HER ikisi de yakın arkadaşım olan Atsız’la Sabahaddin Ali’yi barıştırmamakla işlediğim suça da hayretle yeni vâkıf[62] oldum. Aynı iddianamede, değerli maznunlardan Hasan Ferit Cansever’in(5) barıştırması, benim de barıştırmamaklığım suç gösteriliyor. Demek barıştırmak suç, barıştırmamak, o da suç. Benim bu iki kutup arasında şaşkın pusulaya döndüğümü bir tarafa bırakarak kısaca işaret edeyim ki Ulus başyazarının ısrarla istediğini, emrine gazetenin avukatını tahsis ettiğini ve maarif vekilinin de dâva açmasını söylediğini kendisinden işittiğim Sabahaddin Ali’yi o günlerde Atsız’la barıştırabilmekliğim için benim bunlardan çok daha üstün bir nüfuz ve salâhiyetim[63] ve kudretim olması gerekti. Bunlar da bende yoktu.
Nihâl’i misafir etmekle, neden siyasî bir hata işlediğimi, on aydır /62/bu yüzden hürriyetimden edilmiş olmakla beraber hâlâ anlamış değilim. Bununla beraber, Tanrı korusun yarın, Nihâl’le taban tabana aykırı fikirler taşıyan ve benim aynı şekilde, tıpkı Atsız gibi on sekiz yıllık mektep arkadaşım olan Pertev Boratav’ı annesi, kendisi, eşi ve oğlu ile birlikte, hem de bundan iki sene kadar önce, yani yakın bir zamanda bir buçuk ay evimde misafir ettiğim için bana ayrı bir hesap açılmasından, haklı olarak korkuyorum.
Ben bir Türkçe öğretmeni sıfatıyla, savcının suç saydığı bir arkadaşlığı, ilkokuldan yeni gelmiş öğrencilerin körpe dimağlarına nakşetmeğe, ortaokulların birinci sınıfındaki masumların kalplerine silinmez bir yazı ile yazmağa memur bulunuyorum.
Ortaokul Okuma kitabının (Okuma kitabı, sınıf I., Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Devlet Basımevi, İstanbul 1938) 67’nci sahifesinde “Kefil” adlı parça okunsun. Orada, kızkardeşiyle nişanlısının düğünlerini yapıp dönmek üzere üç gün izin isteyen bir idam mahkûmuna kefil olan bir arkadaşın hikâye si anlatılmaktadır. Karşısında zalim bir hükümdarın balmumu gibi eridiği ve onu da bu iki arkadaşın üçüncüsü olmayı kendilerinden dileyecek kadar hislendirmiş /63/olan bir ölüme kadar varan yüksek arkadaşlık sadakatini telkin, bizim vazifelerimiz arasında iken bunun bir suç sayılmasını, hem de mahiyeti anlaşıldıktan sonra bir suç sayılmasını tevil[64] veya tahkim[65] edecek kelime benim lûgatimde yoktur, Türk lûgatinde bulunacağını da sanmıyorum. Yoksa, okuma kitabındaki bu parça, İngilizcede olduğu gibi Liverpul yazılıp Mançester okunsun diye oraya konmuş değildir.
Bir de Atsız hakkında vur! emri mi çıkmıştı, kellesini getirene mükâfat mı vâd edilmişti? Ben de, Atsız da bundan on ay önce şimdiki sizler gibi hür insanlardık, hür vatandaşlardık, hür Türklerdik. Bir davanın, bir haksız ithamın müdâfaası için bile olsa, bu kadar basit bir muaşeret kaidesini, bir misafirliği, on sekiz yıllık bir mektep arkadaşını, bir aile dostunu iki gece misafir ettiğimi söyleyip durmak, bunu onun başına kakar gibi tekrarlamak bana ağır geliyor, ayıp geliyor, utanılacak, yüz kızartacak bir leke geliyor.
Ölümün evimize kanat gerdiği günlerde, hastayı Azrail’in elinden kurtarmak için kendi evini bir kale yapıp bizimle beraber bu ölüm meleği ile döğüşen; eşimi, annesi, ölümcül hâlde hasta babası ile birlikte aylarca misafir eden bir arkadaşa, mahkeme huzurunda /64/hesap vermek için de olsa, bu şimdi artık zehir olup evcek hepimizin boğazına dizilen lokmaları bir bir saymak bana nankörlük geliyor, bunları bana ne diye hatırlatıyorsunuz? Beni buna mecbur bırakan savcının kalbi, bu neviden insanî hisler kervanının uğrağı değilse, kabahat bende değildir. Ve peşin hükümlerin yuva kurduğu başlar, benim duyduğumu duyamaz ve düşündüğümü düşünemezse mazurdurlar[66].
Savcı Kâzım Alöç’ün suç saydığı mektuplara gelince: Bunlar orasından burasından kırpılarak, yalan yanlış birbirine eklenerek, başı sonu kesilerek bir suç unsuru hâline getirilmeye çalışılmıştır. Ve bu yüzden mânidar olmuşlardır. Aslında bu mektuplar mânidar değil, sadece, her okur yazar insanın herhangi bir yazısında tabiî görüleceği üzere mânalıdır, yani mânasız değildir. Bunlar, dikkatle değil de, bir selâm sabah mektubu olarak şöylece okunduğu zaman bile, görülür ki Atsız’ın Orhun mecmuasında başvekile neşrettiği açık mektuplar üzerine yazılmıştır. Bu açık mektupların mevzuu ve hedefi memlekette tehlikeli bir şekil alan komünistlik cereyanı üzerine dikkati /65/çekmektir. Benim “mânidar?” mektuplarım da bunun üzerine yazılmıştır, onu alıkoyucu, itidale[67] çağırıcı mektuplardır. Nitekim bu açık mektuplar üzerine yazdıklarımla ondan önce yazılmış ve yine dâva dosyasında mevcut mektuplarım karşılaştırıldığı zaman sonuncuların rastgele iki arkadaş arasında yazılan selâmlı, sabahlı, keyifli mektuplar olduğu görülür. Ve berikilerin de, vatan ve millet mefhumunu[68], müstakil Türk vatanının dışında mânalandırmak isteyen bir cereyanın yer yer kendisini göstermesi üzerine herhangi bir Türk’ün, müstakil bir vatanı, bir bayrağı, bir milleti olan her Türk’ün duyacağı bir his ve endişe ile yazılmış dertleşme mektuplarından başka şeyler olmadığına hükmedilir. Fakat bir mektup da bir insan gibi bir bütündür. Onun teşrihini[69] anlamak için ayağını çıkarıp kol yerine takmak icap etmediği gibi bir mektup hakkında hüküm vermek için de ondan, sureta[70] mânidar[71] görünen satırlar almak yetmez. Bu yolda sözü uzatmak yerine, bu mektupların mâna ve mahiyeti hakkında, hattâ lise talebelerinden seçilecek bir ehl-i vukuf[72] heyetinin vereceği hükme razı olduğumu beyan ederim.
Ne Irkçılık-Turancılık propagandası, ne de bunun tarafımdan /66/medh ü istihsanı[73] gibi bir iddianın yersizliğini göstermek için savcı Kâzım Alöç’ün, nedense başvurmağa, amme şâhidi olarak ikameye[74] lüzum görmediği bu kadar ayrı vilâyetlerde benden ders almış olan ve sayıları binleri aşan bu kadar çok talebemden ve tanımak şerefiyle bahtiyâr olduğum yüzlerce öğretmen arkadaşlarımdan istediklerine, hakkımda iddiasını isbât edecek sualleri sormağa davet ediyorum. Yoksa diyeceğim ki savcı Kâzım Alöç bende suç bulmuş değil, Türk Ceza Kanunu’ndan benim falıma bakmış ve açtığı sayfada 142nci maddeye rastlamıştır. Fakat Türk Ceza Kanunu, vatandaşların hürriyetini ellerinden almak için başvurulur bir fal kitabı değildir.
İşte hür vatandaşlar diyârında yakalanıp şerefi, canlı canlı, bir post gibi yüzülmek istenen meraklı avın hikâyesi, gerçek ve târihî hikâyesi bundan ibarettir.
Söyleyeceklerim de bu kadardır.
13 Şubat 1945 Salı. Saat 10.30
Orhan Şâik Gökyay
SÖZLÜK
[62] vâkıf: haberdar, olan, ince noktalara kadar bilen
[63] salâhiyet: yetki
[64] tevil: bir söz veya hareketi görünen mânâsı dışında yorumlama
[65] tahkim: sağlamlaştırma
[66] mazur: özürlü, mazeretli
[67] itidal: ölçülü olma hâli
[68] mefhum: kavram
[69] teşrih: ortaya çıkarma
[70] sureta: görünüşte, yalandan
[71] mânidar: ayrıca bir de gizli anlamı olan
[72] ehl-i vukuf: bilirkişi
[73] medh ü istihsan: övgü ve savunma
[74] ikame: yerine koyma
DİPNOTLARI
(5) Dr. Hasan Ferit Cansever: Tanınmış Türkçülerdendir. Mesleği hekimlikti. Türk Ocakları’nın kuruluşundan itibaren bu dernekte faaliyette bulunmuş, genel sekreterlik görevini üstlenmişti. 1943’te Prof. Zeki Velidî Togan ile birlikte Türk Yurdu dergisini yayımlamıştır. Hayvanî gıdalara şiddetle karşı olmasıyla da tanınmıştır.