşa’ya bildirip, gelemeyeceğini söyledi.
Tiryâkî Hasan Paşa’yı “efsâne” diyârına taşıyan yeni perde, böylece açıldı ve Yemişci’nin son mektubu, bizzat Kanije Kumandanı Hasan Paşa tarafından yeniden yazılıp askere okutuldu, dinlettirildi. Tiryâkî mârifetiyle değiştirilen satırlarında Osmanlı Sadr-ı âzamı, dağ dayanmaz askeriyle Kanije’ye ulaşmak üzere olduğunu bildiriyordu. Mektubun sonuna gelindiğinde, Kanije’deki bir avuç kahraman Türk’ün yüreğine serin sular serpilmiş, zâten hiç eksilmemiş cesâretleri, en keskin hadde yükselmişti. “Tiryâkî” mûcizesi, bir def’â daha taayyün etmişti.
Hâlbuki, o anda Osek’ten kuzeye yürüyen Yemişci Hasan Paşa, Drava’yı ve ardından Kapoş Suyu’nu geçip, güney cihetinde İstolni Belgrad’a yaklaşmıştı. Lothringen (Lorraine) Dükası Matthias, Yemişci Hasan Paşa’nın geleceğini öğrenmiş ve İstolni-Belgrad önünde tertibât almıştı.
Hazırlıksız yakalanan Yemişci Hasan Paşa’nın kuvvetleri, vaziyetin iyi olmadığını görünce, ric’ate başladı. Bu esnâda, Türk ordusuna birlikleriyle katılmış bulunan Budin Beylerbeyi Mehmed Paşa ile onun kethüdâsı Mehmed Bey, şehâdet şerbetini içtiler.
Lothringen (Lorraine) Dükası Matthias, bu iki Mehmed(cik)’in kafalarını vücudlarından ayırtarak, kesik başları Kanije önündeki Arşidük Ferdinand’a gönderdi.
Ferdinand’ın eline, büyük bir fırsat geçmişti. Artık, moral gücü iyice azalmış askerlerine, yeni bir ümit aşılayabilir, Kanije’deki gâzîlere de – gözdağı dâhil – her çeşit umutsuzluğu yaşatabilirdi. Öyle de yaptı ve bu kesik başları uzun sırıklara geçirtip Kanije surlarına doğru gösterdi. Aynı zamanda, bizim dilimizi bilen adamları vâsıtasıyla, yüksek perdeden, bu başların sâhiplerini tanıttı…
Tâlihsiz Ferdinand, bir def’â daha kayaya çarptı. Tiryâkî Hasan Paşa’nın âyâr derecesi, yeniden irtifâ kazanmaya başladı ve Ferdinand’ı, kazdığı kuyuya düşürdü.
Kanije’deki askeri toplayıp karşısına alan Tiryâkî Hasan Paşa, – surların dışında sırığa geçirilmiş başların, Mehmed Paşa ile Mehmed Bey’e âit olduğunu bildiği hâlde – bütün hitâbet kâbiliyetini kullanarak:
“- Mehmed Paşa’yı da, kethüdâsı Mehmed Bey’i de çok yakından tanırım. İkisi de kırk yıllık dostum ve aynı dâvâya baş koyduğumuz karındaşlarımdır. Bu başlar, aslâ ve kat’â onların değildir. Hücceti, benim söz ve gözlerimde saklıdır. Kaldı ki, bu Nemçe keferesi, koskoca Türk Serdârı’nı nasıl yener?”
diye gürledi.
Tiryâkî Hasan Paşa, bu konuşmayı yaparken, yüreği, iki şanlı Mehmed için kan ağlıyor, kimse fark etmeden, derûnunda onlara rahmet diliyor, Fâtihâ gönderiyordu.
O sıralarda, tahmînen yetmiş- yetmiş bir yaş civârında bulunan Tiryâkî Hasan Paşa, bu yaş sınırı üzerine sarf edilen “işi bitmiş” hükmünü, balonlara doldurup doldurup havaya uçuruyordu. O zihin ve beden dinçliği ile îcâd hüneri, ne kadar medh ü senâ edilse, azdır.
Paşa’larına inanmayı, “îmân”la aynı seviyede gören Kanije’deki Türkler, Ferdinand’ın hîle ve desîseden çadır kurmakta olduğuna hükmettiler.
Tam o saatlerde, Papa’nın yeğeni Aldobrandini, bir Türk tüfeğinden çıkan kurşunla telef oldu. Ferdinand ve şürekâsının sevinç hâlleri, kursaklarından ileriye geçemedi.
Kanije Müdâfaası devâm ederken yapılan hurûc harekâtında, hemen her gün önemli miktarda esir alınıyor, bunlardan bâzılarına, düşmanın moralini bozacak yanlış bilgiler telkin ediliyor, sonra da kaçmalarına göz yumuluyordu.
Tiryâkî Hasan Paşa’nın direktifiyle sahneye konan bu esir firârı, düşman ordusunun zâten bozuk mâneviyâtını, daha da dibe oturtuyordu. Çünkü, bu firârî esirlerin söylediklerine bakılırsa, Kanije’deki asker sayısı ile mühimmat varlığı, kolay kolay alt edilecek gibi görünmüyordu…
Dünyâ savaş târihinin, belki de en garîb ve benzeri görülmemiş mükâfat vaadi, Kanije önünde çâresizlikten kıvranan Arşidük Ferdinand’dan geldi. Tiryâkî Hasan Paşa’nın başını getirene 40 köy vereceğini duyuran Ferdinand, bu sûretle, köy pazarlamacılığının en şaşılacak şekline imzâ atmış oldu.
Öte yandan Tiryâkî Hasan Paşa, Kanije muhâsarasının, Hz. Muhammed’in vilâdet yıldönümünde başladığına dikkat çekerek, bu kutlu günün Nasara’ya uğursuzluk getireceğine, Türk sekeneyi inandırmak için gayret sarf ediyordu.
Tiryâkî Hasan Paşa’nın bütün psikolojik gayretlerine rağmen, Kanije’de durum, hiç iyi görünmüyordu. Düşman toplarının dâimî gülle atışları yüzünden, surlar delik-deşik hâldeydi. Kale’deki az sayıda sivil, gece asker istirahat ederken surları tâmire çalışıyordu ama, vakit ve eleman azlığı, arzu edilen neticenin alınmasını engelliyordu.
Ayrıca, barut yapımında kullanılan ham maddenin sıkıntısı da duyulmaya başlamıştı. Her geçen gün, daha az barut îmâl ediliyordu. Kale’deki gıda maddeleri de bitmek üzereydi. Kanije’de bitmeyen iki kaynak vardı: Sabır ve cesâret!
Hâlbuki; Arşidük Ferdinand, Türk şehîdlerinin üzerinden çıkan ve Tiryâkî Hasan Paşa’nın tembihi ile yazılmış sahte mektuplara inandığı için, Kanije’nin, en azından altı aylık erzak ve mühimmâtı olduğunu zannediyordu.
Yine bu mektuplardan birinde; Tiryâkî Hasan Paşa’nın, Sadr-ı âzam Yemişci Hasan Paşa’ya gönderdiği yazılı mâlûmatdan bahisle: “Serdâr-ı Ekrem’in, bahâra kadar, zahmet edip Kanije’ye gelmesine lüzûm kalmadığını; zîrâ, Alman ordusunun nasılsa soğuktan kırılıp ortadan kalkacağının…” aşağı- yukarı belli olduğu yazılıydı.
Bizim için Kanije Müdâfaası, Almanlar içinse Kanije Muhâsarası, maddî olmaktan çıkıp, doğrudan psikolojik bir mücâdeleye dönüşmüştü. Bunda da bütün hisse, Tiryâkî Hasan Paşa’nındı.
Haçlı ordusunda, Türkleri en yakından ve gündelik hayat içinde tanıyan grup Macarlardı. Bunların ezici çoğunluğu da, “gönüllü” statüsünde burada bulunuyorlardı. Günler ilerleyip de Tiryâkî Hasan Paşa’nın mâdeni parlamaya başlayınca, Macar gönüllülerinin tavırları değişmeye, nedâmet hisleri ön plâna çıkmaya başladı. Bunun bir neticesi olarak da, Türklere nişan alan Macarların pek çoğu, havaya kurşun sıkarken görüldü. Almanlar ve tabiî Ferdinand, durumu öğrenince, mâneviyâtları daha da bozuldu.
Tiryâkî Hasan Paşa, Kanije’nin içinde bulunduğu çâresiz durumu bildiğinden, psikolojik ataklarda ne kadar önde olursa olsun, hakîkatin, bir fecî tablo hâlinde ortada durduğunu görüyordu. Son bir ümitle, Karapençe Osman’ı, yeniden Sadr-ı âzam’a gönderdi.
Yemişci Hasan Paşa, Karapençe’yi kabûl ettiğinde, İstolni Belgrad’dan güneye doğru iniyordu. Mohaç civârında idi. İstolni-Belgrad’dan sonra, Kanije de düşerse, itibârının adamakıllı sarsılacağını düşündü ve hemen Kanije’ye gitmeye karar verdi. Peçuy’a, daha sonra Sigetvar’a geldi. Kasım ayına girilmişti. Bastıran kış şartları, Macar Ovası’na kar yağdırıyordu.
Şirâzesi çoktan çıkmış bulunan Yeniçeriler, daha ileriye gitmek istemeyince, Yemişci Hasan Paşa da Belgrad’a dönme karârı verdi. Böylece, her “Hasan”ın “Tiryâkî” olmadığı anlaşıldı.
Bu, adaşı Tiryâkî’den pek farklı “Hasan” portresi, sonraki asırlarda başımıza gelecek felâket ve tâlihsizliklerin de habercisi gibidir.
Doğduğu yer ve yıl bilinmeyen Yemişci Hasan Paşa, 1603’de İstanbul Sütlüce’de, şehri kasıp kavuran bir asker isyânında îdâm edilerek hayat defterini kapattı. Âilesinin, Arnavut asıllı olduğu bilinir.
Cihân Devleti’nin Sadr-ı âzamlığı’na kadar yükselen askerlik çizgisi, Zülüflü Baltacılar Ocağı’nda başladı. Daha sonra “Çaşnigirbaşılık” makâmında bulundu. Sultan III. Murâd’ın saltanatında, 1580 yılında “Kapıcılar Kethüdâsı”ydı ve aynı yıl, bu sıfatla, Koca Sinan Paşa’ya “Sadâret Mührü”nü teslîm etti. Bir süre sonra, “Yeniçeri Ağası” oldu. 1601’de, İbrâhim Paşa’nın vefâtıyla boşalan “Sadr-ı âzamlık” koltuğuna oturdu. O esnâda işgâl ettiği bir önceki makâm, “Sadâret Kaymakamlığı” idi.
Sadr-ı âzam olunca, geniş çaplı bir kadro değişikliği yapan Yemişci Hasan Paşa, 1601 Temmuzunda, “Serdâr-ı Ekrem” unvânını da yüklenerek Ordu-yı Hümâyûn’la Belgrad’a doğru yola çıktı.
Almanların eline düşen İstolni-Belgrad’ı kuşattı. Fakat, başarı sağlayamadı. Bir başka Alman ordusunun muhâsara ettiği Kanije’ye, gereken yardımı bir türlü yapamadı. Bunda, şiddetli kış ve askerin isteksizliği yanında, en büyük âmil, Yemişci Hasan Paşa’nın şahsiyetiydi. Belki de, Tiryâkî Hasan Paşa’yı kıskanması, Kanije’yi kaderiyle baş başa bırakmasına sebep oldu.
Tiryâkî ve Yemişci Hasanların mukâyesesi, sâdece Osmanlı inkırâzını değil, bugünkü pek çok sıkıntımızı analiz edecek raporlar çıkarır.
Yemişci’nin, kalabalık Osmanlı ordusuyla Belgrad’a dönmekte olduğunu, Ferdinand haber alırsa, Kanije’yi kaybedeceğini anlayan Tiryâkî Hasan Paşa, nihâî karârını vermek için, bütün imkân ve şartları gözünün, zihninin önüne getirdi.
Muhâsara başlayalı iki ay, sekiz gün olmuştu. 17 Kasım 1601 günü; Ferdinand, soğuktan korkup kaçan askerin fazlalaşmasını, Yemişci Hasan Paşa’nın Kanije’ye yaklaştığına yoruyordu.
Kanije’deki Türklerin ise, başta barut ve zarûrî gıda maddeleri, bitme noktasına gelmişti. Kanije’nin, bu durumda bir gün daha dayanması mümkün değildi.
Kanije Kalesi’nin içi, dışı karla kaplıydı. Arşidük Ferdinand, böyle bir havada her şeyi bekleyebilirdi ama, Kanije’den yönelecek bir Türk akınını, aslâ tahmîn edemezdi. Fakat, işte Türk atlı birlikleri açılan kale kapısından yıldırım hızıyla çıkıp Haçlı ordusuna hücûm ediyordu.
Ferdinand’ı, küçük dilini yutma noktasına getiren, Kara Ömer Ağa’nın kumandasındaki üç yüz Türk cengâveriydi. Arşidük’ün ordusu, bu ânî ve beklenmedik Türk hücûmundan çok sarsıldı ve mühim miktarda zâyiât verdi.
Kale burçlarından, bu vuruşmayı seyreden Tiryâkî Hasan Paşa, Ömer Ağa ile yiğitlerinin aldığı neticeyi zevk ve şevkle tâkib edip, bütün toplarını aynı anda ateşledi. Bunlar, elde kalan son güllelerdi.
Almanlar, şiddetli bir panik içinde, Türk top menzilinin dışına çekildiler. 17-18 Kasım 1601 gecesi, esas büyük sürprizini hazırlayan Tiryâkî Hasan Paşa, beş yüz gâzîden müteşekkil vurucu kuvvetini Kanije’den dışarı çıkardı. Tam o anda, surların önüne yerleştirilen Mehterân Bölüğü, Türk’ü cûşa getirecek harb havalarını çalmaya başladı.
Tiryâkî Hasan Paşa’nın, nasıl usta bir senarist olduğu, bir def’â daha anlaşıldı. Mizansen, Serdâr-ı Ekrem’in emrindeki asıl Türk ordusunun, Kanije’ye gelmekte olduğunun, düşman tarafından zannedilmesi için düşünülmüştü. Gerçekten de öyle oldu.
Arşidük Ferdinand, daha ilk kös sesini duyar duymaz, gece giydiği yatak kıyâfetiyle çadırını terk etti, seyislerinin getirdiği atına atlayıp, ordusunun gerisine doğru kaçmaya başladı.
Bu arada, Haçlı kalabalığının arasına dalan gâzîler, sık sık: “Serdâr-ı Ekrem Hazretleri yetmiştir!..” nidâsını tekrarlamaktan da “Tiryâkî”lere has bir haz duyuyorlardı.
Ferdinand’ın ardından, Kanije önündeki bütün düşman kuvvetleri, tabana kuvvet kaçıştılar. Türk bahadırları, ilk olarak Alman ordusunun ağırlıklarını, mühimmâtını ve erzâkını, ganîmet defterlerine kaydettiler. İnce Kara adındaki Kanije topçusu, haftalardır Türklere gülle fırlatan sâhipsiz topları ele geçirdi. O gece, Birleşik Avrupa Ordusu’na verdirilen zâyiât, 20.000’e yakındı.
Şaşkın ve perîşân hâlde kaçan Haçlı askerlerinin, çok küçük bir kısmı Avusturya’ya sağ ulaşabildi. Kanije önünde ve ric’at yolunda hayâtını kaybeden düşman sayısı 80.000 civârındaydı. Bütün toplarını, bulundukları yerde bırakıp kaçan Almanlar, yanlarında tek bir tüfek dahî götüremediler.
18 Kasım1601 günü öğle vakti, Ferdinand’ın çadırına giren Tiryâkî Hasan Paşa, Arşidük’ün “altın”dan tahtına oturdu ve karşısına geçen gâzîlere hitâben kısa bir konuşma yaptı, zaferi tes’îd etti.
Kara Ömer Ağa, iki bin Türk atlısıyla, kaçanların peşine düştü. Hızını alamayıp, Avusturya içlerine daldı. Üç bine yakın köy, Türk hâkimiyetine alındı.
Zafer, mânâ itibâriyle pek büyüktü ama, maddî neticesi de küçümsenecek gibi değildi. Kanije’nin en az bir senelik gıdâ ihtiyâcı, bir gecede temin edildi.
“Koca Türk” unvânını hak eden Kara Ömer Ağa’ya, zaferden sonra Beçs(=Peçs=Peçuy) sancak Beyliği tevdî olundu.
Kanije Müdâfaası’nın muzaffer kumandanı, gelişmeler hakkında bilgi sunmak üzere, daha Belgrad’a varamamış olan Yemişci Hasan Paşa’nın yanına gitti. Osek civârında Yemişci’ye yetişen Tiryâkî Hasan Paşa, çok muazzam ve mutantan bir merâsimle karşılandı. Birlikte getirdiği 47 Alman topu da, Belgrad’a nakledildi.
Sultan III. Mehmed, kazanılan zaferin ve elde edilen neticenin bir numaralı kahramânı Tiryâkî Hasan Paşa’ya “vezîr” rütbesi, haslar, murassâ kılıç, muhteşem takımlar giydirilmiş üç at, üç hil’âti, bir Hatt-ı Hümâyûn’la gönderdi. Hatt-ı Hümâyûn’un son paragrafında şu satırlar yer alıyordu:
“Berhurdâr olasın! Sana vezâret verdim ve seninle mahsûr olan asker kullarım – ki, mânen oğullarımdır – yüzleri ak ola, makbûl-i hümâyûnum olmuştur. Cümleyi Hakk-Teâlâ Hazretleri’ne ısmarladım.”
Bunları okuyan Tiryâkî Hasan Paşa, özündeki tevâzû ve haddini bilme mâdenini, benlik örsüne koyup şöyle dedi:
“-Biz, ne yaptık ki, Sultân’ımız vezâret pâyesi veriyor. Yerimizde kim olsa, aynı şekilde davranırdı. Bu kadarcık hizmetin karşılığı, vezâret mi olur?”
Paşa, bu zaferden on yıl sonra, Budin Beylerbeyi iken, 1611’de rahmetli oldu…