Ana Sayfa 1998-2012 Başkent Washington

Başkent Washington

New York-Washington arası, otobüsle üç buçuk-dört saat. Ama, sabah vakti New York’tan çıkıp kendinizi otoyola atabilirseniz. Yollar, köprüler, tüneller ağı bu saatlerde hıncahınç dolu. Trafikteki arabalar, uzun kuyruklarda ancak adım adım, dura kalka ilerleyebiliyorlar. Bir tek şerit açık: Turist otobüslerine tahsis edilmiş olanı. Ardı arkası kesilmeyen büyük ve gösterişli otobüsler, bu özel şeritte âdeta akar gibi kayıp gidiyor. Bu sıkışıklıktan gizli bir memnuniyet duyabiliriz. Demek ki “Türkiye, küçük Amerika olacak” diyenler pek haksız değilmiş. Bizdeki büyük şehir trafiğinin yanında Amerika’dakinin ne hükmü var! Hiç olmazsa bu yönüyle Amerika’yı, yakalamış hatta sollamış sayılabiliriz.

Trafikten kurtulup da kendimizi otoyolda bulunca, şoförümüz gaza basacak sanmıştım. Ne gezer. Adam, bomboş yolda hep aynı hızda gidiyor. şoför mahallinde 120 kiloluk bir zencinin oturduğu tanker, ikide birde bizi sollayıp önümüze geçiyor da, otobüs şoförünün aldırdığı yok. Benim bile sinirim bozuluyor. İçimden “şunu bir yakalayıp da iyice arkada bıraksak” diye geçiriyorum. Ama, boşuna. Meğer bu yollarda bile azamî hız 70 milmiş, Daha önce 50 milmiş de yeni yeni 70’e çıkarılmış.

– E, peki diyorum, bu rahat yolda daha hızlı gitse ne olur? Kim duyacak, kim bilecek?

– Mümkün değil, trafik polisi derhal yakalar. şehir içinde polisi pek göremezsiniz ama şehirler arası yollarda polis arabaları kaynar. Radarlar da cabası.

– Yakalasa ne olur ki? Nihayet birkaç dolara patlar. Verir, kurtulur.

– Ne birkaç doları. Otoyolda hız tahdidini aşmanın cezası yüzlerce dolardır.

– Olabilir. Ben trafik cezasından bahsetmiyorum. Bizde olduğu gibi, makbuzsuz tahsilât…

– Ha, bakın işte o hiç mümkün değil. Polisin aklından böyle bir şey katiyen geçmez. Aklından geçireni de yakarlar.

– Ne yani? Buradaki trafikte rüşvet çalışmaz mı?

– Hayır! Adı bile edilmez.

– İyi de trafik polisleri nasıl geçiniyor?

– Devlet maaş veriyor ya onlara.

– Elbette verecek. Ama, hayat pahalılığı filân. Hiç devletin verdiği maaşla geçinilir mi?

– Burada geçinilir. Fazlasına da gerek duyulmaz.

– Demek ki, buradaki memurlar işlerini bilmiyorlar. Halbuki bizim devlet büyüklerimiz “Benim memurum işini bilir” demişlerdi. Bunun üzerine, memurlar da işlerini gerçekten bilmeye başlamışlardı. Demek ki, o söz buralara ulaşmamış. Amerikalıların bu tür vecizelere yakınlık duymamaları biraz garip.

•••

Nihayet Washington’un dış mahallelerindeyiz. Yem eşil bahçeli, iki katlı evler, ağaçlı yollar. Mevsim henüz erken ama bu ağaçların bazısı çiçeğe durmuş. Aslında, sık sık gördüğümüz kiraz ağaçları iki hafta sonra öyle güzel çiçek açarmış ki, görenleri hayran bırakırmış. Bu ağaçları Amerika’ya Japonlar hediye etmiş. Onların çiçek açışını seyretmek için Washington’a yüz binlerce turist gelirmiş. Büyük kısmı yabancı ülkelerden olmak üzere.

Aklımız düz çalışmaya alışık olduğu için bu fuzulî turist akınını yadırgıyorum. Japon kiraz ağacının nasıl çiçek açacağını görmek için Washington’a geleceklerine, böyle dolambaçlı yollara baş vuracaklarına doğrudan Japonya’ya gitseler ya! İşte, varlıklı turist aklı!

•••

Elçiliklerin bulundukları caddede ilerliyoruz. Elçilik deyince bizdeki çoğu devâsâ binalar sanmayın. İki, üç (bazısı dört) katlı büyükçe villâlar. Bahçeler içinde, birbirine mesafeli sıralanmış. En irisi İngiltere’ninki. Ne de olsa amca çocuğu sayılır. Burundi’den Yeni Gine’ye kadar, irili ufaklı pek çok devletin bayrakları, elçilik binalarının üstünde dalgalanıyor. Bunların bazısını hiç görmemiştim, bundan sonra da göreceğimi sanmıyorum. Nihayet bizim ay-yıldızlı al bayrağımızı da görüyoruz. Mütevazi bir binanın üstünde dalga dalga. Bizim elçilik bu binaya sığamamış, böyle ayrı ayrı dört binaya yayılmış.

Artık Kapitol’ün önündeyiz. Hazine Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı gibi, hiçbiri de dört-beş katı aşmayan büyük binaların arasından geçerek buraya vardık. Kapitol, Amerika’nın parlâmentosu. Temsilciler Meclisi ile Senatodan meydana geliyor. Turist otobüsleri biraz uzakta duruyor, yolcular inip sıraya giriyor ve bilet alıyor. Kapitol, müze gezilir gibi geziliyor. Bazen öyle uzun kuyruklar oluyormuş ki, sıra gelmesi saatler sürüyormuş. şansımıza bugün tenha. Yine de yarım saate yakın ayakta beklememiz gerekecek.

Binanın bazı bölümleri gerçekten bir sanat galerisi gibi. Duvarlarda ve tavanda büyük tablolar, kapı girişlerinin iki yanında heykeller. Hepsi de Amerikan bağımsızlık savaşından veya devletin kuruluşundan sahneleri canlandırıyor. Kısa tarihin önemli adamları tunç kesilmiş, karşımızda gülümsüyor. Hepsine imrenerek bakıyorum. Bizim parlâmentomuzda, binlerce yıllık tarihimizi canlandıran kaç tablo var? Hiç var mı? Onu bırakın, Millî Mücadele destanımızı yansıtan, o heyecanı yeniden duyuracak, Mecliste bulunanların ve oraya gelenlerin gönüllerinde kıvılcımlar tutuşturacak hangi sahneyi bizim yeni meclis binamızda görebiliyoruz?

Kapitol’ün bizim meclis binamıza benzemeyen başka yanları da var. Büyük salona girdiğimiz zaman bunu daha iyi görüyoruz. Senatörlerin oturdukları sıralar sanki iki yüz yıllık. Oturmaktan cilâlanmış ahşap iskemleler. Koltuk demeye dilim varmıyor. Anfi şeklinde sıralanmış, kürsüye bakıyorlar. Amerika zengin ülke diyorlar ya, pek inanmayın. Bazı konularda pek cimri. Bir devlet, senatörlerini, halkın temsilcilerini böyle tahta iskemlelerde oturtur mu? Böyle bir şey, hiç devletin şanına yakışır mı? Halbuki Ankara’ya gelseler, bizim meclisimizdeki ceylan derisi, kırmızı (bir miktar da şaibeli) harika koltukları görseler, eminim uyanacaklar ve “Biz ne gafilmişiz de farkında değilmişiz. Hemen dönüp, Kapitolün koltuklarını timsah derisinden yaptıralım” diyeceklerdir.

Toplantı salonunun en görünür yerinde kocaman bir kartal, kanatlarını açmış, neredeyse uçacak. Bu, Amerika’nın sembolü ve devlet arması. Getirip yüce meclisin en saygıdeğer yerine koymuşlar. Nedense kartalı millî sembol seçmişler. Halbuki ne destanları var, ne o kısacık tarihlerinde kartalın rehberliği ve kurtarıcılığı. Ama, bir güzel sahiplenmişler. Bizim destan devirlerinden günümüze ulaşan, gerçek millî sembolümüz Bozkurt’un devlet arması yapılıp Meclis salonuna konulduğunu düşünün. Bir kıyamet kopacaktır. Solcularımız bunu “banal” bulurken, hattâ belki kışkırtıcı ve komşularımızla ilişkilerimizi bozucu sayarken, dinibütün birtakım milletvekillerimiz de putların meclisi sardığını ileri sürüp cihat ilânına kalkışacaklardır. İlkeli siyaset herhâlde böyle oluyor.

•••

Washington’un hemen yakınından Georgetown yer alıyor. Burada uzun bir çarşı var. İki tarafta, dar cepheli, iki-iki buçuk katlı, birbirine yaslanmış, taş evler. Bunlar Georgian denilen bir üslûpta yapılmış. İngiltere Kralı III. George döneminden kalma bir mimarî anlayışın mirası. Bunları yıkmamışlar, üstelik titizlikle muhafaza etmişler. Küçük binalar, cadde boyunca şirin mağazalar hâline getirilmiş. Tente konulurken bile özellikleri korunmuş. Kimisi kuyumcu, kimisi dekorasyon mağazası, kimisi sandviçci dükkânı.

şöyle bir tahminde bulunuyorum: Bizim yap-satçılar burasını henüz keşfetmemişler. İyi fiyat verip satın aldıkları bu binaların yerine şöyle büyük apartıman blokları dikip “temelden giriş” satsalar kimbilir ne para kazanırlardı. Sahipleri satmaya yanaşmasa bile ne gam! Esrarengiz yangınlar bu Georgian evleri kül edip bitirirdi. Ama, devlet bunları koruma altına almışsa? İmar plânlarını bile el altından değiştirtmeye kadir olan girişimcilerimiz elhak bunun da üstesinden gelme ümidiyle başvurmadık çare bırakmazlardı.

•••

Etrafta yüksek binalar, meselâ dokuz-on katlı apartımanlar da var. Fakat bunlar toprak seviyesi düşük olan yerlerde yapılmış. Dikkati bile çekmiyor. Sırrını sonradan öğreniyorum. Washington’da, Kapitol’ün, yani millî meclisin en yüksek noktasından daha yüksek bina yapılması kesinlikle yasakmış. Bunu, halkın iradesini temsil eden meclise saygının gereği olarak kabul ediyorlar. İnsanın burada, parti liderleri yönetimi yerine sahiden demokrasi olduğuna inanacağı geliyor. Amerika’ya has bir anlayış. Biraz da tuhaf. Bu adamların, demokrasi bahsinde bizden alacakları çok ders bulunduğu muhakkak.

•••

Gelelim Watergate’e. Hatırlayacaksınız, burası Başkan Nixon’un başını yiyen yer. Çok katlı, üst katlara çıkıldıkça daralan bir apartıman. Meşhur dinleme skandalının kahramanı işte bu bina. Fakat, bundan ibaret değilmiş. Neredeyse Clinton’u da yerinden edecek olan ikinci skandalın kahramanı Monica Lewinsky de burada oturuyormuş. İnsanın “Vay canına! Ne binaymış” diyeceği geliyor. Önünden derin bir sükûtla geçiyoruz.

•••

Washington elbette kısa turlara sığacak bir merkez değil. Onun ana karakter çizgilerini yakalamaya çalışıyoruz. Bunların arasında, devlet kurucularına, önemli şahsiyetlere gösterilen saygı başta geliyor. Suikaste kurban giden Başkan Lincoln için yapılan anıt, Beyaz Saray’ın hemen yakınında. Bir büyük bina, önünde bir meydan ve uzun bir havuz, onun da ötesinde Lincoln anıtı. Burayı gezen okul çağı çocukları, Amerikalılık şuurunu bu anıtın önünde bir kere daha ve derinden duyacaklardır, diye düşünüyorum.

Lincoln anıtının yakınında bir küçük park. Zorlu kış şartlarında, belki de fırtınaya ve tipiye rağmen ilerlemeye çalışan, eli silâhlı, yağmurluklu asker heykelleri. Bir, üç, beş değil. Belki otuz tane. Bunlar, Kore’de Komünist Kuzey Kore ve Kızıl Çin saldırılarını durdurmaya çalışan Birleşmiş Milletler kuvvetleri. Orada toprağa düşmüş olan askerlerin hâtırası burada ebediyete taşınıyor. Kenardaki plaketlerde, Kore’ye birlik gönderen devletlerin isimleri yazılı. Türkiye de bunlar arasında. Onun yanında Finlandiya’dan bilmem hangi ülkeye kadar başka devletlerin isimleri de yazılı. Türkiye’ye haksızlık yapılmış gibi bir his duyuyorum. Kore’ye koca bir tugay gönderen, Kunuri’de yüzlerce şehit veren Türkiye ile, sadece sıhhiye mangası gönderen devlet hiç bir olur mu?

Saatler süren dönüş yolculuğundan sonra New York’a yaklaşırken, uzaktan şehrin göğe tırmanan ışıltısını seyretmek herhalde güzel olacak.
 

Orkun'dan Seçmeler

Kıyaslama

Türk devrimi ve rejim

Nihal Atsız Sancısı