Ana Sayfa 1998-2012 AB’NİN SON ÇİFTE STANDARDI

AB’NİN SON ÇİFTE STANDARDI

Hatırımızdan çıkmasına imkân yok; Kıbrıs’taki referandum sırasında AB sözcüleri “Eğer KKTC’de evet oyu çıkarsa, ona uygulanan yaptırımları kaldırmak veya en azından hafifletmek” sözü vermişlerdi. Kuzey Kıbrıs’ta ortaya çıkarılmış bulunan yeni tip politikacılar da onların bu sözlerine safiyâne inanmış, evet oyunu desteklemişlerdi. Oylamadan sonra da bir süre yaptırımların kaldırılması, sonraları hafifletilmesi sözleri ortalıkta dolaştı. Derken yavaş yavaş sessizlik dönemine girildi, bunlardan pek bahsedilmez oldu.

Nihayet, Haziran ayı ortalarında AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Gunther Verheugen, kendisini ziyaret eden KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat’a AB’nin KKTC ile doğrudan ticaret yapamayacağını bildirdi. Sadece Yeşil Hatla ilgili bazı iyileştirmelerin yapılabileceğini ve bir de yapısal fon yardımı adı ile bir miktar para verileceğin ifade etti. KKTC’ye yönelik açılımlar konusunda ellerinden başka bir şey gelmediğini tebliğ eden Verheugen karşısında Talat’ın düştüğü durum yürekler acısı. Belki bunun da pişkinlikle karşılanıp hiçbir şey olmamış gibi davranılması mümkün. Ama, kandırılmış olmanın hüznü yüreklerde hiçbir sızıya sebep olmasın, işte o mümkün değil. Söz konusu Talat bile olsa.

Ambargonun kaldırılması, ticarî ilişkilerin başlaması filân bir tarafa, Kıbrıs ve Kıbrıslı Rumlar konularında Türkiye ayrıca sıkıştırılıyor. AB Brüksel Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde yer alan Güney Kıbrıs’ın Gümrük Birliği kapsamına alınması için Türkiye’ye çağrı yapılması şeklindeki ifade daha da ağırlaştırıldı. AB’nin yeni üyesi Güney Kıbrıs’ın temsilcileri çağrı yerine davet kelimesinin kullanılmasını kabul ettirdiler.

AB diyor ki: “KKTC bizim isteğimize uydu, harcadığımız propaganda paralarını boşa çıkarmadı ve evet oyu verdi. Buna karşılık, pek güvendiğimiz Güney Kıbrıs’tan hayır oyu çıktı. Bu durumda mükâfat olarak Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a ekonomik ve ticarî imtiyazlar tanımasını istiyoruz. Buna karşılık, biz KKTC’ye bu yolda hiçbir şey yapmıyoruz.”

Bu çifte standartlarda Avrupa eskiden beri pek mahirdir. Şimdi bunun yeni bir örneği ile karşı karşıyayız. İyiye ceza, kötüye mükâfat. Bunun yakın tarihimizde o kadar çok örneği var ki, say say bitmez.

Her şeyi bir kenara bırakalım, sadece Balkan Savaşı’nı hatırlayalım. Kışkırtıp arka çıktıkları Balkan ülkeleri Osmanlı Devleti’ne saldırdığı sırada, savaşı Türklerin kazanacağını tahmin eden Avrupa devletleri, kim kazanıp kim kaybederse etsin savaş sonunda sınırların değişmeyeceğini garanti etmişlerdi. Ama, tahminlerin aksine Osmanlılar bozguna uğrayınca bu sözlerini bir çırpıda unutup Rumeli topraklarını Balkanlı müttefikler arasında paylaştırıverdiler.

Millî hâfıza zayıflayınca yakın geçmiş de unutuluyor. Hele yeni yetişen nesiller o gerçeklerden tamamen habersiz kalıyor. Sonra da işte KKTC’de olduğu gibi faka basıyorlar.

Ama, iş işten de geçmiş oluyor.

Bu son gelişme de yüzümüze vurulmuş bir şamar gibi ortadayken, Avrupa Birliği’nin hangi sözüne inanmak gerek? Sözünü tutmayan, hattâ tam tersini yapan bir anlayış, Türkiye’nin neleri feda ederek yaptığı hamleleri görmezden gelemez mi? Müzakere tarihi verilmesini millî hedef hâline getirmenin bu durumda ne anlamı var? O tarih 2004 sonunda verilse bile Türkiye’nin önüne daha nelerin çıkarılacağını kim bilebilir? Kayıtsız şartsız teslim alınmış bir Türkiye, Anayasasına Hristiyanlığı resmen yerleştirmeye çalışan bir Avrupa Birliği içinde ne kıymet ifade eder?

 

Orkun'dan Seçmeler