Nâmık Kemâl’in “Vatan Yâhut Silistre” piyesinin adı, fevkalâde bir “vatan” târifidir: “Silistre, vatandır; vatan, Silistre’dir.” Bu nefis söz teksîfini, kademe kademe aşağıya çekerek evinize, hattâ odanıza, mutfağınıza kadar vatan kokusu taşıyabileceğiniz gibi; aynı usûlle irtifâ kazandırıp nehirler, dağlar, denizler, kıt’âlar boyu uzanan vatan coğrafyasını da görebilirsiniz.
“Vatan Yâhut Silistre”, bütünün parçayı, parçanın bütünü bihakkın temsîl edişinin, şaşmaz formülüdür. Böyle bir vatan kabullenişinin en acı ve de yürek yakan tarafı, “Silistre”sizliğe katlanmaktır. Nâmık Kemâl’in oğlu bile, Silistre’ye pasaportsuz gidememiştir. Çıplak hakîkatin gözümüze gösterdiği sun’î sınırlara bakarsanız, Silistre dışımızda kalmıştır. Lâkin, Türk’ün gönül bahçesindeki Silistre, hâlâ “vatan”dır. O bahçede yer alan daha nice vatan büyüklüğünde Türk şehri, kalesi, kasabası, buram buram hasret tüttürmektedir, “Böğürdelen” gibi…
Böğürdelen, Belgrad’ın fethine, yâni daha yukarılardaki bir hedefe yönelişin alt yapısı hükmünde Türk vatanına dâhil edilen, ismiyle müsemmâ kalenin adı. “Yandan vuran istihkâm” mânâsına “Böğürdelen” denmiş ama, zâten onun bu isimle birlikte, ayrıca bir tavzîhe ihtiyâcı bulunmuyor. Sâdece, delinecek “böğür”ün Belgrad’a âit olduğunu bilmek yeter. Gerisi, bu şiirli ismin mazrûfunda ipe dizilmiş bekliyor.
Orta Almanya’dan başlayarak, Avrupa’nın Karadeniz’e uzanan pek geniş kısmını, tek başına Tuna Nehri ile açıklama imkânı vardır. Bu güzergâhdaki düzine hesâbındaki devlet, varlığını Tuna’ya borçludur. Yine bu devletlerin ezici çoğunluğu, denizle irtibâtı olmaksızın, Tuna sâyesinde donanma sâhibidirler.
İlk çıkış yerinden denize kavuştuğu deltaya kadar, Tuna’ya irili- ufaklı pek çok nehir, çay, dere katılır. Bu Tuna kolları arasında, bir ülkeyi ihyâ edecek ölçüde büyük debili olanlar vardır. Sava, bu tarz bir Tuna koludur. Sava ile Tuna’nın birleştiği kıstakta Belgrad kurulmuştur. Belgrad, İstanbul gibi üç tarafı su ile çevrili bir şehir güzelidir. Bir tarafında Tuna, bir tarafında Sava, önünde de Sava’lı Tuna, mevsimleri birbirine ekleyerek akar durur. Bizim “Belgrad” dediğimiz şehrin Batı dillerindeki umûmî söylenişi “Beograd”. Mânâsı da “Beyaz Şehir” demek. Beyazlığın kaynağı, Tuna ile Sava’da gizli.
Sava Nehri’nin Tuna’yla henüz birleşmediği ama, bu kavuşma noktasına çok yakın bir sâhilinde, Belgrad’ı böğründen delecek mesâfede kurulmuş Sabac Kasabası, üstün stratejik değerini, târih boyunca muhâfaza etmiştir. Sabac’dan önce, aynı yerde “Zaslon” adıyla bir palanka yapılmıştı.
İstanbul’un fethinden sonra, Doğu’da da, Batı’da da pek çok düşman kazanan Fâtih Sultan Mehmed, hâzık bir hekim hassâsiyetiyle her iki yöndeki vaziyeti teşrîh masasına yatırmıştı. Batı istikâmetindeki manzarayı; Mora, Arnavutluk, Memleketeyn(Eflâk ve Boğdan), Sırbistan, Macaristan ve Venedik karelerine ayıran Büyük Türk Hâkânı, Orta Avrupa ile Balkan Yarımadası’nın haritasını kasnağına geçirip, gergefini işlemeye başladı.
Mora, Arnavutluk, Eflâk ve Boğdan, çoğuna Pâdişâh’ın bizzat katıldığı seferlerle itaat altına alınmasına rağmen, Sırbistan ile Macaristan, İstanbul Fâtihi’ne rakîb olmak gibi bir bahtsızlıkta ısrâr ettiler. Daha Yıldırım Bâyezîd zamânında Osmanlı Devleti’ne tâbi kılınan Sırbistan’ın, arkasındaki Macaristan’a güvenip boyundan büyük işlere kalkışması, Fâtih’in arka arkaya dört Sırbistan seferi düzenlemesine yol açtı. Bunlardan 1456 yılına rastlayan üçüncüsünde Belgrad da kuşatıldı. Sultan İkinci Murâd Hân’ın ilk denemesinden sonra, Belgrad önlerinde tekrar görünen Osmanlı ordusunun başında Sultan Mehmed bulunuyordu. Tuna’ya sevkedilmiş 200 çekdirilik “İnce Donanma”, çoktan Belgrad sularına ulaşmıştı.
Belgrad, o dönemde Macarların elindeydi. Şehir, çok iyi tahkîm edilmişti. Sultan Murâd-ı Sânî devrinden beri Macar milletinin efsânevî kahramânı olmayı başarmış Hünyâdi Yanoş, hâlâ şöhretini muhâfaza ediyor, Avrupa Hristiyan dünyâsında pek itibârlı bir mevkide bulunuyordu.
Hünyâdi Yanoş’un tahrîk ve gayretiyle Papa harekete geçmiş, hemen bir Haçlı koalisyonu teşekkül etmişti. Hünyâdi’nin komuta ettiği bu Avrupa ordusu, Segedin’de toplanmış, oradan da Belgrad’a yürümüştü.
Kabarık sayıdaki düşman kuvvetlerini Belgrad önünde karşılayan Fâtih Sultan Mehmed, kendinin kalça kemiğinden yaralanması, çok değerli komutanlarımızdan Rûmeli Beylerbeyi Dayı Karaca Paşa’nın şehîd olması üzerine, Belgrad’ı bir başka bahâra bırakarak geri çekildi(Temmuz 1456). Ağır yaralanan Hünyâdi Yanoş ise 11 Ağustos 1456 günü öldü. Kısacası, 1456 yılının Belgrad’lı h ikâyesi, her iki taraf için de hazîn sayılacak bir neticeye bağlanmıştır. İşte bu hüzün tablosundan geriye kalan bir sevinç molası vardır ki, adına Sabac diyorlar. Belgrad’ın böğrünü topla dövecek yakınlıktaki bu sâbık “Zaslon” palankası, bu sefer sonunda Türk hâkimiyetine girmiştir. Dolayısıyla Sabac, Belgrad’ın ilerideki fethine atılan ilk düğüm diye düşünülebilir.
İlerleyen yıllar içinde, Sabac’da, bir kısmı ahşapdan, bir kısmı toprakdan olmak üzere, çok uzaklardan görülebilecek bir kale inşâ edildi. Bu kaleye yerleştirilen topların namluları, Belgrad’ın böğrüne çevrilmiş vaziyette durduğundan, ârif ve kıvrak zekâlı Böğürdelen Türkleri, yaşadıkları yere “Sabac” yerine “Böğürdelen” demeye başladı. Çok geçmeden, eski adı unutulup, “Böğürdelen” söylenişi resmîyet kazandı.
Hem Avusturya’nın, hem de Macaristan’ın güney topraklarına hâkim noktada yer alan Böğürdelen; Osmanlı merkezî güçlerinin Anadolu ve Kırım meşgûliyetlerini fırsat bilen Macar Kralı Mathias Corvinus tarafından ablukaya alındı. Üç ay kadar süren ve Kale’deki bir avuç Türk’ü çâresiz durumda bırakan kuşatma sonunda, Böğürdelen elimizden çıktı(Şubat 1476). Fethinden başlayarak yirmi yıl Türk idâresinde kalan ve bu ilk tanışma faslını zihnine tatlı bir rûyâ olarak yerleştiren Böğürdelen, çok uzun sürecek ikinci Türk devrini hasret ve iştiyâkla beklemeye başladı.
Böğürdelen, 1476’dan 1521’e kadar 45 yıl, Türk sonrası Macar dönemi yaşadı. Eski yarı ahşap, yarı toprak kalesi yıkılarak, tamâmen taştan yeni bir hisâr yapıldı. Bu hâliyle Böğürdelen, “Macar” damgalı muhkem kaleler kâfilesine katıldı.
Sultan İkinci Bâyezîd’in saltanat döneminde, 1492 yılındaki Osmanlı muhâsarası, nehirden takviye alamadığı için neticesiz kaldı ve Böğürdelen’in statüsünde herhangi bir değişiklik olmadı. Bundan sonra, Bâyezîd-i Velî devrinin “Şâh İsmâil ve Şehzâdeler Mücâdelesi” başlıklarıyla târih önüne çıkan gâileleri, pek çok iş gibi, Böğürdelen’i de unutulanlar paragrafına gönderdi. Yavuz Sultan Selîm’in, tam Batı’ya döneceği sırada Hakk’a dönmesi, Böğürdelen’li sözleri boğazımıza düğümledi.
Kaanûnî Sultan Süleyman, Osmanlı Tahtı’na oturduğunda, Dünyâ’yı terâziye koydu. Türk Devleti’yle uzaktan-yakından münâsebet tesis etmiş memleketlerin defterlerini gözden geçirdi. Macaristan’a sıra geldiğinde gördü ki, birden fazla küstahlık yeltenişi var.
Sultan Süleyman Hân’ın cülûsunu haber vermek maksadıyla gönderilen Behram Çavuş’u, daha sınır kapısında zincire vurduran, bilâhere de idâm ettiren Macar Kralı II. Lui(Layoş), epeyi zamandır, vermesi gereken vergileri de göndermemişti. Üstelik, Yavuz devrinden beri Avrupa’ya müteveccih Sefer-i Hümâyûn yapılmayışını bir zâfiyet belirtisi şeklinde anlayan bu Layoş Kral, Türk topraklarına tecâvüze de başlamıştı..
Macarların, bu mesnedsiz vukuâtı, çiçeği burnunda Süleyman Hân’ın vaziyete el koymasına, âdetâ dâvetiye çıkarıyordu.
O sırada Avrupa’nın en geniş ve güçlü Hristiyan devleti, Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu idi. Merkezinde Almanya’nın oturduğu bu devlet, siyâsî evliliklerin de yardımıyla, Fransa ve İngiltere’nin dışındaki, Osmanlı’dan arta kalkan Avrupa’nın tamâmına sâhip görünüyordu. Charles-Quint(Karlos) adındaki Alman İmparatoru, kardeşi Ferdinand’ı da Avusturya’nın başına getirmişti. Charles-Quint’le Ferdinand’ın kızkardeşi ise, Macar Kralı II. Layoş’la evliydi.
II. Layoş’un, Osmanlı Devleti’ne karşı efelenmesinin arkasında Ferdinand ve Charles-Quint’in verdiği destek, güven vardı.
Behram Çavuş’un öldürüldüğü haberi İstanbul’a ulaştığında, Macaristan üzerine yürümenin ve Türk Devleti’ne karşı gösterilen densizliğin hesâbını sormanın farz olduğuna karar veren Sultan Süleyman, 18 Mayıs 1521 günü, Dâvûd Paşa Sahrâsı’nda kurdurduğu ordugâhından, Macaristan üzerine harekete geçti.
Yavuz Sultan Selîm’in son, Kaanunî Sultan Süleymân’ın ilk Sadr-ı âzamı olan Pîrî Mehmed Paşa, bu Sefer-i Hümâyûn’da Pâdişâh’la birlikte bulunuyordu. Başlangıçtan 1922’ye kadar vazîfe yapmış toplam 215 Osmanlı Sadr-ı âzam’ı arasında, en üst sıralarda yer alan Pîrî Mehmed Paşa, Sultan Selîm-i Evvel’in, İran Seferi’nde keşfettiği ve son yıllarında Mühr-i Hümâyûn’u verdiği müstesna bir şahsiyettir.
Kaanûnî’nin, ilk seferinde, yanında Pîrî Mehmed Paşa gibi bir tecrübe ve vakar âbidesinin bulunuşu, hem Sultan nâmına, hem de milletimiz, devletimiz hesâbına kaydedilecek pek mühim tâlih puanıdır.
Genç Türk Hükümdârı, II. Layoş’a, onun anlayacağı dille hitâb etmek için yola çıkmıştı ama, hatt-ı hareketin esasları husûsunda son karârını vermemişti. Üçüncü Vezîr Ahmed Paşa, Macaristan içlerine dalarak Budin’i kuşatmayı ve Layoş’a haddini bildirmeyi teklif ederken; Pîrî Mehmed Paşa, Belgrad alınmadan yapılacak her türlü askerî harekâtın boşa gideceğini ve maksada ulaşamayacağını söylüyordu. Pâdişâh, Sadr-ı âzam’dan sâdır olan tavsiyeye uydu ve Edirne’den sonraki menzîl rotası, Belgrad olarak taayyün etti.
1683’de, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın; Yanık Kale(Györ)’yi ardında bırakarak Viyana önlerine varmasında, nasıl telâfisi imkânsız bir hatâ işlenmişse; Belgrad’ı almadan Budin’e yürüyecek Kaanûnî de, benzer bir yanlışı yapmış olurdu. Pîrî Mehmed Paşa’nın kâbı, hatâyı sevâba çevirecek kıratta idi ve onu dinleyen Süleyman Hân da, attığı ilk askerî adımı zaferle tâclandıracaktı.
Belgrad, çok müstahkem bir şehirdi. Onu ele geçirmek isteyenin, nehir unsûrunu da hesâba katması ve değerlendirmesi lâzımdı. Edirne’den, hedefi belli bir harekât için yola çıkan kara ordusuyla berâber, Tuna’nın Karadeniz ağzından giren 50 gemiden mürekkeb “İnce Donanma”, Dânişmend Reis kumandasında olarak Belgrad’a gönderilmişti.
Belgrad, 1521 yılında, Türk-Macar hudûdundan 20 km kadar ileride bulunuyordu. Sultan İkinci Murâd Hân ile oğlu Fâtih’in daha önce iki def’â kuşatıp da alamadığı bu şehir, neredeyse bir asırdır Türk’ün büyük hedefi, yâni “kızıl elma”sı olmuştu. Avrupa’nın daha ötelerdeki bölgelerine yönelecek Osmanlı Devleti için, Belgrad, mükemmel bir üs ve ileri karakol olacaktı. Bu yüzden, muhakkak ele geçirilmesi lâzımdı.
Filibe, Sofya üzerinden Niş’e ulaşan Ordu-yı Hümâyûn, burada yorgunluğunu atacak zamânı buldu. Niş menzîlıinde kurulan Ordugâh’da, Sultan Süleyman, devlet erkânıyla son bir değerlendirme yaparak, Pîrî Mehmed Paşa’nın fikrine itibâr ettiğini, bir def’â daha ifâde buyurdu. Aynı Niş müzâkeresinde, Belgrad’ın muhâsarası için çok teferrûâtlı bir plân yapıldı. Bu plânın ilk maddeleri arasında, Böğürdelen’in zaptı da yer alıyordu. Hemen Dânişmend Reis’e de ulak gönderilerek, Sava’nın Böğürdelen sâhilinde tedbir alması bildirildi.
Rûmeli Beylerbeyi Ahmed Paşa’nın başında bulunduğu kara ordusu ile Dânişmend Reis’in kumanda ettiği İnce Donanma, 7 Temmuz 1521 günü Böğürdelen’i, 65 yıl sonra yeniden Türk Devleti’ne kattı.
Böğürdelen, Kaanûnî Sultan Süleymân’ın ele geçirdiği ilk kale olması bakımından ayrı bir husûsiyet taşır. Sultân’ın kendisi de bunun farkındadır ve Böğürdelen’e girip de mûtad merâsim başlayınca; askerin, vüzerânın ve târihin şâhidliğinde:
“- Evvel aldığım kâl’adır, âbâd ola!.”
cümlesini, çağlara gönderilen bir fermân hükmünde, Sava’nın sularına haykırmıştır.
Böğürdelen’in istirdâdı, Türk târihine “Muhteşem” renk, ses ve kokular yaşatacak bereketli bir devrin önsözü olduğu için, sonraki gelişmelerin “uğur”u şeklinde de görülmüştür. Daha Pâdişâh Böğürdelen’deyken, Pîrî Mehmed Paşa’nın Zemlin’i fethettiği haberi gelmiş, Belgrad’ın düşürülmesine âit son kararlar da, yine Böğürdelen’de alınmıştır.
Böğürdelen’le Kaanûnî Sultan Süleymân’ın bir arada göründüğü o kutlu günler, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi’nin billûr damlalar hâlinde önce Sava’ya, oradan da Tuna’ya düştüğü, çok kıymetli ve nâdir bir zaman parçasıdır.
Türk Hâkânı’nın :”Evvel aldığım kâl’adır, âbâd ola!..” emrini vermesi, Batı’da Charles-Quint’in, Doğu’da da Tahmasb’ın anlayabileceği cinsden bir icraat değildir.
Ele geçirdikleri kaleleri, şehirleri, ülkeleri yakıp-yıkan, taş taş üstünde bırakmayan, hattâ, “kan akıtmama sözü verip de, mâsûm insanları diri diri toprağa gömen” zavallı zihniyetler, bu “âbâd ola!..” emr-i şâhânesi karşısında ne kadar çâresiz ve de büzülmüş duruyorlar.
“Âbâd” etme maksadına yönelmiş bir hâkimiyet anlayışı ile fetih gayreti, insan haysiyetini en üst seviyede gözeten ve ona hürmet eden bir cehdin kartvizitidir.
Böğürdelen, en çok bu Kaanûnî’li fotoğraf ile siyâsî mecrâdan çıkıp, medeniyet bahçemize “has gül” olmuştur. Sava kıstağının Tuna’ya bakan bu küçük, mütevâzı beldesi, kocaman bir “Türklük Gülistânı”na, sırf “âbâd” edilmenin sembolü bilindiği için, destûrsuz girip oturmuştur.
Amerika’nın dip-bucak her yanını istilâ eden Avrupalıların, orada ortaya koydukları vahşet; hem insâf ve vicdân sâhibi Batılı kalem ehli, hem de öteki kıt’âların sâkinlerince ciltler dolusu kitaplara aktarılmıştır. Yine aynı tablonun içinde yer alan Afrika’dan Amerika’ya zencî ticâreti ve insanı köleleştirme çalışmaları, Böğürdelen’de yükselen Türk sesinin yanında ne kadar yabancı ve günahkâr duruyor.
“Eşref-i mahlûkât” olarak “ahsen-i takvîm” üzre yaratılan insanın, en ziyâde “muhterem” görüldüğü medeniyet, tereddüdsüz Türk-İslâm medeniyetidir. Bu medeniyet dâiresini, rekor teşkîl edecek uzunlukta elinde tutan siyâsî teşekkül ise, Osmanlı Devleti’dir.
Osmanlı Devleti’nin, insan haysiyetini merkez edinen bir temel üstüne oturtulduğu, hem Ertuğrul Gâzî’nin oğlu Osman’a vasîyetinde, hem de daha ilk fethedilen Bizans kalelerindeki icraatda, açık-seçik görülmüştür. Bu devletin kuruluşuna rastlayan yıllar; başta Türk adâleti olmak üzere, bizim ışıklı Dünyâ görüşümüzün, silâhdan daha çok işe yaradığını ve yeni fetihleri kolaylaştıran bir propaganda gücüne ulaştığını anlatır. Bizans’ın ve özellikle Bursa çevresindeki sıra sıra tekfûrun, kendi ahâlisine revâ gördüğü hayat tarzı, Türk’ün “kutarıcı” telâkkî edilmesinde başrolü oynuyordu.
Bütün bunlar, Böğürdelen’i “âbâd” etmek için alan Sultan Süleymân’ın, hangi pınardan su içtiğini gösteriyor. Kaldı ki, o, bizim “Kaanûnî” dediğimiz tek hâkânımızdır. Onun ismine akseden hukûkî şahsiyeti, en çok bu “âbâd” kelimesine ihtişâm katmaktadır.
Dîvân şiirinin Anadolu coğrafyasındaki ilk temsilcilerinden Hoca Dehhânî, hayli tanınan bir gazelinde:
“İster isen milk-i hüsn âbâd ola, dâd eyle kim,
Pâdişehler dâd ile milkini âbâd eyledi.”
diyor. Bu Dehhânî beytindeki “pâdişâh” târifi, Kaanûnî’ye ne kadar uyuyor ve yakışıyor. Sanki, Kaanûnî’den 300 sene önce yaşamış Dehhânî, 1521’de Osmanlı ordusuyla Böğürdelen’e girmiş de, Sultan Süleymân’ın: “Evvel aldığım kâl’adır, âbâd ola!..” dediğini, onun yanı başında duymuş gibidir.
1688, 1695, 1717 ve 1788’de kısa vâdelerle elimizden çıkan Böğürdelen, 1806’da Rusya’nın kışkırttığı Sırplara geçti. Macarlardan fethettiğimiz nice Tuna karyesi gibi, Böğürdelen’i de hiç hesapta olmayan Rus emellerine kurban verdik.
1521- 1580 arasında Rûmeli Eyâleti’ne bağlanan Böğürdelen, 1580’den sonra Semendire ve İzvornik sancakları içinde Bosna Eyâleti’nin idâresine verildi. Köy büyüklüğünde elimize geçen Böğürdelen, ilerleyen yıllarda önce nâhiye, nihâyet kazâ statüsü kazandı.
Osmanlı sosyal nizâmında, şahıs isimleri arasında yapılacak bir araştırma seyâhati, çok farklı ve de enteresan neticelere ulaşır. “Abdullah” adı, daha ziyâde “mühtedî” Osmanlı vatandaşlarının rağbet ettiği bir kelime olmuştur. İstisnâları bulunmakla berâber, daha birçok “abd” ile başlayan isim, Hristiyan veyâ Mûsevî iken Müslüman olan Osmanlı tebaasının tercihi olarak görülmüştür.
1533 yılında, yâni, Kaanûnî’nin istirdâdından 12 yıl sonra tanzîm edilen Böğürdelen yıllığı(icmâl defteri)na göre, Müslüman mahallelerindeki hâne reislerinin ezici çoğunluğu “Abdullah” adını taşıyor.
Başta askerî ve mülkî personel olmak üzere, Rûmeli ve Anadolu’nun Türk sekenesinden, Böğürdelen’de vazîfe alan, hattâ devlet tarafından burada iskân edilen kalabalık Müslüman ahâli, ayrıca kayda geçmiştir. Lâkin, “Abdullah”ların çokluğu, kendi rızâsıyla Müslüman olan Böğürdelenlileri göstermesi bakımından dikkati çekiyor.
Arâzisinin sulak ve verimli oluşu yüzünden, Böğürdelen, kıymetli topraklardan sayılmış, hattâ 1548’den başlayarak “Pâdişâh Hassı” muâmelesi görmüştür. Önce bir olan câmi sayısı, zamanla dörde çıkmıştır.
Bugün, Sırbistan’ın içinde kalan ve yeniden Sabac adına dönen Böğürdelen, orta büyüklükte bir şehirdir. Kasaba ölçülerini aşarak, her bakımdan önemli hâle gelmiştir.
Ötüken’den, Balasagun’dan, Kâşgar’dan, Urumçi’den, Akmescid’den, Köstence’den, Plevne’den, Niğbolu’dan, Silistre’den, Estergon’dan, Budin’den, Uyvar’dan Yanık Kale’den, Kanije’den, Halep’den, Bağdad’dan, Bingâzî’den hangi dâü’s-sıla aromasını alıyorsak, Böğürdelen’den de aynı hasret kokusu geliyor.
Milletlerin, zaman zaman kendi yüzlerine tutacağı “Böğürdelen” gibi aynalara ihtiyâcı vardır. Ner var ki, her milletin târihinde, bizimkine benzer bir “Böğürdelen” berraklığı yoktur.
Başından sonuna kadar; insana yaraşır adâlet, sosyal hayat, vicdan rahatlığı ile vatan toprağımıza kattığımız; ilk günden itibâren “âbâd” etme cehdine giriştiğimiz Böğürdelen ve onun sıcacık hikâyesi, Türk’e gurûr veren bir mevkide duruyorlar.
Geçmişle övünmenin, insanı yanlış adreslere götüren birtakım reçete hatâları varsa da; bilhassa Kıbrıs, Kuzey Irak, Batı Trakya, Karabağ başlıklarıyla yaşatılan mahcûbiyet ve boyun büküklüklerini silkip atmanın sağlam yolu, Böğürdelen mâcerâmızı iyi bilmekten ve bunu millî mefâhir torbasına itinâ ile yerleştirmekten geçiyor.
Târihinde “Böğürdelen”li silkinme sebebi bulunan bir milletin, öyle bir-iki haddini bilmezin isitiskâl hevesine boyun eğmesi, pabuç bırakması düşünülemez. Düşünenlerin, hesâbında bozukluk vardır…