Ana Sayfa 1998-2012 ARI BİZİZ, BAL BİZDEDİR…“SÖZ OLA KESE SAVAŞI”

ARI BİZİZ, BAL BİZDEDİR…“SÖZ OLA KESE SAVAŞI”

(Türkçenin Bahçesinde Bir Gezinti)-VIII

Türklerin İslâm dinini benimsemeleri, miktârı gittikçe artan, çok önemli kültür değişmelerinin de başlangıcı oldu. Din gibi, bünyesinde insan hayâtıyla ilgili sayısız unsurlar taşıyan bir müessesenin değiştirilmesi, maddî ve mânevî yaşayışın da değiştirilmesi demektir. Kültür değişmelerinde ilk intikâl devreleri, mukadderâtı tâyin etmesi bakımından oldukça önemlidir:

“Bu intikâl devresinin uzun veyâ kısa, kolay veyâ çetin, sarsıntılı veyâ sarsıntısız, muvaffakiyetli veyâ muvaffakiyetsiz olması, tabiatıyla meydâna getirilen ve mücâdele mevzuu olan değişmelerin genişliğine, derecesine ve nevi’ne bağlı bulunmaktadır.

Bu gibi intikâl devirlerinin en karakteristik vasıflarından birisi de, kültürün kendi kendini idâre ve kontrol husûsunda gösterdiği aczin yanında, değişmelerin faydalı, sıhhatli bir seçime tâbi tutulamayıp, menfî istikâmette bir intihâbın hâkim olmasıdır.” (1)

Kültür unsurlarının başında, muhakkak ki, dil vardır. “Dil, bir milletin husûsiyetlerinin sâdık aynasıdır.” (2)

İlk zamanlarda, sâdece Türkçenin karşılayamadığı dinî mefhûmları Arap ve Acem dillerinden alan Türkler, batı istikâmetinde ilerledikçe, yerleşik bir medeniyetin kurulduğu, işlek bir edebî dil(Farsça)in hâkim olduğu İran topraklarına yerleştiler, burada hâkimiyet tesis ettiler. Dinle gelen değişikliklerin intikâl devresinde bulunulduğu zamâna rastlayan bu, İran’a hâkimiyet, siyâsî târihimizin altın çağlarından muazzam bir fütûhât, fakat yazı dilimizi derinden yaralayan acı bir istilâ devri oldu.

Aslında bu, Türklerin yabancı lisanlarla ilk karşılaşması değildi. Üstelik, Acemceyi de ilk def’â duymuyorduk:

“Türkler Orta Asya’da yaşadıkları zaman, şarktaki Çin ve garptaki İran medeniyetlerinin tesirine mâruz bulunuyorlardı.

Bu iki milletten her ikisinin Türklerin siyâset lisânına tesiri görülmüştür. Bir taraftan hânların kibir ve övünme temâyülü, diğer taraftan komşu ecnebî milletlerin idâre usûllerini taklit zarûreti, Türkleri Çince, Acemce unvanlar taşımaya, yabancı dillerden alınmış, devlet idâresine ve medeniyetlere dâir tâbir ve ıstılahlar kullanmaya sevk etmiştir. Fakat bu unvan ve idârî tâbirleri (küçük bir kısmı istisn edilirse) millî şuûr sâhibi Türk kabîlelerinin lisanları hazmetmedi, benimsemedi; bu gibi kabîlelerin dillerinde ecnebî kelimeler, yabancı unsur olarak kaldılar; Türk dilinin sağlam kalıbını, şekillerinin zenginliğini, âhengini bozmadılar.” (3)

Bu millî dil şuûrunu İslâmî tesirde ilk büyük eserlerimiz olan Kutadgu Bilig ve Dîvânü Lügâti’t-Türk’de de görüyoruz. Bu iki eserde de, İslâmî tesire rağmen berraklığını muhâfaza eden bir Türkçe vardır.

“Vaktâ ki, Türkler garba doğru muhâceretleri neticesinde, eskiden medenî olan sâhalarda yerleştiler, eski bir medeniyet içine girdiler, o zaman iş başka şekil aldı. … Arab’ın ilim ve fenlerinin câzibesine, İran’ın fesâhat ve belâgat usûllerinin bağışına karşı Türkler dayanamadılar. Selçuk, Timur ve Osmanlı hânedânı devirlerinde saray mahâfilinde pek çabuk, Türk âlimleri, Türk edib ve şâirleri, üstadları olan Arap ve Acem âlim ve müellifleriyle muvaffakiyetli bir sûrette rekâbet etmeye başladılar.

Bu muvaffakiyetten dolayı Türkler, gurur ve iftihâr duymaya haklı olabilirler. Fakat, bununla berâber, bu medenî muvaffakiyetin, bu harsî çiçek açmanın, Türk halkının kendi rûhunda mevcut olan kıymetli, medenî istidatların inkişâfı zarârına, millî hars ve medeniyet kaynaklarının kuruması bahâsına kazanılmış olduğunu da itirâf etmek lâzımdır.” (4)

İslâm medeniyetine girişte, sözünü ettiğimiz ilk intikâl devresinde, coğrafî ve siyâsî gelişmelerin içtimâî bünyeye yaptığı tesirler yüzünden, zamanla Türk dili zarar görür hâle geldi. Dilinde, gerekli ve normal ölçüde yabancı kelime bulunan Kutadgu Bilig’den, en az bir asır sonra yazılan Atabetü’l- Hakâyık’da, durumun Türkçe aleyhine epey değiştiği görülür. (5)

Hâlbuki, Selçukluların İran’ı ele geçirmelerinden önce, Karahanlıların güçlü zamânında “…yeni bir kültür ocağına intibâk eden Türkler, kendi millî vasıflarından herhangi bir fedâkârlıkta bulunmak şöyle dursun, tam tersine, Türkçenin Orta Asya’nın edebî ve medenî dilleri arasında yer almasını temin etmişlerdir.” (6)

İslâm câmiâsına dâhil olduğumuz yüzyıllarda, Arapça ilim dili, Farsça da edebiyat dili olarak karşımıza çıkmıştı. Farsçanın üzerinde de, hissedilir bir Arapça tesiri vardı. Hâkim olduğumuz İran topraklarında, Arapçanın pek çok unsûrunu benimsemiş bir Farsça konuşuluyor ve yazılıyordu. Bilhassa arûz vezninin, İslâmî şiirin tek vezni hâline gelmesi, Türk yazı diline Arap ve Acem dillerinden; önce kelime, sonra da terkip (sonra başka unsurlar) ithâl edilmesine sebep oldu.

Çok geçmeden Arapça ve Farsça, Türk okullarında ilim ve san’at dilleri olarak öğretilmeye başlandı. Önceleri Türkçenin fonetiğine uydurularak alınan yabancı kelimelerin, sonradan asıllarının kullanıldığı görüldü. (7)

Arapça ve Farsçanın, Türkçe aleyhine Türk yazı dilini istilâsı, bu hava içinde başlamış ve bunda yabancı kelimelerin ilim ve san’at muhitlerinde rağbet görmesi gibi sosyo-psikolojik bir duygunun da tesiri olmuştur.

“İşe böyle başlamanın sonucunda, Türkçe, yazı dili olarak gelişemedi. Aydınlar için ilmin dili Arapça, edebiyâtın dili Farsçaydı. Bunun için, Türkçe devlet dili olarak da kullanılamadı.” (8) Nitekim, “Alp Arslan’ın vezîri Künderî, Farsçayı resmî lisan hâline koydu ki, muârızları bunu, Arapçadaki kudretsizliğine verdiler.” (9)

Türk yazı dilinin, bizzat devlet eliyle ikinci plâna itildiği, öz dilimiz açısından bir hayli üzücü olan devlet dilinde yabancılaşma hareketi, aslında bütün Türklüğe mâl edilemez:

“… kendileri de Türk olan hükümdarların, devlet adamlarının ve memurların bir Türk memleketinde yabancı dillerle hükûmet sürmeleri çok garip görünür. Ancak, bu dillerin devlet dili olarak kullanılışını oldukça dar bir mânâda almak gerekir. Sarayın ve ordunun konuşma dili Türkçedir. Devlet kapısında, sözlü olan her türlü muâmele Türkçe görülür. Saray çevresinden uzaklaşıldıkça her türlü işin Türkçe olarak yürüdüğünü… tahmin edebiliriz.” (10) Böyle olduğu, saray dışında gelişen ve saf Türkçeyi işleyen, ışıldatan halk edebiyâtı eserlerinden bellidir. Devlet eliyle devlet dili olmaktan men edilen Türkçenin, halk edebiyâtı hüviyetiyle varlığını korumasını, sun’î dillere verilmiş en güzel cevap saymak lâzımdır.

Fakat, “… her ne olursa olsun, iki yüzyıldan fazla bir zaman için, Anadolu’da, Türkçe devlet dili olamamıştır denebilir. Bu, bizim dil târihimizde bir fâsıladır.” (11)

Bilhassa Anadolu Selçuklu Devleti’nin yükselme döneminde, Türkçe oldukça horlanmış, hakîr görülmüştür. Âşık Paşa’nın “Türk diline kimesne bakmaz idi” diye dert yandığı bu dil bulanıklığı, Beylikler döneminde durulmaya başladı. Türkçenin, resmî yazışmalarda da tekrar ön plâna çıktığı bu durulmanın başlangıcını, Karamanoğlu Mehmed Bey’in 1277’deki meşhûr fermânına bağlamak, gelenek hâline gelmiştir. Mehmed Bey’in, kısa süren iktidârı, dilde istediklerini yapmasına engel olmuştur. Zâten Mehmed Bey’in, târihlerimize Cimri Olayı diye geçen Konya’yı zaptı, siyâsî ve sosyal münâkaşaları üzerine çeken bir harekettir. Ancak, böyle bir fermânın Türk dünyâsında sevindirici bir tesir yaptığı muhakkaktır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra “sâde ve bozulmamış Türk kültürünü saklamış olan Anadolu beyleri; Arapçayı, Farsçayı tutmadılar, Türkçe okunup yazılmasını istediler. Türkçe, yeniden devlet dili oldu.” (12)

Ne var ki, Beylikler dönemi, siyâsî yönden bir kardeş kavgasının yaşandığı, Anadolu’yu yamalı bohçaya çeviren, Moğol tahakkümünün de aman vermediği bir fetret devridir. İçtimâî hayatta, hissedilir bir bedbinlik vardır. Bu yüzden Türkçe, Yûnus’un dilinde:

“Söz ola kese savaşı!

Söz ola kesdire başı!

Söz ola ağulu aşı,

Yağ ile bal ide bir söz!”

diye şikâyette bulunacaktır.

Yûnus’un dili de, İslâmî tesirdeki bir Türkçedir. Fakat, halkın anladığı, halkın da öyle konuştuğu bir Türkçe. Yûnus’un diline giren Arap ve Acem kaynaklı sözler, yabancılıklarından arınmış, Türk elbisesi giymiş, Türkçeleşmiş sözlerdir.

– Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1972, s. 328

2 – Sadri Maksûdî Arsal, Türk Dili İçin, Ankara, 1930, s. 3 (C. Brockelmann’ın önsözü)

3 – Sadri Maksûdî Arsal, a. g. e. s. 5 (C. Brockelmann’ın önsözü )

4 – Sadri Maksûdî Arsal, a. g. e. s. 5-6 (C. Brockelmann’ın önsözü)

5 – Ali Karamanlıoğlu, a.g. e. s. 70

6 – Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Kâşgarlı Mahmut, s. 7

7 – Ali Karamanlıoğlu, a. g. e. s. 73

8 – Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, Devlet Dili Türkçe Üzerine, Ankara, 1945, s. 8

9 – Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 152

10 – Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, a. g. e. s. 8

11 – Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, a. g. e. s. 8

12 – Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, a. g. e. s. 8

 

Orkun'dan Seçmeler