DIŞ politikamızı özetleyen, slogan şeklindeki şu iki cümle, sık sık kullanılır. Birincisi: Yurtta sulh, cihanda sulh. İkincisi: Bizim, kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Başkalarının da toprağımızda gözünün olmamasını arzu ederiz.
Yurtta sulh, kendi iç meselemizdir. Dış politika ile ilişkilendirilemez. Yine de doğru bir hedeftir. İç barışı sağlayamayan devletler güç kaybına uğrarlar. Dünyada sulh isteği de şüphesiz doğru bir hedef olmakla birlikte, tek taraflı irâde ile gerçekleştirilmesi mümkün olmayabilir. İnsanlar arasında kavga olabilmesi için nasıl en az iki kişiye ihtiyaç varsa, devletler arasında da savaşmak için en az iki devletin karşı karşıya gelmesi gerekir. Dünyada sulh prensibinden ayrılmamak uğruna; sınır tecâvüzü, saldırı ve işgal gibi savaş sebeplerini yok sayamayız. O hâlde bu prensibimizi de tek başımıza uygulamak imkânına sâhip değiliz.
Kimsenin toprağımızda gözünün olmaması durumunu sağlayabilmiş isek, başkalarının toprağında gözümüzün olmaması bizim için kayıp sayılmaz. Ancak; kimsenin toprağımızda gözünün olmaması, başkalarının değilse bile, soydaşlarımızın yaşadığı topraklarla ilgilenmek hak ve vazifemizi ortadan kaldırmamalı. Bu görev ve mecburiyet, ırkçılık – Turancılık anlamında değil, insanî sorumluluk bazında ele alınırsa, milletlerarası ilişkilere uygun ve daha doğru bir değerlendirme yapılmış olur. Kaldı ki yirmi birinci yüzyılda, ülkelerin bölünmezliği, sınırların değişmeyeceği iddiaları geçerliliğini kaybetmiştir. Çekoslovakya’da, Yugoslavya’da bölünmezlik prensibi bir kenara bırakılabilmiş; İsrail, Ermenistan ve Yunanistan… sınırların değişmezliği prensibinin yazılı olduğu (varsayılan) belgeleri buruşturup yırtarak çöp sepetine atmışlardır.
Savaş, şüphesiz ki insanlığın karşılaşabileceği en büyük felâketlerden biridir. Özellikleri itibariyle terörü birinci sıraya yerleştirirsek; savaş, en büyük ikinci tehlike olarak düşünülebilir. Barış, medenî ve insancıl bir davranış. Fakat, “ne pahasına olursa olsun barış” diyebilmek lüksüne sâhip olduğumuz söylenemez. Âdil olmadığı sürece barış, tercih edilecek bir seçenek olmaktan çıkmış olur. Hararetli bir barış taraftarı olmak, gerektiğinde ise savaşı da göze alabilmek… onun için de savaşa hazır olmak, âdil bir barışı sağlayacak en uygun formül gibi gözüküyor.
Dış politikamızı özetleyen sloganlara ısrarla ve şartsız olarak bağlı olduğumuz sürece yarın endişelerimiz de gündemde kalacaktır. Yarınlarda neler olacağını plânlamışs ak, uygulamakta kararlı olduğumuzu komşularımıza kabul ettirebilmiş isek, yarın endişesi, umuda dönüşür. Dosta güven, düşmana korku veren bir ülke olmak, sanıldığı kadar zor değil. Özellikle Türkiye için.
Türkiye, bir dünya devleti olabilme potansiyeline sahiptir. Bu potansiyel bugüne kadar değerlendirilememiş olsa bile Türkiye, bölgenin en güçlü ülkesidir. Ekonomik istikrarsızlıklar, korkutucu boyutlardaki iç ve dış borçlar, işsizlik ve yaşamakta olduğumuz diğer olumsuzluklar… Türkiye’nin gücünü azaltmıyor. Aksine, bu olumsuzluklara rağmen ayakta kalmakla, güçlü olduğumuza ilişkin inancımızı destekliyor.
Türkiye’nin zaafı, yarınlarla ilgili projelerinin olmayışından kaynaklanıyor. Eğer olsa idi, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin Irak operasyonu karşısındaki tavrımızı daha kolay ve çabuk belirleyebilirdik. Kıbrıs konusunda önümüze konulan dayatmaları da.
Potansiyelimizin değerlendirilmesi konusunda siyasî iktidarlar, önde gelen sorumlular olmakla birlikte, tek unsur olarak görülmemeli. Ülkemizde sessiz çoğunluk olarak adlandırılabilecek grubun dışında kalanlar, çoğu zaman “Ne yapılabilir ki?” zihniyeti ile bekleme rahatlığını tercih ediyorlar. Çığırtkan azınlık denilebilecek bu grubun tavrı, resmî doktrin konumuna sâhip olabiliyor.
Çevremiz, yıllar öncesinden “Ne yapmak istiyorum?” sorusuna cevap bulmuş ve adım adım o hedefe ulaşmak için çalışan ve hattâ ulaşan ülkelerle çevrili. Olup bitenlerin bizim aleyhimize sonuçlar doğurma eğiliminde olması, örnek alınmasına engel teşkil etmemeli. Olumlu gelişmeler, yalnızca mükemmel örnekler göz önünde bulundurularak elde edilmez. Olumsuz gelişmelerden de alacağımız dersler vardır. İyilerden kötülük öğrenilmez. Fakat kötülerden, iyiliklerin neler olduğunu öğrenmek mümkündür.
Yunanistan’ın Megali İdeası, Ermenistan’ın Ararat hayâli, Rusya’nın, ideoloji hâline getirdiği Deli Petro’nun vasiyetnâmesi, İsrail’in vaat edilmiş topraklara ulaşma hedefi var. Türkiye’nin sloganlarla dışa vurulan ve aktif olmayan dış politikası, yakın ve (şimdilik) uzak komşularımızın belirledikleri hedeflere ulaşmasını engelleyebilir mi? Her şeyi, en sağlam kurumumuz olan Ordumuzdan bekleme lüksünden vazgeçmeliyiz. Savaş alanında kazandıklarımızı masa başında verdiğimizi göz önünde bulundurursak, o lüksü kullanma hakkımız da yok demektir.
Türkiye, en azından kendisinin de imzasının bulunduğu milletlerarası anlaşmalara, taraf ülkelerin sadık kalmasını istemek hakkını, dâima ve kararlı bir şekilde kullanmak durumundadır.
Türkiye’nin dış politikasına daha aktif bir ivme kazandırması, coğrafî bakımdan sahip olduğumuz jeopolitik ve jeostratejik konumunu iyi değerlendirmesi bekleniyor. Bir Balkan ülkesi olduğumuz kadar, Kafkas ülkesiyiz. Hem Karadenizli hem de Ege ve Akdenizliyiz. Aynı zamanda büyük Orta Doğu’nun önemli bir parçasıyız. Kelimenin tam anlamıyla Avrasyalıyız. Bu imkânlarımızı kısmen de olsa değerlendirme imkânı bulduğumuzda ve kullandığımızda daha farklı bir Türkiye’de yaşıyor olacağız. Siyasî iktidarlarla değişmeyen dış politikalar belirlenip millî hedefler hâline getirildiğinde; dostlarımız ve soydaşlarımız bize güvenecek, düşmanlarımız bizden çekineceklerdir.
DIŞ POLİTİKADA ÖNCELİKLER
Dış politikada her konu önemlidir ve önceliği vardır. Konulardan bir kısmı ele alınıp diğerleri beklemeye terk edilemez. Bir sıralama yapmak gerekirse, Türk Cumhuriyetleri ve sınır komşularımızla ilişkilerimizi birinci sıraya yerleştirebiliriz. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB)’nin dağılmasından bu yana geçen 12 yıl içerisinde, Türk Cumhuriyetleri ile siyasî, askerî ve ticarî ilişkilerimizi geliştiremedik. Hattâ ilk günlerdeki heyecanımızı kaybettik. On senelik zaman diliminin, milletlerin ve devletlerin hayatında kısa sayılabilecek bir süre olduğu iddia edilebilir. Doğrudur. Türk Cumhuriyetlerinin; Çarlık dönemi de dahil edilirse, yaklaşık 200 yıllık sürede, derinlemesine sovyetize edildiği de doğrudur. Fakat hiçbir mazeret başarının yerini tutmaz. Hiçbir mazeretin ardına sığınmadan başarısızlığımızı kabul edip sebeplerini bulmak ve gidermek mecburiyetindeyiz.
Sınır komşularımızla ilişkilerimiz içler acısıdır. Karadan sınırdaş olduğumuz 7 ülke var: Yunanistan, Bulgaristan, Gürcüstan, Ermenistan, İran, Irak ve Suriye. Hiçbiri ile ilişkilerimiz olması gereken şekilde değil. Yunanistan; Batı Trakya’daki soydaşlarımıza zulmediyor. Kıbrıs’ı almak istiyor. Kıta sahanlığı konusundaki ısrarı ile neredeyse Ege’de denize girmemizi engelleyecek. Megali İdea projesi ile, Aydın’a kadar İzmir’de, İstanbul’un bütününde ve Giresun’dan Artvin’e kadar Doğu Karadeniz’de gözü var. Bulgaristan’ın, yönetimi altındaki soydaşlarımıza yakın zamanlara kadar yaptıkları, Yunanistan’ın yaptıklarının altında değildi. Gürcüstan, soydaşlarımız Ahıska Türklerine vatana dönüş ve insanca yaşama hakkı tanımıyor. Ermenistan’ın Ararat Projesi ile toprak talebi var. Yıllar boyu Dışişleri Bakanlığımız mensuplarını adî cinayetlerle öldürüp durdular. Bir milletin iki devleti durumundaki Azerbaycan topraklarının % 17’sini işgal etmiş durumda. İran, Türkiye’ye kendi karanlık rejimini ihraç etmeye çalışıyor. Irak; Kerkük – Musul Türklerine hayat hakkı tanımıyor. Beşar Esat göreve gelinceye kadar Suriye; Hatay ve İskenderun’u istiyor, 30.000 vatan evlâdımızın katili terör şebekesini barındırıyor, besliyordu.
Bütün bunlara ses çıkarmadık. İç işlerine hiç mi hiç karışmadık. Irak – İran savaşında her iki ülke ile de iyi ilişkilerimizi sürdürdük. Savaş kışkırtıcılığı ve fırsatı değerlendirme açıkgözlülüğü yapmadık. Aksine, Saddam zulmünden ve Humeynî rejiminden kaçanlara kucak açtık. Bulgaristan 300.000 soydaşımızı sınır dışı etti, tek söz söylemedik. Cihanda sulh prensibimize aykırı düşecek en küçük bir teşebbüsümüz olmadı. Bırakınız topraklarında gözümüz olduğunu îmâ etmek, komşularımız rahatsız olmasın diye, resmî politikalarımızda, komşumuz olan ülke topraklarındaki soydaşlarımızın varlığını inkâr etme yoluna bile gittik.
Sonuç: Gerek sözü edilen ülkeler nezdinde, gerekse milletlerarası arenalarda Türkiye haksızdır ve suçludur. Demek ki, uyguladığımız politikalar yanlıştır. Tam tersini uygulamak bir çözüm olabilir mi? En azından denemekte yarar yok mu? Bunu devletin yapması uygun olmayabilir. Devletin kapalı desteğindeki güçlü sivil toplum kuruluşları aracılığı ile etkili olunabilir.
Noksanlarımız da var: Dışişleri Bakanlığımızda ve istihbarat – güvenlik kademelerinde komşu ülkelerin resmî dillerini ana dile yakın ölçüde bilen elemanımız var mı? Sınır bölgelerimizdeki okullarda, komşu ülkeye ait dilin ek ders olarak okutulması ile bu eksikliğimizi giderebiliriz.
Problemler; komşularımızdan kaynaklanıyor. Onların rejimlerinden ve biraz da, geçmişte himayemiz ve yönetimimiz altında bulunmalarının oluşturduğu komplekslerden… Engellerin tamamını aşmak, devlet olarak bizim görevimiz olmasa bile, çözüm yolları üretmekten âciz de değiliz.
Milletlerarası ilişkilerde göz önünde bulundurulacak temel prensipler bellidir. Hissî davranışlara yer verilemez. Dostluklar daimî, düşmanlıklar ezelî değildir. Devletlerin vicdanı yoktur, çıkarları vardır.
Komşularımızla olan ilişkilerimizde problem çıkarmamak için hassas davranmaya, dahlimiz olmadan çıkmış problemleri yok farz etmeye çalıştığımız sürece, komşularımızı, alabileceklerini zannettikleri her şeye el uzatmaları sebebiyle suçlamaya hakkımız olmaz.