Ana Sayfa 1998-2012 “ABUŞKA, BEDÛH VE KAYMAKLI EKMEK KADAYIFI”

“ABUŞKA, BEDÛH VE KAYMAKLI EKMEK KADAYIFI”

“Abuşka”, kulakta bıraktığı ses izi bakımından, insanı hemen Türk dünyâsına bağlıyor. Kafkas zirvelerinden Hazar kıyılarına, oradan Mâverâü’n-nehir’e, Fergana’ya, Altay eteklerine, Tanrı Dağı bulutlarına, Urumçi’ye, Kâşgar’a, Turfan’a, Ötüken’e uzanan Türk diyarlarında -hayâlen bile olsa- dolaşmanın, “abuşka” sözünü telâffuz etmek gibi bir şey olduğunu anlıyorsunuz.

“Koca, zevc, erkek, yaşlı adam” mânâlarına gelen bu Hâkânî kelime; Türkoloji câmiâsının çok yakından tanıdığı bir lûgat’in adı. Çağatay Türkçesinden Osmanlı Türkçesine hazırlanan eserin; aslında ismi, yazarı ve yazıldığı yıl belli değil. İlk kelimesi “abuşka” olduğu için, bu lâfız, lûgate alem yapılmıştır.

Yurt içi ve dışındaki büyük kütüphânelerde muhtelif yazma nüshaları bulunan “Abuşka Lûgati”, Ali Şîr Nevâî’nin kullandığı kelimeleri Osmanlı coğrafyasına açıklamak maksadıyla kaleme alınmıştır.

Mevcut yazma nüshaların istinsah târihleri, 16. yüzyılın ilk yarısı civârında dolaşıyor. Nevâî’nin 1501’de vefât ettiği düşünülürse; “Abuşka” müellifinin, Nevâî’yi hayatta iken görmüş olma ihtimâli, uzak değil.

Bu yüce insanın, fâni dünyâda taşıdığı ismi bilemeyiz ama, tam ve katıksız bir “Türk kocası”, yâni “abuşka” olduğu kesin. Lûgatine bu kelime ile başlayışındaki kerâmet, çıplak gözle görülüyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasını tâkib eden günlerde, “Tûrân Birliği”ni kuruyoruz diye yağıp gürleyen nice nefes sâhibi, bunca zamandır karınca adımı bile atamadılar. Kısacası, arkalarında siyâsî güç ve destek vehmeden nice âdemoğlu, bir “Abuşka” edemediler.

“Türküm!” demenin pek çok yolu arasında, “Abuşka” okumak; “Kızılema”ya yönelmekle aynı mânâya geliyor. Astronomi ve astrolojiyi basit fal yâvelerine çeviren bid’at metinleri yerine, “Abuşka” sayfaları ikâme ettiğimiz gün, yeniden “Rîm-Papa”ya doğru yelken açacağız.

Eskiler, mektup zarflarının üzerindeki adreslerin yanına veya altına, girift bir şekilde “bedûh” kelimesini yazarlarmış.

Arabça, Farsça veya İbrânîce olma ihtimâli bulunan “bedûh”un, tam ve anlaşılır mânâsı da verilememiştir. “Bdh” kökünden gelen ve “hanımların nâzik yürüyüşü” demek olan Arabca “budûh”un, “bedûh”la herhangi bir münâsebeti yoktur.

“Esmâ-i hüsnâ’dan “Vedûd” ile Budizmin mâbudu “Buddha”dan galat oluşundan; “abracadabra” tarzında bir illüzyon tekerlemesi hüviyetine kadar, değişik sâha ve vâdilerde farklı kılıklara giren “bedûh”; aynı zamanda, günümüz gazetelerinin furya hâline getirdiği “sudoku” benzeri bir rakam ve harf dizilişine kaynaklık ediyordu.

Bahsedilen bu diziliş şekilleri; iyilik, kötülük tılsımları hâlinde, İslâmî yaşayışa uymayan sefâhat formülleri idi.

Gelenekle hurâfeyi ayırt edemeyenler, “bedûh” ve benzeri ayrık otlarını, bahçemizin toprağına mâl etme yarışına giriyorlar.

Yıldız falı, tarot gibi, geleceğe ahkâm çıkarma gayretkeşlikleri yanında, oldukça mâsûm kalan “bedûh” mesâîsi, yine de İslâmî temeli olmayan turfalıklar kategorisinden dışarı çıkamaz.

İçinde yaşadığımız, teknoloji seviyesi dudak uçuklatan zamânı düşünerek, bizden önceki nesillerin hobi ve fobilerini aslâ hafife almayalım. Kendi imkân ve şartları içinde onlar da, bizim meşgûliyet dâiremize giren her işle uğraşmaya gayret etmişlerdir.

İsimler, sıfatlar, maddenin aldığı şekiller değişmekle berâber, insan fıtratından fışkıran merak huzmeleri, netice itibâriyle benzer adreslerde dolaşıyor.

“Bedûh”un peşinden gidilerek yapılacak bir zaman makinası yolculuğu, bizi, hiç yabancısı olmadığımız istasyonlara uğratacaktır. “Yâ Bedûh!”

Câhil, nãdân, haramzâde, mühtekir olarak mûcize bekleyenler; değil gecelik istihâreye, “Eshâb-ı Kehf” uykusuna yatsalar, yine de toplu iğne başı miktarı ışığa ulaşamazlar.

Kur’ân-ı Kerim’de, adlarını taşıyan sûreye sebeb-i mânâ olan “Eshâb-ı Kehf”, sınırları belli olmayan bir zaman diliminde; zâlim ve münkir hükümdârın korkusundan mağaraya sığınıp, orada üç yüz seneden fazla uyku hâlinde kalan yedi genç ile köpekleri için kullanılan pek meşhûr ıstılâh.

Aslında, “mağara eshâbı, mağara ahâlisi” demek olan “Eshâb-ı Kehf”, halk arasında “Yedi Uyuyanlar” olarak da biliniyor.

Yemlîha, Mekselînâ, Mislîna, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş ve Kefeştatayyuş, bu yedi gencin dilden dile aktarılan isimleri. Mağaraya gelirken rastladıkları çobanın köpeği, yâni Kıtmîr, sekizinci mağara sâkini olarak kadroya girmiş.

Böylesine uzun metrajlı bir uykudan, onu uyuyanlar bile haberdâr olmamışlardır. Ne zaman ki, uyanıp da acıktıklarını fark edip, ceplerindeki para ile çarşıya alışverişe gitmişlerdir; işte o anda her şey anlaşılmıştır. Çünkü, paraları çarşıda “antika” muâmelesi görmüştür.

Kur’ân’la verilen bir haber olduğu için, doğruluğundan zerre miktârı çüphe edilmeyen bu hâdisenin, âdemoğluna gönderdiği ciltler dolusu mesaj arasında öne çıkanlar şunlar: Allâh’ın sonsuz kudret sâhibi olduğu ve insanın aczi. İmânın sâfiyeti, sabır, tevekkül gibi hasletlerin doğru yerde, doğru adreste bulunmalarından dâimâ iyilik, güzellik, ferahlık, müjde çıkacağına dâir tâlî mesajlar da hesâba katıldığında; bugünkü Dünyâ coğrafyasında bizim Tarsus’a denk düşen bu mağara, bir kütüphâne hacmine ulaşıyor.

Aynı zamanda, bir çeşit uyku olan ölümden uyanmanın ilâhî bilgilerine de fıskiye tutan “Eshâb-ı Kehf”, “insan romanı”nın en çarpıcı bölümlerinden biri. Uyku ilminin mukaddimesi! Tabiî, okuyana….

1960’lı yıllarda, talebesi olduğum ortaokulun kütüphânesinde, İsmâil Habib Sevük’ün “Türk Güreşi ve Elli Yıl Önce Garp Âlemindeki Türk Kasırgası” adını taşıyan hacimli kitabını görmüş ve târifi imkânsız bir zevkle, şevkle âdetâ hatmetmiştim.

Koca Yusuf, Hergeleci İbrâhim, Kel Aliço, Filiz Nurullah, Adalı Halil gibi efsâneleşmiş güreşçilerimizi, o kitap vesilesiyle tanımış, sınırlarımız içinde ve özellikle dışında “kudret, güç, kuvvet” kelimelerinin karşısına iri harflerle “TÜRK” yazdırışlarının hikâyesini, neredeyse ezberlemiştim.

Bu pehlivanların adlarına refâkat eden sıfat ve unvanları da merak programıma almış; coğrafî, etimolojik soru işâretlerini kaydetmiştim.

Meselâ, Adalı Halil, ne tanıdık adalardan birine mensup, ne de Kuşadası sâkinlerinden. Adapazarı civârından da değil. Bugün Yunanistan’da kalan Ada Bucağı’nın Kilise Köyü’nden Pehlivan Kara Mehmed Ağa’nın oğlu.

Henüz binilmek, yük taşımak veya arabaya koşulmak için alıştırılmamış hayvanlara “Hergele”, bunların ticâretini ve besiciliğini yapanlara da “Hergeleci” deniyor. İbrâhim Pehlivan’ın lâkabı, onun ve âilesinin meşguliyetini de açıklıyor.

Bu arada, “Er Meydânı” diye şöhret bulan “Kırkpınar” mevkiinin, esas itibâriyle. Yunan tarafında kaldığını; Edirne’deki günümüz “Kırkpınar”ının, aslından mülhem bir “dâü’s-sıla mekânı” olduğunu da ilâve etmek gerekiyor.

Gökkuşağı, alâim-i semâ veya eleğimsağma dediğimiz ışık tayfından zamânın süzülüşünü elense çekerek, kafakola alarak pehlivanlarla birlikte seyretmek; renk ve çağ harmanına yiğitliği de dâhil eder…

Yiğidin, mütevâzı olanına çok az rastlanıyor. Tevâzû ile celâdeti karakter mayasına katanlardan bir güldeste yapılsa, İsmâil Habib’in pehlivanları epeyi kontenjan doldurur.

Söz, haddini ve kendini bilmekten açılınca, Sultan Mustafa Hân-ı Sâlis’i hayırla ve rahmetle anmak, en azından bir vicdan rahatlatma ameliyesidir.

Sultan III. Ahmed’le Mihrişah Emine Sultan’ın oğulları olarak 1717 yılında Edirne’de, (bir rivayete göre de İstanbul’da) doğan III. Mustafa Han, çok renkli ve hareketli, oldukça da alçak gönüllü bir hükümdardır.

“Lâleli’den dünyâya doğru giden bir taramvaydayız” mısrâına ilham veren keşif hevesi, III. Mustafa’nın patentindedir. İstanbul’un sembol semtlerinden Lâleli, her şeyini bu hükümdârımıza borçludur.

Üsküdar’ın mâruf tepelerinden birine de, “Ayazma” ismiyle bilinen câmii, yine bu Sultan’ımız yaptırmıştır.

Toplam on yedi yıl tahtta kalan III. Mustafa, bânîsi olduğu hiç bir mîmârî esere adını vermemiştir. Bu yüzden o, bir tevâzû âbidesidir.

1739’da, Avrupa topraklarını Belgrad Andlaşması’nın teminâtına bırakıp, uzun sayılacak bir barış devresine giren Osmanlı İmparatorluğu, III. Mustafa’nın cülûsuna kadar, silâh sesleri duyulmayan yıllar yaşadı. Lâkin, daha sonra sökün edecek ve Küçük Kaynarca adını alacak fâciâ raporu ile bizi çürüğe çıkaracak hâdiselere, bu barış zamânında hiçbir ciddî hazırlık yapılmamıştır.

III. Mustafa Hân’ın, isâbetli teşhis ve samimî arzularına rağmen, radikâl adımlar atılamamış ve kötü gidişe “dur!” denilememiştir.

Sonunda, semeresiz gayretlerin üst üste yığılması, Pâdişâh’ı da müteessir etmiş ve onda, “durumun düzelmeyeceği” fikri hâkim olmuştur. Aynı zamanda iyi bir şâir olan III. Mustafa Hân, ümitsizliğini şu mısrâlara aktarmıştır:

“Yıkılubdur bu cihân; sanma ki, bizde düzele.

Devlet-i çarh-ı denî, virdi kamu mübtezele.

Şimdi ebvâb-ı saadetde gezen hep hazele.

İşimiz kaldı hemân merhamet-i lemyezele.”

Rahmetli Sultan, sanki dürbünle bugünleri görmüş. Manzarada en ufak bir değişiklik yok…

Lâleli gibi İstanbul’un efsûnlu köşelerinden biri de Beşiktaş’dır. “Beşiktaş”lı olmak “Beşiktaş”da doğmak veya ikamet etmek demektir. Aynı adı taşıyan spor kulübünün taraftarlığını, bu işe mesâî harcayanlar düşünsün.

Târihimizin tanıdığı çok büyük Beşiktaşlı sîmâlar var. Elbette; Dolmabahçe, Yıldız, Çırağan, Fer’iye saraylarının; Ihlamur Kasrı’nın sâkinlerini düşününce; listenin başına Osmanlı Hânedânı, oturuyor.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın ebedî bir Beşiktaşlı olduğu, en uzun uykuya orada dalmasından anlaşılıyor. Semtin sâhile yakın yerlerinde, “Beşiktaş” ve “Hayreddin” kelimeleri kol kola girerek, “En Büyük Kaptan-ı Deryâ”ya ninni söylüyorlar.

“Kehle-i İkbâl” Rüstem Paşa”nın kardeşi Sinan Paşa da, Barbaros’un limanına demir atmış. Adaşı “Hakikî Koca Sinan”a yaptırdığı câmi, Beşiktaş’ın alâmet-i fârikası hâline gelmiş.

Edebiyat dünyâmızın Beşiktaşlıları arasında öncelik, Nedîm’e âit. Divân şiiri hisârının muhkem sûrlarını aşarak, bî-mekân şiire zî-mekân vitraylar yapan “Nedîm-i Şeydâ”, bakın Beşiktaş için neler diyor:

“Murâdın anlarız ol gamzenin iz’ânımız vardır.

Belî, söz bilmeziz ammâ, biraz irfânımız vardır,

O şûhun sunduğu peymâneyi reddetmeziz elbet,

Ânınla böylece ahdetmişiz peymânımız vardır,

Münâsib sanâ ey tıfl-ı nâzım hüccetin al gel,

Beşiktâş’a yakın bir hâne-i vîrânımız vardır.”

Vatan toprağının “azîz” bilinmesinde ve uğrunda ölünmesinde; semtten ülkeye uzanan bir sevgi halkası var. Semtini sevemediğin yer, vatandan sayılabilir mi? O zaman, hangi duygularla “tavattun” neşîdeleri yazacaksın?

Beşiktaş; “b-ş-k-t-ş” harflerinin dizilişindeki şiire kucak açan seslerinden başlayarak, bizim vatan tutma mâcerâmızın hârika bir özetidir… Görebilene, gördüğünden nasibini alabilene, göz nîmetinin şükrünü edâ edebilene…

Braille (bray) alfabesi, görmeyen insanların dokunma hislerine hitâb eden; kabarık noktaların çeşitli şekillerde birleşmesinden meydâna gelen bir anlaşma sistemi.

Allâh’ın insanoğluna en büyük ihsanlarından biri; muhakkak ki, göz. Bu cevherden mahrûm olan kulların şükre vesîle daha pek çok vücûd serveti var.

Lâkin, görmemenin verdiği ızdırâbı da hesâbın dışında tutamayız. Kültür ve geleneğimizde; sevginin, muhabbetin ifâdesine alem yapılan “nûr-ı aynım”, “iki gözüm”, “gözüm, cânım efendim” tâbirleri, “göz” gencînesinin ne kadar zengin ve kıymetli olduğunu gösteriyor.

“Göz” varlığından behre-dâr olamayanlar, azim ve gayretle, bu eksikliklerini başka mahâratlerle kapatıyorlar.

Londra’nın, görüş mesâfesini sıfır noktasına indiren ağır sisli havalarında, âmâ rehberler, adres bulmada en büyük yardımcı güç oluyorlarmış. Bu yüzden, Braille alfabesi olmadan da, destanlaşmış “âmâ” hikâyeleri yazılmıştı. Braille adıyla gelen okuma fırsatı, “âlâ”yı “aliyyü’l-âlâ” yapan biberli sos oldu.

Tabiî ki, eksikliğinden hüzün duyulan tek uzvumuz göz değil. Daha birçok et ve kemik parçamız, yokluğunda yeise sebep oluyor.

Sultan IV. Mehmed Han (1648-1687) devrinde meşhûr olmuş hattatlarımızdan biri “Bî-Dest ü Bî-Pâ Mehmed Efendi” dir. İsminin önündeki uzun sıfattan da anlaşılacağı gibi, “elsiz ve ayaksız” doğan (veya kalan) bu “azîm âbidesi”nin, ağzı ve dişleriyle tuttuğu kalem, kamış, fırça gibi âletler, “hüsn-i hat”tın zirvelerinde dolaşmıştır.

Mutluluğun altın anahtarı; yukarıya değil, aşağıya bakmaktır. Gönül gözünün gördüğünü görünceye kadar, vücud gözünü idmana çıkarmalı… İdman sonunda, farkına varamadığımız nice hârika, su yüzüne çıkacaktır.

“Dünyâ’nın Yedi Hârikası” diye bir liste yapmışlar. Sanırsınız ki, bu -hâşâ- ilâhî menşe’lidir. Sayısını altıya indiremez, sekize çıkaramazsınız.

“Yedi Harika”nın hepsi de antik ve pagan dönemin temsilcileri. Mısır’daki ehramlar hâriç, altısı, zâten yerini esen yellere terk etmiş.

Bilgi yarışmalarında, bulmacalarda temcid pilâvı gibi önümüze sürülen bu Batı komprimesi; Türk-İslâm medeniyetini aşağılama vesîlesi yapılmaktadır.

Önüne, “Dünyâ”nın adı konarak, milletlerarası hüviyet ve dokunulmazlık kazandırılan bu “Yedi Hârika” masalı; başta İstanbul’daki câmiler olmak üzere, kıtâlar boyu bir imâr meltemi estiren Sinan’a konmuş, büyük mü büyük propaganda vizesidir.

Meselâ; Selîmiye, Süleymâniye, Tac-Mahâl gibi; “Yedi Hârika” listesindeki adı var, kendi yok rivâyetimsilere meydan okuyan, dimdik ayakta duran “şâh-eser”ler, hangi “hârika” tasnifinin içinde yer alacaklardır?

İçimizdeki kuru ve mânâsız Batı hayranlığını, özentisini terk etmedikçe, özümüze dönüp kendi muhteşem dünyâmızın hârikalarını listeleyemeyiz.

Vaziyeti idâre ederek, alınması lâzım gelen tedbirler için, sâdece palyatif mantıkla deve kuşu hâlleri göstermek; başımızı ha bire kumun derinliklerine gömmek, bizi her bakımdan bukalemuna döndürdü. Rûhsuzluğumuzun en bâriz misâllerinden biri, İstanbul’un “orta yeri”nde, Şehzâdebaşı’ndaki tabelâ üzerinde, aylardır -hem de Belediye Sarayı’nın önünde- boynunu bükmüş bekliyor. Mimar Sinan’ın san’atında kilometre taşlarından olan “Şehzâde Câmii”nin adı, o tabelâda “Şehzâdebaşı Câmii” diye yazılmış. Hâlbuki, bu isim câmiin değil, câmii çevreleyen semtin adıdır. Bu cehâletle, “Yedi Hârika”nın neresinde durabiliriz?

Hilkat mayasında bol miktarda “merak” bulunan insan; şu veya bu şekilde bulmaca, muammâ çözmeye bayılır. Bunu, sâdece gazete ve mecmuâların bulmaca köşelerine, ilâvelerine sıkıştırmamak lâzım. Daha geniş bir dâire içinde, hayâtın her safhasında, değişik mekânlarda “merak giderici” amelimiz bulunmakta.

Zekâ keskinleştirmenin en meşhûr ve en mâlûm yollarından “muammâ” halletme, târihin bütün çağlarında çadır kurmuş.

Ecdâdımız, gerek halk şiirinde, gerekse divân mısrâlarında, şifreli kelimeler kullanmayı pek severmiş. “Ebced” denilen “târih düşürme” san’atı da, bu sevginin bir tezâhürü olarak ortaya çıkmış.

Harflere izâfe edilen rakam değerleri toplanıp sayıyı, onlar da bir araya gelip murâd edilen yılı karşılamışlar. Bu, öyle sanıldığı kadar kolay ve de harc-ı âlem bir matematik hesâbı değil. İşin içine, san’at ve bediî zevk kalitesi girince; iyi hesap yapmak, pek öne çıkamıyor.

Hicrî 941, milâdî hesapla 1534 yılı, Bağdad’ın Osmanlı kuvvetleri tarafından fethedildiği zamânı gösteriyor. Fuzûlî, Kaanûnî Sultan Süleyman’ın şehre girişini, kendine yaraşır asâletle:

“Geldi burc-ı evliyâya Pâdişâh-ı nâmdâr” diye selâmlıyor.

İmâm-ı Âzam’ın da aralarında bulunduğu evliyâ, Bağdad’ın semtlerini âdetâ paylaşmış gibidir. Bu yüzden, Bağdad için “burc-ı evliyâ” denmesi, bir fotoğraf tesbitidir.

Belgrad, Rodos, Macaristan gibi şehir, ada ve ülkelerin fâtihi olan; Alman seferi ile Avrupa’da tsunami harekâtı yaptıran Kaanûnî Sultan Süleyman, “nâmdâr” ötesidir. Bu estetik teksîfin, visâl yerinde 941 sayısına kavuşması, ancak Fuzûlî kâbı ile mümkün. “Ebced”e kaymaklı ekmek kadayıfı lezzeti veren de bu “kâb” olmalı….

 

Orkun'dan Seçmeler