Türkler tarihte, iki büyük meydan okuma gördü: Haçlılar ve Batı sömürgeciliği. Haçlılar askeri bir boyutu teşkil ettiği için kısa sürede tesirsiz hale getirildiler. Ancak Batı sömürgeciliği ve onu oluşturan paradigmatik yapı ve beslendiği kaynak, Türk dünyasında çok daha kalıcı tesirler bıraktı. Çünkü bu düşünce her dönemde farklı bir akademik maskeye bürünerek ortaya çıkmaktadır. Kendisinden o kadar emin bir anlayış, kavrayış ve ifade edilişle konuşuyor ki tarihte var olup olmadığımız konusundaki bilincimizi bile yok etti. Batı sömürgeciliğine, karşılık vermek için çeşitli siyasi, kültürel ve entelektüel tepkilerin geliştirildiğini gözlemliyoruz. Bu meydan okumaya karşı geliştirilen tepkiler, Batılılaşma ekseninde gerçekleşti. Ve dahası bu kavram bir söylem düzeyinde içselleştirip ülkeye mal edildi. Türkiye’nin referansı hep Batı oldu, onun için de, hep Batı’ya bağımlı kalmak zorunda kaldık; çünkü onun ontolojik var oluş biçimi bu denkleme bağlıdır. Bunun için, demokrasi, hukuk üstünlüğü ya da modernite gibi kavramlar hep Batılılaşma olarak karşımıza çıkıyor. O yüzden, düşüncelerimiz üzerinde bir transformasyon gerçekleştirmediğimiz sürece, bu durumdan kurtulamayız. Bunun içinde her şeyden önce olaya bakış açısının ve zihniyetin değişmesi gerekiyor.
Evet işte; Laiklik tanımlamasının zihinsel arka planında, Batılılaşma duruyor. Batılılaşmayı bir medeniyet projesi olarak algılarsak ki öyle algılıyoruz şu noktayı iyice belirlememiz gerekiyor. Batılı olmak, bir medeniyeti tümüyle kendine mal etmek anlamına gelir; Batılı gibi olmaksa, o medeniyetin bir parçasını kendine mal etmek demektir. Tamamen sahiplenmek bir medeniyetin söylemden ziyade olgularla inşa e dildiğinin farkında olmaktır. Parçalı sahiplenmek ise simgelerle!
İşte bizim iki yüz yılık Batılılaşma maceramız budur. Yani simgeler…
Tanzimatçılar, kadınlar için piyano çalmayı, erkekler içinse Fransızca konuşmayı “Avrupalı olmak” için yeterli sayıyorlardı. Oysa birer simge idi bunlar ve “Avrupalı olmayı” değil, “Avrupalı gibi olmayı” işaret ediyorlardı. Tıpkı bu gün baş örtüsüne yüklenen anlam gibi. O dönemde erkekler yarım yamalak birkaç Fransızca kelime ezberleyip, koltuklarının altına birer Fransızca gazete sıkıştırıyorlardı ve kendilerini Avrupalı olarak tanımlıyorlardı. Bunun sebebi ise, onun esas unsurlarını kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. Taklit yolu ile Batıdan aktarılan yeniliklerin Batı medeniyetiyle olan alaka ve ilişkileri, ne kesin bir biçimde belirlenebilmiş, ne de ona göre hareket edilebilmiştir. Bu bir yöntem meselesidir, çünkü bu anlayış; yarım yamalak Fransızca öğrenerek, Batıyı gülünç bir tarzda taklitten öteye gitmemiştir. Tıpkı bu gün yaşanan toplumsal çözümleme gibi.
Bizim için modernleşme, sürekli olarak kendimizden bir parçanın terk edilmesi anlamına geldi. Zaman zaman yenilikleri coşkuyla karşıladığımızda bile, bu yenilikleri veya değişimleri belli bir burukluk olmadan, bir aşağılanma ve inkâr duygusu tatmadan yaşayamadık.
Batılı olmanın bu neviden simgelerle değil; rasyonalite, insan hakları, demokrasi, sivil toplum, hukukun üstünlüğü gibi bir takım kavramlarla ifade edildiği, maalesef hâlâ anlaşılamamıştır. Çünkü hâlâ Laikliği, türbandan yola çıkarak açıklamaya çalışıyoruz. Oysa adı ne olursa olsun bu simgeler, türban, alafranga, Tanzimat, ıslahat, medeniyet, modernleşe, çağdaşlaşma, post modernleşme gibi dönem dönem toplum yaşantımızda yer alan bu kavramlar, temelde Batı kültürü ile karşılaşma sonucu ortaya çıkan kültürel temasların dalgalanmalarıdır.
Tanzimat öncesi ve sonrası, yenileşme hareketleri çerçevesinde, Batı’ya yönelirken, bu yönelmeyi, medeniyetimizi ve kültür değerlerimizi oluşturan değerler sistemi doğrultusunda, açıklamaya çalışacağımız yerde, kültürel değerlerimizi, Batı standartlarına ve değerlerine indirgemek suretiyle bir başka medeniyetin düşünce kalıplarına uyarlama yoluna gitmişizdir. Böyle bir yöntem biçimi, kendi düşünce özelliklerimizin, Batılı kalıplara dökülerek imaline izin verdiği için yaratıcılığını yitirmiş ve Cemil Meriç’in deyimiyle “taklitçi” bir duruma düşmüştür.
Bu gün yaşanan gelişmeler, eğer gerçekten söz konusu Cumhuriyet’imizin geleceğinin tehlikede olduğu kaygısıysa, bu kaygıyı gidermek için yapılacak ilk iş, Cumhuriyetin temel dinamiklerine bakmaktır, ilk bakılacak dinamik ise laiklikten önce milliyetçiliktir. Çünkü Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi milliyetçiliktir. İkinci önemli dinamik ise Batıcılıktır. Laiklik, Batıcılık ekseninde değerlendirilmelidir. Ancak ne hikmettir bilinmez laikliğin tehlikede olduğunu düşünen kesim daha bir gün Milliyetçilikten söz etmedi. Şu nokta unutulmamalıdır ki; Türkiye ekseninde milliyetçilik, batılılaşmanın ön şartı laikliğin de önsözüdür. Bu analizi Ulu önder Mustafa kemal Paşa’nın şu özlü sözünden anlıyoruz. ”Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket devamlı bir istikamet muhafaza etti. Biz daima Şark’tan Garb’e yürüdük.” Öyle ise Türkiye; Türk milliyetçiliği ruhu içinde batılılaşlaşmalıdır.
Türkiye her defasında umutla, AB kapısına gidip olumlu bir cevap beklerken, Türkiye’nin AB’ye giremeyeceğinin söylemiyle karşılaşılırken yıpranmayan laiklik! Askerimizin başına çuval geçirilirken zedelenmeyen laiklik! Türkiye’nin hukuk düzenine, ciddi suratlı ciddiyetsiz Karen Fogg çocuklarının müdahaleleri ile tahrip olmayan laiklik! Orta Doğu ve Kafkaslarda siyasal bağbozumu yaşanırken tehdit altında olmayan laiklik! Başörtülü kızların üniversitelere girmesi hâlinde mi zedeleneceğini düşünüyorlar? Ve Laiklik elden gidiyor çığlıklarına kapılıyorlar.
Sahte sorunlarla boğuştuğumuz için “Batılılaşma” tarihimiz süresince yapabildiğimiz tek şey, simgelerle uğraşarak, yerimizde saymaktan ibaret oldu. Tam bir anlamsızlıklar, yapaylıklar; hesaplaşmalar, köksüz, temelsiz, gerilimler, kavgalar yumağının ortasında hallaç pamuğu gibi oradan oraya savrulup duruyoruz.
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına yürürken hâlâ “ya din elden gidiyor” ya da “laiklik tehlikede” ikilemi yaşıyoruz. Ancak, geleceğimiz ile ilgili var oluş sorularını kimse sormuyor. Asıl tehlike bunu fark edemeyişimizdir. Tıpkı; kudretli Osmanlı topları, İstanbul surlarını dövmeye hazırlanırken, kentteki papazların ‘melekler dişi midir, erkek midir?’ tartışması yapması gibi, bugün Türkiye’de gereksiz yere, toplumda gerginlikler, kutuplaşmalar meydana gelmekte, “ben daha sekülerim, sen fundamentalistsin” “onu ört-bunu örtme” tarzında Türkiye’nin geleceği adına çok fazla bir şey ifade etmeyen konularla yoğrulup gidiyoruz. Bir an önce bu yapay gündemlerden uzaklaşılıp, geleceğin yüksek medeniyet ufkuna yönelmek gerekir. Ve baş örtüsü, laik ve antilaik denilen kesimin kozlarını paylaşacakları ve siyasi ruletin oynandığı bir alan olmamalıdır.