Ana Sayfa 1998-2012 AÇILIM SENDROMUNA TEK DEVÂ:TÜRK’Ü TANIMAK

AÇILIM SENDROMUNA TEK DEVÂ:TÜRK’Ü TANIMAK

“Türk”, mensûbiyeti iftihâr vesîlesi olan bir milletin, Dünyâ önündeki adı. Bu ismin, şeref ve liyâkatle doldurduğu târih koridorları, onun eksikliğine dayanamayacak kadar Türk’e mecbûrdur.

“Türk” kelimesinin, başlangıçta iki heceli olduğu, zamân içerisinde bu hecelerden birinin yol kazâsına uğradığı tahmîn ediliyor.

Etimolojik gayretler, bahsi geçen iki hecelilik dönemlerine düalist gözlükle bakmaya özen gösteriyor.

Kimi araştırıcılara göre, kelimenin ilk hâli “Tö+rük” (Törük); kimilerine göre de “Tü+rük” (Türük).

“Törük” diyenler, bu tâbire “töre” mânâ ve boyası katıyorlar. “Töreye uygun hareket eden, töreli” diye takdîm edilen “Törük”, milletimizin örfî hasletlere bağlılığını pek güzel aksettiriyor.

“Türük” şeklini müdâfaa ve teklif edenler, çoğalma kâbiliyetimize dikkat çekiyorlar. Ergenekon Destânı’ndan mülhem “Türük” îzâhı da millî şablona uygun düşüyor.

“Türk”e verilen mânâlar arasında güç, kuvvet, metânet, şecaat bildiren iltifat işâretleri ön plâna çıkıyor. İran ve Horasan diyarlarının Türk’den önceki sâkinleri, “Türk” deyince, akıllarına güzellik, letâfet mefhumlarını getiriyorlarmış. “Türk gibi”nin tam karşılığı olan “Türk+mânend” deyişi, sonraki dönemde “Türkmen” kalıbına girecektir.

Adâlet, merhamet, şefkat, âlî-cenâblık, emânete sâhip çıkma gibi Türk’ün apolet işâretleri, Türk soyunun hükmettiği yer ve zamanlarda, hep gayr-ı Türk unsûrlar tarafından omzumuza takıldı…

Türklerin anayurdu olarak gösterilen Orta Asya, oldukça geniş bir coğrafyadır. Hazar Denizi’nin doğu sâhilinden Japon Denizi’ne; Altay Dağları’ndan Hindikuş eteklerine kadar uzanan bu muazzam sâha, el’ân, Türk nüfûsun barınmaya devâm ettiği, “Türkistan” adıyla tanınan bölgedir. Maalesef, bu günlerde Türkistan’ın doğusu da, batısı da rahat değildir. Sovyetler’in dağılmasından sonra Batı Türkistan’da; Kırgız, Kazak, Özbek, Türkmen ve Âzerî kardeşlerimiz müstakil devlet statüsüne kavuştular ama, Rus gölgesini üzerlerinden henüz atamadılar. Zîrâ, vaktiyle çok ustalıklı bir plân uygulanmış. Ekonomi başta olmak üzere, bu Türk devletlerinin hemen bütün icraat tarzları, koyu bağlarla Rusya’ya yönlendirilmiş. Rus yetiştirmesi idâreci kadronun siyâsî kudreti ise, ayrı bir kader sayfası teşkîl ediyor. Yine bu devletlerin sınırları içinde, kaale alınmaması imkânsız sayıda Rus nüfus yaşıyor. Bu da, kültür hayâtından ve sosyal manzaradan Rus’u ihrâç etmeye engel oluyor.

Elbette, Âzerî kardeşlerimizin Karabağ’daki dramına benzer mezâlim ve haksızlıklar, diğer Türk devletlerinin defterlerine de az-buçuk yazılmaktadır. Lâkin, bu hususda en büyük bahtsızlığı Doğu Türkistan’daki soydaşlarımız çekmektedir. Çin zulmü altında, en basit ve tabiî insan haklarından mahrûm bu Türk topluluğu, yüzü kızarmayan ve aslâ rengi değişmeyen aceze-mizaç dümen suyu erbâbına baka baka ömür törpülüyor…

Târihde, Türkler kadar haksızlığa uğramış ve iyilikleri nankörce mukâbele görmüş başka bir millet yoktur. Bugün, Balkanlar’dan Orta Doğu’ya, oradan daha da ötelere uzanan tanıdık arâzilerde, vaktiyle Türk’ün hoşgörü ve müsâmahasına muhâtab olmuş nice kavim, boy, soy; etnik şuûrlarının muhâfazasında birinci derecede âmil gücün “Türk” olduğunu bile bile, bize taarruz ediyorlar. Yalancının kuru bühtânı, insanın kanını donduracak hezeyânları da içine alarak, üstümüze savruluyor.

Bu hususda pek çok kötü misâl bulunuyor. Son zamanlarda Ermeniler, işi iyice şarlatanlığa döktüler. Birinci Cihân Harbi yıllarında, toplu mezarlara doldurdukları Türklerin günâh ve vebâli omuzlarında durduğu olduğu hâlde; yüksek merhametin yeryüzündeki en büyük temsilci si Türk milletini, jenosid yapmakla ithâm ediyorlar.

Bu zırva ve herzelerini yıllardır tekrarlayan; Hıristiyan âleminin gözü kapalı desteğini arkasında bulan; öz kardeşimiz Âzerbaycan’ın “Dağlık Karabağ”ını nâ-hak yere işgâl eden Ermenilere, dost eli uzatıyor ve sınır kapısını açıyormuşuz. Bahsedilen faaliyetin, diplomasi ve milletlerarası münâsebet esprisi ile hiçbir alâkası bulunmamaktadır. Ruhban Okulu’nun açılmasını isteyen odaklar, Ermeni sınırının kapalı kalmasından da huzursuzluk duyuyorlar. Mes’ele, bundan ibârettir.

Âzerbaycan’ın gücendirilmesi ve Türklük Dünyâsı’nın hayâl kırıklığına uğratılması bahâsına, Ermeni’ye uzatılacak dostluk (!) eli, sakîl ve de kekredir…

Kâşgarlı Mahmûd’un naklettiği hadîsde, Hz. Peygamber : “Türkçeyi öğreniniz, zîrâ Türklerin çok uzun sürecek saltanatları olacak.” meâlindeki tavsiyede bulunurken, nebî kelâmına ilâhî çeşniyi katıyordu.

Yine Dîvânü Lügâti’t-Türk’deki bir başka hadîs cümlesine göre, Mi’râc yolculuğu sırasında Hz. Muhammed aşağıya baktığında bir toz bulutu görür. Bunu ne olduğunu sorduğunda, gönderilen Rabb cevâbı: “Onlar, benim ordumun askerleridir. Adını Türk koydum. Hangi kavim azar ve yoldan çıkarsa, üzerlerine bu askerleri yollarım.” tarzındadır.

Çok yüksek râkımlı bir Türkçü olan Kâşgarlı Mahmûd, adıyla birlikte anılan eserini de, Araplara Türkçe öğretmek maksadıyla kaleme almıştır. Bir çeşit, Peygamber tavsiyesini gerçekleştirme ameliyesi olan Dîvânü Lügâti’t-Türk, baştan sona bir Türk dili ansiklopedisidir.

Dîvânü Lügâti’t-Türk’ün, Türk âleminin semâsında bir bayrak gibi dalgalanmasında, elbette Kâşgarlı’nın hakkı mahfûzdur. Millî sembollerimizin üst sıralarındaki bu eserin; Kâtib Çelebî’nin, Keşfü’z-Zünûn’unda adından bahsetmesi ile başlayan tanıma ve tanıtma mesâîsi, Ali Emîrî Efendi merhûmun hâzık duruşuna kadar, nice iftihâr tablosuna durak olmuştur.

En son, 2008 yılı içinde, Kültür Bakanlığı, “Dîvânü Lügâti’t-Türk”ün tıpkıbasımını yayınladı. Pek ciddî ve o ölçüde enfes bir baskı gerçekleşmiş. Ayrıca, eserdeki Türkçe kelimelerin uzunca bir listesi de ilâve edilmiş.

Ancak, bütün bu iyi niyetli gayretlere gölge düşüren bir başlık zühûlü, her şeyi berbâd etmiş. Kitabın cilt kapağının sırtına: “Divanı Lügati’t-Türk” yazılmış. Buradaki (-ü),(-ı) değişikliği, kendi küçük, fakat mesajı menfî bir ehliyetsizlik teşhîri olmuş… Yakışmamış…

Târihdeki Türk göçleri hakkında varılan ve umûmî kabûl görmüş birtakım kanaatler, bugün yeniden masaya yatırılmaya muhtaçtır. En başta, göçlere bir numaralı sebep olarak gösterilen kuraklık, böyle bir revizyonu beklemektedir. Yapılan araştırmalar ve ilmî tesbitler, bahsedilen seviyede bir göl, ırmak kuruması hâdisesinin yaşanmadığını gösteriyor. Zâten, göçlerden sonra günümüze kadar gelen çok uzun bir zamân şeridinde, Orta Asya’nın boş kalmayışı; o ilk Türk anayurdunda, arka arkaya Türk siyâsî teşekküllerinin arz-ı endâm eyleyişi, bu yüksek kuraklık tahmînini boşa çıkarıyor.

Tabiî ki, Orta Asya’dan dört cihete Türk göçleri vukû bulmuştur. Ama, sözü edilen göçlerle Orta Asya boşalmamış, oradaki Türk nüfûsu, “yok” denecek noktaya ulaşmamıştır. O zaman, göç sebepleri üzerinde daha başka kapital gerekçeler bulmak lâzım geliyor.

Türk topluluklarının, hem yabancı unsûr ve devletlerle; hem de kendi aralarında yaşanan rekâbet, sürtüşme, zedelenen hâkimiyet telâkkîsinin tâmiri gibi, daha mantıklı göç vesîleleri aranmalıdır. Sâdece Türk-Çin münâsebetlerinin seyrini doğru tesbît edebilmek, bu göç hikâyelerine “ eksen” bulmada, büyük kolaylık sağlayacaktır.

Târihin derin ve sisli galerilerinde yapılacak bu tarz seyâhatler, hiç farkında olmadan, yaşadığımız günlerin sıkıntılarına da reçete yazacaktır…

Türkçe, Türk’ün dili olarak onunla aynı zaman ve mekânda târih önüne çıktı. El’ân da birlikte icrâ-yı hayât eyliyorlar.

Gelmiş- geçmiş kavimlerin dilleri pazara çıksa, en itibarlısına “devlet dili” deniliyor. Türkçe, daha ilk adımlarıyla devlet dili yürüyüşüne çıkmış bir lisan. Bu hususda, Türkçeyle yarışabilecek o kadar az dil var ki…

Türkçenin mühim özelliklerinden biri de; yayıldığı, konuşulduğu coğrafî sâhanın genişliğidir. İşte bu konuda hiç rakîbi yok. Belki, günümüze âit fotoğraflarda, İngilizce için böyle bir sıfat telâffuz edilebilir ama, o vakit de işin içine bizde aslâ bulunmayan “emperyalizm” faktörü girer.

Klâsik anlayışa göre, Türkçenin iki lehçesi var: Çuvaşça ve Yakutça. Bunlar, bilinmeyen bir zamanda ana dil ağacından kopmuş ve bir hayli farklı mecrâda yolculuk yapmış Türkçe kolları. Hattâ, Çuvaşça ve Yakutça için, müstakil dil muâmelesi yapanlara bile rastlanıyor.

Çok derin ayrılık hasletleri taşımayan Âzerî, Özbek, Kazak, Kırgız, Uygur, Anadolu, Balkan Türkçelerine ise “şîve” demek alışkanlığı bulunuyor. Şîvenin altındaki dil özellikleri ise; diyalekt, ağız gibi tanıdık etiketler taşıyor.

“Tuna’nın doğduğu yerden Japon Denizi’ne kadar, Türkçe konuşarak seyâhat edebilirsiniz” diyen Batılı şarkiyatçılar, ne büyük bir hakîkati ifâde ediyorlardı. Bugün, bu ölçüyü “açılım” sendromuna yakalanan bir kısım siyâsîlere iyi anlatmak ve tanıtmak lâzım…

Türk’ün Dünyâ’ca bilinen ve âdetâ klâsik hâle gelmiş “müsâmaha” hasleti; en koyu, kavî düşmanlıklara bile kadife eldivenle yönelecek yüceliktedir. Bunun nice misâlini târih sayfalarında görmek, okumak mümkün.

Ancak, bahsedilen gönül zenginliği ve azameti, bâzı çevrelerce bir nâkise olarak değerlendirilmekte, hattâ Türk’e “ahmak, budala” isnadları yapılmaktadır. Rus’un, Rûm’un, Ermeni’nin, Yahûdî’nin, Sırp’ın, Hırvat’ın, Çin’in, Bulgar’ın ve daha düzinelerce kîni kendinden menkûl kavmin Türk’e bakışında resmedilen “hamâkat” motifleri, âlî-cenablığa bîgâne zihinlerin çetele dökümleridir. Bu arada, İngiliz’in başını çektiği Avrupa’ya teşmîl edilebilecek “kapalı kapı” kumpanyalarını da unutmamak lâzım.

Vaktiyle Türk’ün hâkim olduğu pek çok Dünyâ arâzisi, İngiliz ve benzeri Avrupalıların elini de, dilini de üzerinden bir türlü atamadı. Yapılacak en basit mukâyese, Türk’e şeref bahşeden hesap pusulaları çıkarır. Ne var ki, söz konusu inceliği kavrayamayan bâzı kıt akıllılar; “İngiliz’in yaptığını Türk niye yapmadı?” demeye getiriyorlar. Türk’ü İngiliz’le aynı seviyeye indirdikten sonra, geriye ne kalır? Kocaman bir emperyalist mührü.

Türk, kendi şiârına yakışanı yaparak bugünlere gelmiştir. Varsın, birileri bunda kusûr arasın. Hiç, ama hiç mühim değil. Hâlâ, sevgiden adâlete ve vicdânî rahatlıktan en son raddedeki müsâmahaya kadar, bütün insanca davranışların adresinde, iri harflerle “TÜRK” yazıyor..

2009 Türkiyesi’nde, bir garîb münâkaşa ve “olmazsa olmaz” gibi takdîm edilen lâf salatası tabağında, ne hikmetse, “Türk”e yer ayrılmıyor. Çeyreğin çeyreği kadar bile kıymet-i harbîyesi bulunmayan câmiâlara her türlü izzet ü ikrâmın yapıldığı bu hây u hûy içinde, esas unsûrun, yâni Türk’ün adını anan da, fikrini soran da yok…

Hadi, diyelim, tezgâh ekibinin şuûrlu bir kasdı var ve senaryoda ne yazıyorsa onu oynatıyorlar. Peki, bütün bu cereyân eden hâdiseye ve koparılan vâveylâya karşılık, kendini Türk hissedenlerin sessizliğine ne demeli? Şöyle bir silkinip de : “Siz bu vatanın esas sâhibinden izin almadan bütün bunları hangi cür’etle yapıyorsunuz?” demenin tam zamânı değil mi? Zannedersiniz ki, üstümüze ölü toprağı serpilmiş.

Türk’ün öz yurdunda, Türk’e rağmen ortaya konulan niyetlerin ve atılan adımların, bir hesap verme mercii, makâmı yok mudur? Türk milleti, tribüne oturma zahmetine dahî katlanmadan, gündelik işine devâm etmektedir.

Önüne kocaman kocaman “demokratik” tâbirler koyarak pazarlanmaya çalışılan bu “açılım” işgüzârlığının varış istasyonundaki parçalanma, bölünme peronları; çok uzaktan görülüyor.

Daha önceki târih sayfalarımız, benzer pandomimaları yığın hesâbıyla muhâfaza ediyor. Hiçbirinden ders almayışımız; “ibretsizlik” illetinin bizden ayrılmadığını iyice gösteriyor. Lâkaydînin de bir sınırı olmalı..

Uzun ve şerefli târihi boyunca Türk’ün hayâtına giren yenilik ve değişiklikler arasında; alfabe, din ve – geniş mânâda- medeniyet başlıkları öne çıkıyor.

Türkçedeki “okumak” fiiline menşe’ kabûl edilen “okımak” sözü, ok üzerine çentilen birtakım işâretler vâsıtasıyla haberleşmenin remzidir. Bu ok işâretlerinin geçirdiği istihâle, Kök Türk alfabesi harflerine çadır kuracaktır. Orhun Âbideleri’nin deşifre edilmesi esnâsında ve sonrasında, bahsedilen harflerin kalkış yerinin, “ok” olduğunu; yerli, yabancı birçok ilim adamı kayda geçirmiştir. Bugün bile, Anadolu’nun kasaba ve köylerinde “dâvetiye” yerine “oku”; “dâvet etme” yerine “okumak” tâbirleri kullanılımaktadır. Eğitim- öğretim, tahsîl mânâlarına da “okumak” fiili hâlâ yaygın şekilde söylenmektedir.

Bütün bunlar, “ok”dan nice nasîblendiğimizi göstermektedir. Kaldı ki, Türk’ün siyâsî meydâna inen en gür sesi ve nefesi de “ok+lar” demek olan “Oğuz” adını taşıyor. Türk Bozkır Kültürü’nün efsânevî silâhlarından biri, ıslık çalan oktu. Düşman ordusuna aynı anda fırlatılan binlerce ıslıklı okun meydâna getireceği psikolojik infiâli düşünmek dahî, empati sınırlarını zorluyor.

Yahyâ Kemâl’in, hece vezniyle yazdığı tek şiir olan “Ok”; İhtiyâr Bektaş Subaşı’nın şahsında, ok medeniyetimize açılmış nefis bir penceredir. Nişantaşı’ndan Okmeydânı’na, Kemankeş’den Tozkoparan’a gidip gelen gönül telimiz; Çelebî Sultan Mehmed’in “Kirişci” lâkabı ile “yeşil yeşil” titriyor…

Kök Türk harflerinden sonra, hayat bahçemizde açan ikinci alfabe çiçeği “Uygur” adını taşıyor. Uygurların bir başka husûsiyeti de, şehir- kasaba kültürünü, yaşayışını yeğlemeleri. Onlarla berâber, yerleşik medeniyete daha bir mütebessim bakmaya başladık.

Soğd karakterli olduğuna dâir pek çok iddiâyı üzerine çeken Uygur harfleri, köşeli ve sert yazılışlı Kök Türk yazısına nazaran daha yuvarlak, bitişmeye yatkın yapıdaydı. Toplam harf sayısının da azaldığı Uygur alfabesi, İslâm dininin bütün Türk diyarlarına yayılmasının ardından, Arap yazısına karşı âdetâ bir nefs-i müdâfaa mücâdelesine girişti ve varlığını, İslâmî dâirede de uzun müddet korudu.

Çok enteresandır, Kutadgu Bilig’in elde mevcut üç nüshasından en geç târihli olanı, Uygur harfleri ile istinsâh edilmiştir. Yine rivâyet olunduğuna göre, Fâtih Devri’ne rastlayan Osmanlı yıllarında, Uygur yazısının öğrenilmesi, öğretilmesi, bu yazı ile eserler kaleme alınması, devlet teşvîki ile hızlanmıştır.

Siyâsî bakımdan değilse bile, medeniyet ve kültür târihi açısından, çok hacimli, pek sağlam bir Uygur bahsimiz bulunmaktadır. Matbaa ve kâğıt kullanımı yönünden incelendiğinde, Alman ve Çin pabuçlarını yüksek damların üstüne fırlatan, muhteşem bir Uygur temsîli seyrediyoruz.

Milenyum Çağı’nın Çin mezâlimine kurban seçilen Doğu Türkistanlı Uygur kardeşlerimizi, bir de bu parlak kültür zâviyesinden görüp, onlara sâhip çıkmak lâzım…

 

Orkun'dan Seçmeler

Barış ve Savaş

YÛNUS, KUBBE VE İMRALI