Ana Sayfa 1998-2012 Aydınlar Ocağı ateş hattında

Aydınlar Ocağı ateş hattında

Aydınlar Ocağı ile ilgili tartışmalar, son haftalarda, gazete ve dergi sayfalarından televizyon ekranlarına kadar taşındı. Ancak, bu tür yazı, haber ve mülâkatlarda verilen, çoğu yanlış veya eksik bilgilerin belirli kaynaklardan sağlandığı anlaşılıyor. Böylece, okuyucu ve dinleyiciyi yanıltan, gerçek bilgiye ulaşmasını engelleyen, yıpratıcı bir tablo ortaya çıkıyor.

Aydınlar Ocağı’na yapılan saldırıların temel hedefi, millî duyarsızlığa karşı ortak bir mücadele zemini oluşturma gayretleriymiş gibi görünüyor. Ancak, tartışma geliştikçe, konunun Türk-İslâm Sentezi’ne doğru çekildiği ortaya çıkıyor. Bunun da arkasında, Aydınlar Ocağı’ndan yükselen “nahoş” tenkidlerin durdurulması ve Ocağın, bir siyasî partinin uslu yan kuruluşu hâline getirilmesi isteklerinin bulunduğu anlaşılıyor. Bazı şahıs ve kuruluşların, Aydınlar Ocağı’nı, kendi ikbal ve çıkar hesapları doğrultusunda kullanma eğilimi eskiden beri vardır ve bu durum, Ocak içindeki en büyük sıkıntılardan biri olmuştur. Şimdi, aynı heveslerin bir kere daha canlanmış olması pek de şaşırtıcı değildir.

Bu sayımızdaki inceleme dosyasında Aydınlar Ocağı’nı ele almanın, son gelişmeler açısından yararlı olacağını düşünüyoruz. Ocak hangi şartlarda ve ne şekilde kuruldu, kuruluş felsefesi neydi, buna sadık kalındı mı, bugün gelinen noktada Aydınlar Ocağı’nın konumu nedir? Bu sorulara, doğru ve gerçekçi cevaplar aramaya çalışacağız.

AYDINLAR OCAĞI’NIN

KURULUŞU

Ocağın kuruluşu, 1960’ların ikinci yarısında ortaya çıkan gelişmelerin sonunda olmuştur. 1961 Anayasası’nın getirdiği geniş hürriyet anlayışı, Türkiye’de sol akımların birden boy göstermesini sağlamıştı. YÖN dergisi çevresinde toplanmış Marksist anlayışlı ve çoğu CHP kökenli aydınlar etkili bir propaganda ve örgütlenme içine girmişlerdi. Özellikle gençlik kesimini yönlendirmekte başarı gösteriyorlardı. Ayrıca, açıkça ifade etmese de, Komünizm ideolojisini benimsediği aşikâr olan TİP kurulmuş, solcu yayın organlarının sayısı birden artmıştı. Buna karşılık, milliyetçiler, fikir ve teşkilât açılarından parçalanmış durumdaydı. Bu ortamda Millî Türk Talebe Birliği, çeşitli görüşlerdeki milliyetçileri bir araya getirmek ve iş birliği sağlamak amacıyla I. Milliyetçiler Kurultayı’nı topladı (1967). Bu kurultaya, çoğu İstanbul’dan olmak üzere yurdun çeşitli bölgelerinden tanınmış milliyetçiler ve kuruluş temsilcileri katıldı. Kurultayın sonunda bir bildiri yayınlandı ve ikinci kurultayı toplamak üzere beş kişilik bir heyet seçildi.

Bu ilk kurultayın hemen ardından, sağda geniş bir cephe meydana getirmek gibi özel bir amaç güden Millî Işık dergisi, Altan Deliorman’ın yönetiminde yayın hayatına atıldı. Bu dergide, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Doç, Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Doç. Dr. Mehmet Eröz, Nihad Sâmi Banardı, Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, Nejdet Sançar, İlhan Darendelioğlu, Zeki Sofuoğlu, Doç. Dr. Hikmet Tanyu, Tahsin Ünal, Cemal Kutay, Dr. Fethi Tevetoğlu, Kadircan Kaflı, Tahsin Demiray, Arif Nihat Asya. Doç. Dr. Recep Doksat, Doç. Muharrem Ergin, Doç. Aydan Songar, Prof. Faruk K. Timurtaş, Altan Deliorman, Müstecip Ülküsal, Doç. Cengiz Orhonlu, Doç. Muammer K. Özergin, Aclan Sayılgan vb. gibi pek çok aydının yazıları yayınlanıyordu. I. Milliyetçiler Kurultayı’na başkanlık etmiş olan Prof. Kafesoğlu, bu dönem Kültür Ocağı’nın başkanlığını da üstlendi. Bu ocak, Türkçüler Derneği’nin kurucusu ve üyeleri olup, uygulamayla ilgili görüş ayrılığı yüzünden bu dernekten ayrılmış olan bir grup tarafından kurulmuştu. Milliyetçiler arasında birlik sağlama hususunda İzmir’de yapılan “Millî Kültür, Millî Ahlâk, Millî İktisat” semineri (Ağustos 1967), Bursa’daki “Milliyetçi Kuruluşlar İstişarî Toplantısı” (Mart 1968) önemli merhaleler oldu. Her iki toplantıya da yüzlerce delege katıldı.

I. Milliyetçiler Kurultayı’nda seçilmiş olan beş kişilik heyet toplanamadı ve yeni bir kurultayın hazırlıklarını başlatamadı. Bunun üzerine, Kültür Ocağı’nda ikinci kurultay için hazırlıklar yapıldı. Ancak, Prof. Kafesoğlu, ilk kurultaydaki dağınıklıktan şikâyetçiydi. Bu defa ilmî ve fikrî ağırlıklı bir toplantı tertiplenmesini uygun buluyordu. Bu amaçla Milliyetçiler İlmî Semineri adıyla bir toplantı düzenlenmesi kararlaştırıldı (1969). Artık 1968 kargaşası yaşanmış, üniversitelerde işgal ve boykot olayları hızlanmış, yüksek öğrenim gençliği iki cepheye ayrılmıştı. YÖN, yayınına son vermişti ama, onun yerine DEVRİM’in yayınlanmasına başlanmıştı. DEVRİM, Atatürkçülük maskesi altında, heyecanlı genç subayları vatanı bir kere daha kurtarmaya, yani Marksist bir darbe girişimine kışkırtan yayınlar yapıyordu. Hâsılı, Türkiye, gittikçe karanlık bir istikamete sürükleniyordu. Bu ortamda, Milliyetçiler İlmî Semineri’ne, Ankara’dan ve İstanbul’dan 70’i aşkın ilim ve fikir adamı, yazar ve sanatçı katıldı. Tebliğler okundu, Türk milletine hitaben bir beyanname yayınlandı. Seminere sunulan tebliğler, aynı yıl içinde “Milliyetçi Türkiye’ye Doğru” adlı bir kitapta toplandı. Bu seminer, milliyetçi aydınlar arasında verimli bir iş birliği yapılabileceğinin göstergesi oldu. Artık önemsiz sayılacak ayrılıklar bir kenara bırakılabilir ve seviyeli, ortak bir mücadelede birleşilebilirdi.

Bu anlayış, değişik milliyetçi çevrelerde gittikçe kabul görmeye başladı. Hemen hemen bir yıl kadar süren uzun görüşme ve danışmalardan sonra, “sağ”ın her kesiminden aydınların bir araya gelebileceği bir dernek kurulması kararlaştırıldı. Bu dernekte herkes kendi görüşünü ve inancını muhafaza edecek, asgarî müşterekler üzerinde mutabık kalınarak ortak bir fikir mücadelesi verilecekti. Temel hedef, “aşırı sol”un tahribatını önlemek ve Türkiye’nin yararına projeler üreterek bunları kamuoyuna, yetkili kişilere ve makamlara duyurmaktı.

Kurulacak derneğin tüzüğü üzerinde de uzun görüşmeler yapıldı. Sonuçta, yeni kuruluşta ana fikrin Türk Milliyetçiliği olduğu belirlendi ve tüzüğe bu şekilde bir madde konuldu.

Hilton Oteli’nde yapılan geniş toplantıda, teklif edilen isimler arasından “Türk Aydınları Ocağı” adı benimsendi ve ilk yönetim kurulu seçildi. Prof. İbrahim Kafesoğlu genel başkanlığa getirildi. Ocak da, “Beyaz İhtilâl” diye adlandırılan 14 Mayıs 1950’nin 20. yıldönümüne rastlayan 14 Mayıs 1970 günü resmen kuruldu.

İLK YILLAR

Türk Aydınları Ocağı, 56 kişilik seçkin kurucular heyetiyle, Türkiye’nin ciddî meselelerine, hiçbir siyasî partiye angaje olmaksızın çözümler üretmesiyle ve istikrarlı tutumuyla kısa zamanda itibar sahibi bir kuruluş hâline geldi. Ocağı temsilen, 15 kişilik profesörler heyeti Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı Florya Köşkünde ziyaret ederek Aydınlar Ocağı’nın görüşlerini iletti. 12 Mart muhtırasından sonra, en üst düzeydeki görevlilere dahi randevu vermeyen Genelkurmay Başkanı Orgnl. Memduh Tağmaç, Aydınlar Ocağı heyetini bekletmeksizin kabul etti. Başbakan Nihat Erim, kendisinden istenen randevuyu bir gün geciktirmiş, ancak Tağmaç’ın heyeti kabul edeceği haberini alınca aceleyle randevu vermeye kalkışmıştı. Prof. Kafesoğlu, gerek kalmadığını söyleyerek randevu isteğini geri çekti. İstanbul Sıkıyönetim Kumandanı Orgnl. Faik Türün, Selimiye’deki 1. Ordu karargâhında kabul ettiği Aydınlar Ocağı heyetine samimî bir alâka gösteriyordu.

Bu arada haftalık konferanslar ve açık oturumlar düzenleniyor, ilmî komisyon toplantıları yapılıyor, bu komisyonların çalışmaları “Üniversite Reformu”, “Tarım ve Toprak Reformu”, “Millî Basın Meselesi” gibi yayınlarla kamuoyuna duyuruluyordu. Ayrıca, sağ kanattaki gazetelerin sahipleri ve yayın kurullarıyla düzenli toplantılar yapılarak, bu gazeteler arasında ortak bir yayın politikasının oluşturulmasına çalışılıyordu. İlk yılların çalkantılı dönemleri de vardı. Bazı genç üyeler, Marksist teröre karşı MHP paralelinde bir mücadele tarzının benimsenmesini istiyor ve yönetime bu konuda baskı yapıyorlardı. Ancak, böyle bir tutum, Aydınlar Ocağı’nın kuruluş felsefesine ve amacına aykırıydı. Ocak, siyasî partilere karşı eşit uzaklıkta durmak zorundaydı. Bu, hem doğru bir yaklaşımdı hem de iç bünyede parçalanmaları önlemek açısından zarurîydi. Yönetimin desteğini alan Prof. Kafesoğlu, bu türlü telkinlere ve teşebbüslere karşı çok dikkatliydi ve bunları dargınlıklara yol açmadan önleme dirayetini gösteriyordu.

12 Mart’tan sonra yapılan hukukî düzenlemeler sırasında Dernekler Kanunu da değiştirilmiş ve derneklerin adında “Türk” kelimesinin bulunması yasaklanmıştı. Bu kanunî zaruret sebebiyle “Türk Aydınları Ocağı”nın adı “Aydınlar Ocağı”na çevrildi.

Aydınlar Ocağı, Ecevit-Erbakan koalisyonu sırasında, anarşistlerin affı için CHP kanadının hazırladığı ve MSP’nin de karşı çıkmadığı kanun tasarısını önlemek için gayret gösterdi. Affın çıkmasını önleyemedi ama, MSP meclis grubunun yarısını etkileyerek kısmî bir başarı sağladı. Fakat. bu koalisyon dağılıp da yerine yeni bir hükûmetin kurulamadığı 1975 ilkbaharında Aydınlar Ocağı, temposu gittikçe artan bir faaliyet gösterdi. Önce, sağ partiler arasında beşli bir koalisyon kurulması için 14 profesörün imzası ile bir çağrı yapıldı. Daha sonra, bu beş partinin liderleri birer hafta arayla Aydınlar Ocağı’nda konferans vermeye davet edildi. Ferruh Bozbeyli dışındaki parti liderleri İstanbul’a gelerek konuşmalarını yaptılar. Orta Doğu gazetesi ile yapılan işbirliği, muarızları tarafından “Milliyetçi Cephe” olarak adlandırılacak olan dörtlü koalisyonun kurulması sonucunu verdi. Aydınlar Ocağı, partiler üstü kalmanın mükâfatını görmüş, itibarının zirvesine çıkmıştı.

Artık Milliyetçiler kurultaylarını düzenlemeyi de Aydınlar Ocağı üstlenmişti. III. Milliyetçiler Kurultayı 1978’da Tarabya Oteli’nde toplandı. Bu kurultayı, vaktiyle bir araya gelmeleri zor sanılan Celâl Bayar, Alparslan Türkeş, Süleyman Demirel, Sadettin Bilgiç gibi şahsiyetler yanyana oturarak takip etmişlerdi.

1977’de İzmir’den MSP milletvekili adayı olan fakat seçimi kazanamayan Turgut Özal, 1970’lerin sonuna kadar Aydınlar Ocağı’nda görünmemişti. Ancak, Ocağın 1979’da Divan Oteli’nde düzenlediği toplantıda konuşmacı olarak kürsüye çıktı ve “Türkiye’nin ekonomik meseleleri” konusundaki görüşlerini dile getirdi. 1979 ilkbaharında Aydınlar Ocağı’nın Ankara’da, Dedeman Oteli’nde tertiplediği “Türkiye’nin sosyo-kültürel ve ekonomik meseleleri” seminerinde ekonomi konusundaki tebliğ de Özal tarafından hazırlandı. O dönemde muhalefette bulunan ve semineri başından sonuna kadar ilgiyle takip ederek notlar alan Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı ilk olarak bu seminerde dinledi. O yılın sonbaharındaki ara seçimlerden sonra iktidara gelince de Özal’ı başbakan yardımcılığına getirdi. “24 Ocak kararları” diye bilinen radikal ekonomik tedbirler bu dönemde alındı. Özal’ın yıldızı parladı. O kadar ki, 12 Eylül’de yönetimi ele alan generaller de onu iş başında bıraktılar.

12 Eylül döneminde bütün siyasî partiler ve birçok dernek kapatılırken Aydınlar Ocağı’na dokunulmadı. Ocak bütünlüğü, kendi merkezinde faaliyet göstermese bile, devam ettirildi.

12 EYLÜL’DEN SONRA

Turgut Özal, siyasî parti kurarak iktidar mücadelesine girişmeden önceki hazırlık toplantılarına Ocak çevresindeki tanınmış aydınları da davet etti. ANAP kurulduktan sonra ise, Aydınlar Ocağı ile arasındaki mesafeyi korumaya özen gösterdi. Artık başka ufuklara ve çevrelere açılmıştı, kendisini bir gruba fikren bağımlı tutmak istemiyordu. Buna rağmen, bazı Ocak mensupları, şahsî yakınlıkları ve biraz da pragmatik anlayışları sebebiyle Özal’a eğilim göstermekteydi. Ama, bu tavrı bütün Ocak üyelerinde görmek mümkün değildi. Bir kısım üyeler (Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Said Bilgiç, Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu) kapatılan MHP’nin yerini alacak bir parti kurmak için -hapisteki Alparslan Türkeş’in de tasvibini alarak- toplantılar yapıyorlardı. Bazı üyeler (Aydın Bolak), sağdaki diğer partinin, MDP’nin kurucuları arasına girmişlerdi. Üyelerin büyük çoğunluğu ise, Aydınlar Ocağı’nın misyonunu muhafaza etmesini, yani partiler dışında kalarak siyaset üstü etkili konumunu devam ettirmesini uygun buluyorlardı.

1980’lerin ilk yıllarında, Aydınlar Ocağı’nın bazı mensupları arasında “Türk-İslâm Sentezi” adı verilen bir eğilim tartışılıp konuşulmaya başlanmıştı. Önceleri, bu tavır, tarihten gelen fiilî durumun biraz abartılı olarak öne çıkarılması olarak görüldü ve fazla yadırganmadı. Aydınlar Ocağı, milliyetçi, Türkçü, ılımlı İslâmcı ve muhafazakâr entellektüellerin, asgarî müşterekler etrafında birleşerek fikir mücadelesi vermeleri amacıyla kurulmamış mıydı? Bu yolda hayli mesafe alınmış, çetin engeller aşılmıştı. O hâlde, bu yeni durum, Ocağın kuruluş felsefesiyle çelişmiyordu. Ancak, aradan on beş yıl geçtikten sonra bu gerçeğin yeniden ilân edilmesindeki gariplik de gözlerden kaçmıyordu.

AYDINLAR OCAĞI’NDA

HUZURSUZLUK

Bir durgunluk döneminden sonra, 1984 kurultayında iş başına gelen yeni yönetimde, “Türk-İslâm Sentezi”nin başlı başına bir fikir akımı hâline getirilmesi temayülü gittikçe kuvvetleniyordu. O kadar ki, tertiplenen kurultaylara tebliğ veren ilim ve fikir adamlarının yazıları, kendi görüşleri alınmaksızın “Türk-İslâm Sentezi” başlığı altında yayınlanmaktaydı.

Yönetimde yer alan bazı üyelerin tutumları ve niyetleri, Aydınlar Ocağı bünyesinde gerginlikler yaratmaya, tepki çekmeye başlamıştı. Bu tepkiler, başlıca şu noktalarda toplanıyordu:

1. Aydınlar Ocağı’nın kuruluş felsefesinden gittikçe uzaklaşılıyordu. Bu felsefe, her üyenin kendi fikrî hüviyetini ve inancını muhafaza ederek, ortak bir mücadele plâtformunda yer almasıydı. Halbuki, şimdi, üyelere “Türk -İslâm Sentezi” adını taşıyan tek tip bir üniforma giydirilmek isteniyordu. Yani, hayatı boyunca korudukları ve uğrunda belki nice fedakârlıklara katlandıkları inançlarını terk ederek -hattâ onu inkâr ederek- yeni bir oluşuma katılmaları amaçlanıyordu. Bu tutum, aydın haysiyeti ile bağdaşır gibi değildi.

2. Ocağın fikrî faaliyeti, normal çalışma mekânlarının dışında, eş-dost evlerinde yürütülmeye başlanmıştı. Buralardaki toplantılara, Ocağın mazisine yabancı, Ocak anlayışına uzak kimseler de katılıyor, böylece konular ve hedefler sulandırılıyordu. Sonra da bunlar hiçbir karar mekanizmasından geçirilmeden uygulamaya konulmak isteniyordu.

3. Bu tutumlardan hoşnut olmayan, ama hizmet vermek isteyen genç akademisyenlere bu imkân tanınmıyor, onların yönetim kademelerinde yer almaları istenmiyor, almış olanların tasfiyesi cihetine gidiliyordu.

4. Aydınlar Ocağı’nın divan, ilim ve istişare heyeti gibi organları devre dışı bırakılmıştı. Bu organlar, nizamnamede gösterilen zamanlarda toplantıya çağırılmıyor, yönetim kuruluna iletecekleri tavsiye ve tekliflere, yahut tenkitlere kulak asılmıyordu. İlim ve İstişare Heyeti Başkanı Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, bu tutumdan son derece rahatsızdı. Sabretmiş etmiş, nihayet İlim ve İstişare Heyetini kendi imzası ile toplantılara davet etmeye başlamıştı. Heyette varılan kararların, yönetim kuruluna yazılı olarak iletilmesini de istemişti. Ancak, bu raporların hiçbiri dikkate alınmayınca büsbütün kırılmıştı.

5. Yönetimdekilerin bir kısmı, siyasetle, özellikle iktidar partisi çevreleriyle gereğinden fazla içli dışlı olmuşlardı. Bu yakınlığın temelinde, ileriye dönük siyasî çıkar hesaplarının bulunduğu seziliyordu. Bu durum, yönetimin, üyeler nezdindeki itibarını günden güne kaybetmesine yol açıyordu.

1988 yazında yapılan Ocak kurultayına bu hava içinde gidildi. Kurultayda iki ayrı liste mücadele etti ve karma bir yönetim kurulu meydana çıktı. Ancak, tasfiye edilmek istenen genç ilim adamlarının yönetim kurulunda yer almaları, eski yöneticiler tarafından tepkiyle karşılandı. Hele, yönetim kurulunda görev değişiklikleri yapılıp da, yıpranmış olan eski genel başkan ve genel sekretere yeniden görev verilmemesi bu üyeleri derin bir hayâl kırıklığına uğrattı. Yavaş yavaş ilgilerini kestiler ve bir süre sonra yönetim kurulundan da ayrılmak zorunda kaldılar. Ancak, o tarihten itibaren fikren ayrıldıkları eski arkadaşlarına ve Ocağa karşı bir karalama kampanyası yürütmekten de geri kalmadılar. (1)

“Türk-İslâm Sentezi”nin, Aydınlar Ocağı nizamnamesindeki amaç maddesinde özenle yer verilen Türk Milliyetçiliği kavramının yerine ikame edilmesine bir başka ciddî tepki, Altan Deliorman’ın, “Türk-İslâm Sentezi ve Türkçülük” makalesiyle ortaya çıktı. Yeni Orkun dergisinin Aralık 1988 tarihli 10. sayısında yayınlanan bu makalede Türk-İslâm Sentezi’nin tahlili yapılıyor ve Türk milliyetçiliği ile bağdaşmayan yönleri belirtiliyordu. Deliorman’ın makalesi, gerek milliyetçi çevrelerde gerek Aydınlar Ocağı bünyesinde geniş yankılara yol açtı. “Sentez” mucitleri bu makaleden duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getiriyorlardı. Ancak, üyelerin çoğunluğu, hattâ yönetime yakın olan bazı kimseler bile makaledeki haklı itiraz noktalarına katılıyorlardı.

Aydınlar Ocağı’nın, genel kuruldan sonra en yetkili organı olan Divan Heyeti, 1989’un ilk aylarında yaptığı geniş katılımlı bir toplantıda, eski yöneticilerin yanlış tutumlarını kınadı ve haksızlıklarını oy birliği ile tescil etti.

Aydınlar Ocağı’nda yeni bir dönem açılmıştı ve bu dönemde artık Türk-İslâm Sentezi gibi nevzuhur ideolojik yaklaşımlara yer verilmeyecekti.

•••

Aradan 15-16 yıl geçti. Dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda büyük değişiklikler hâsıl oldu. Aydınlar Ocağı’nda da çeşitli yönetim kurulları görev aldı, genel başkan değişiklikleri oldu. Ocağın faaliyetleri şu veya bu şekilde değerlendirilir, tenkid veya takdir edilebilir. Fakat bütün bunların, medenî ölçüler içinde, şahsî duygulara ve kırgınlıklara yer verilmeden yapılması gerekir. Hele, Ocak dışındaki birtakım merkezlerle elele vererek yıkıcı propagandalara kalkışılması hiç yakışık almaz. Ancak, son zamanda bunun tam tersi bir durumla karşılaşmak, Aydınlar Ocağı bünyesinde sert tepkilere yol açmış bulunuyor.

Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal, Eylül 2003’te Ankara’da toplanan ve “Kızılelma Koalisyonu” adıyla anılan kongrenin çağrı mektubuna imza atan milliyetçi aydınlardan biri. Bu çağrı yazısında imzası bulunanlar, bu imzaları mensubu bulundukları kuruluşu temsilen değil, kendi şahıslarını temsilen atmışlardı. Aydınlar Ocağı’na karşı hazırlanan plân, bu imzayı bahane edinerek yürürlüğe konuldu. Sahnede, İslâmî bir cemaatin çıkardığı gazete ile haftalık dergi, iktidar partisi paralelinde yayın yapan bir başka gazete ve iktidar partisinin -aynı zamanda Ocak üyesi olan- iki milletvekili görünüyordu. Önce, Anadolu’daki, iktidarın temel felsefesine yakın olan birkaç ocağa çengel atıldı. Bunlar, İstanbul’daki genel merkeze karşı harekete geçirildi. Sonra, diğer Aydınlar Ocakları -teamüle aykırı olarak- Ankara’da toplantıya çağırıldı ve genel merkez aleyhinde bir tutum benimsetilmeye çalışıldı. Daha sonra da o iki milletvekilinden biri, Aydınlar Ocağı’nın toplantısında konuşturularak olay çıkartılmak istendi. Haber malzemesi elde edilince, Aydınlar Ocağı’nın küskün iki eski yöneticisi devreye sokuldu. Yanlış, eksik ve yanıltıcı bilgilerle donatılmış röportajlar yayınlandı. CNN’in bir programı da bu konuya eklendi, ancak doğru ve net bilgi verenlerin konuşmaları makaslandı.

Bu tablodan çıkan sonuç şudur: İktidar, sivil toplum kuruluşlarını denetimi altına almak istemektedir. Bu eğilim, bizim yakın tarihimizde çokça görülmüştür. Gücünü büyük ölçüde korumayı başarmış etkili bir sivil toplum kuruluşu olan Aydınlar Ocağı da bu niyetlerin çerçevesi içinde kalmaktadır. Yıldırma yoluyla denetime almak, bu başarılamazsa Aydınlar Ocaklarını parçalayarak güçsüzleştirmek, plânın aşamaları hâlinde görünüyor. Küçük veya orta ölçekte Anadolu illerinde partilere kayma veya siyasette yer edinme kaygıları daima kuvvetlidir. Bunların istismarı da kolaydır. Bazı kimselerdeki siyasî ihtiraslar da -yaşı ne olursa olsun- fikir ve inanç istikametinin önüne geçebilmektedir. Boğazına kadar siyasete batmış olup kendileri için daha büyük ikbal kapıları gözleyenler ise zaten kaybedilmiş kimselerdir. Bunların hepsini bir araya getirdiğiniz zaman Aydınlar Ocağı’nı hırpalama istidadında bir topluluk elde etmiş olursunuz. “Türk-İslâm Sentezi” ise bu çorbaya lezzet verecek bir tutam tuz ölçüsünde serpiştirilmiştir. Çok gerilerde kalması icap eden şahsî hayâl kırıklıkları da manivela olarak kullanılmaktadır.

•••

Aydınlar Ocağı, millî hassasiyet sahibi aydınlar tarafından kurulmuştu. Bu hassasiyet o dönemde (1970’ler) Marksist cereyanlar, terör, dıştan kumandalı Komünist tahrikleri gibi tehlikelere yönelmişti. Bunların karşısında, Türk milliyetçiliği fikir ekseni etrafında, başarılı bir mücadele örneği verildi. Ülkemize yönelen bu tehdit zamanla etkisini kaybetti. Sovyetler Birliği yıkıldı, Marksist cereyanlar zayıfladı, açıkça kurulan Marksist partiler yüzde 1 bile oy toplayamaz duruma geldiler. Buna karşılık Türkiye’yi etkisizleştirme, bölme ve insanlarını duyarsız hâle getirme operasyonları hızlandı. Dünyayı saran globalizm (küreselleşme)nin millî kültür üzerindeki hasarı gün geçtikçe artmaya başladı. Türkiye yoksullaştırılıp sömürge ülkesi yapılmak istendi, isteniyor. Ekonomisi yabancılar tarafından yönlendiriliyor, millî servetleri elinden alınmaya çalışılıyor, millî haysiyeti hiçe sayılıyor, Avrupa’nın beş paralık adamları tarafından tahkir ediliyor ve kendisine durmadan aba altından sopa gösteriliyor. Daha da kötüsü, içerdeki birtakım çevreler ve kuruluşlar bütün bunlara âlet ediliyor. Bu ortamda millî haysiyetlerin yeni hedeflere çevrilmesi gayet mantıklıdır. Aydınlar Ocağı da, kuruluştaki anlayışı devam ettirerek ve yeni şartları gözönünde bulundurarak bir fikir mücadelesi veriyorsa bunda şaşılacak veya itiraz edilecek bir taraf yoktur. Bu yolda ilerlerken, Aydınlar Ocağı’nın geleneksel tavrını koruyarak siyasî partilere eşit uzaklıkta durması da tabiîdir.

Kendileri adına hiçbir talepleri olmayan ve aynı hassasiyetleri gösteren başka aydın gruplarıyla dirsek teması kurmak, belli konularda ortak hareket noktaları araştırmak, doğru ve haklı noktalarda müşterek tavır almak, Aydınlar Ocağı üyelerini öz amaçlarından ve inançlarından saptıracak şeyler değildir. Kimse kimseyle aynı yatağa girmiyor. Dolayısıyla, Prof. Erkal’ın bir ortak bildiriye imza atmış olması, yaygara koparılmasının, bir bardak suda fırtına yaratılmasının sebebi olamaz. (2) Asıl sebep Aydınlar Ocağı’nın siyasetin kirli sularında yüzmemesi, partilere eşit mesafede durmasıdır. Hazmedilmeyen de budur.

AYDINLAR OCAĞI, AYDINLAR KULÜBÜ’NÜN DEVAMI MI?

İslâmî, muhafazakâr ve Anadolucu çizgileri belirli bir kısım genç aydınlar, 1960’ların başında İstanbul’da bir topluluk meydana getirmişlerdi. Danıştıkları kimseler arasında Necip Fazıl Kısakürek, Nureddin Topçu, Hasan Basri Çantay, Ali Fuad Başgil gibi tanınmış isimler vardı. Necip Fazıl, onlara “Aydınlar Kulübü” adıyla bir kuruluş meydana getirmelerini telkin ediyordu. Kurucular arasında Necmeddin Erbakan’ı temsilen kardeşi Kemaleddin Erbakan da bulunmaktaydı. Bu kulüp, Beyazıt’taki Karaağaç İş Hanının üst katını kiralamış ve orada sohbetler, konferanslar düzenlemişti. Bu toplantılar, genellikle belli görüşteki kimselere açık, diğerlerine kapalıydı. Ancak, kısa bir süre sonra kulüp lokali CHP’li-solcu gençlerin baskınına uğrayıp tahrip edilmişti. Ondan sonra da faaliyeti görülmemişti.

Türk Aydınları Ocağı ise, ana yazımızda belirtilen ve özellikle 1967’den itibaren hızlanan gelişmeler sonunda kurulur. Vaktiyle çeşitli kuruluşlarda yer almış bulunan aydınlar kurucular listesine katılır, fakat hiçbiri eski kuruluşunun izlerini buraya taşımaz. Çünkü, Ocak, yeni ve ilgi çekici bir deneme içindedir. Orijinal bir muhtevası vardır. Sağın kıdemli öncü şahsiyetleri bu birleşmenin dışında tutulmuştur. Birbirleriyle şiddetli kalem mücadeleleri yapmış olan Nureddin Topçu, Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek’in ocakla bir temasları olmaz. Türk Aydınları Ocağı’nın fikrî istikametini artık Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ile çevresindeki değerli ilim ve fikir adamları temsil etmektedir.

Bu gelişmeyi göz önüne alınca Aydınlar Ocağı’nın, daha 1960’ların ortasında tarihe karışmış Aydınlar Kulübü ile fikren ve kadro itibariyle bir ilişkisi olamayacağı kolayca anlaşılabilir. Hele, onu, Aydınlar Kulübü’nün devamı olarak nitelemek ve isim babasının Necip Fazıl olduğunu ileri sürmek hiç kabil değildir. Bir kelime benzerliğinden istifade edilerek böyle bir iddiaya kalkışmak, gerçeklerle bağdaşmamaktadır.

“TÜRK” KİMLİĞİ

Türk kimliğinin tarifi için yapılan “Türkçe konuşan Müslüman” yakıştırmasının gerçeklerle uyuşan, ilmî bir tarafı bulunmuyor. Bu tarif, kendilerini “Türk” olarak tanımlayan, ancak -sayıları az da olsa- Hristiyan, Musevî veya Şaman olan Türk boylarını (meselâ, Bozkurtlu bayrak sahibi Gagauzları) kapsam dışı bırakıyor. Buna karşılık, Türkçe öğrenmiş bir Müslüman Arabı, Endonezyalıyı, Hintliyi “Türk” olarak kabul ediyor. Türkiye’de yaşayıp Türkçe konuşan Müslüman Çingeneleri de Türklük dairesine alıyor.

“Türk” kimliği ve kavramı bu kadar basite indirgenemez, genetik ve kültürel özelliklerden soyutlanamaz. Türkçe konuşan ve Müslüman olan, ama başka soylara mensubiyet şuurundan kurtulamamış kimseleri “Türk” kabul etmenin mantıklı bir izahı yoktur.

DİPNOTLARI

(1) Aydınlar Ocağı’nın 1988 genel kurulunda, hazırladıkları listenin bütün olarak tasvip edilmemesini hazmedemeyen eski yöneticiler, başarısızlıklarının temel sebeplerini henüz tam kavrayamamış görünüyorlar. Onlar, yenilgilerini “devlet içindeki itibarlarının bazı üyelerin enaniyetlerine dokunması” ile izah ediyorlar. Buradaki “devlet”ten ANAP’ın kasdedildiği aşikâr. Herhangi bir partinin kadroları ile gereğinden fazla içli-dışlı olmayı tenkid etmenin “enaniyet” ile bir ilgisi bulunmayacağı da aynı derecede açık. Aydınlar Ocağı’nın orijinalitesini bozarak ona İslâmî bir kılıf giydirme eğiliminin ise birçok üyeyi rahatsız etmesi normal.

Hele, birkaç üyenin yönetimde yer alamamasını “derin devlet”e bağlamak büsbütün garip bir tutum. 12 Eylül yönetimi, 1983’te Özal’ın iktidar olmasını istemiyordu. Bu doğru. Ama, beş yıl sonra, köprülerin altından çok sular akıp geçtiği hâlde, Özal aleyhine tertipler yapılmasını anlamak güç. Hele bunun için Aydınlar Ocağı’nın kullanılmak istenmesi hiç makul değil. İddiaya göre, Aydınlar Ocağı’nın gücü kırılırsa Turgut Özal’ın da gücü kırılacakmış. Bu yanlış teşhisin içindeki itiraf da gösteriyor ki, o zamanki yöneticilerin bir kısmı ANAP’la resmen işbirliği içine girmişler. Kendilerine gösterilen tepkinin sebeplerinden biri de esasen buydu.

Bazı kimseler, 1988’den bu yana geçen dönemi, gerçekçi bir özeleştiri yapamadan harcamışa benziyorlar.

(2) Aydınlar Ocağı aleyhinde yapılan yayınlarda başlıca hareket noktası, İşçi Partisi ve Doğu Perinçek ile iş birliği yapıldığı iddiası. Ocağa yöneltilen hücumlar ve kışkırtmalar bu iddiaya dayandırılıyor. Halbuki, Kızılelma Koalisyonu denilen millîci güçler arasındaki işbirliğinde Doğu Perinçek yer almıyor. Ankara toplantısını tertipleyenler İşçi Partisi’nin ve 68’liler Vakfı’nın, bu güç birliği hareketinde yer almasını sakıncalı bulmuşlar. Bu durumda, meselâ Aksiyon’un yayını tamamen dayanaksız kalıyor. Ancak, bu önemli noktanın farkına varılmaması veya bile bile dikkate alınmaması, bizdeki gazetecilik anlayışının ve seviyesinin nerelere kadar gerilediğini göstermesi bakımından dikkate değer.
 

Orkun'dan Seçmeler