Ana Sayfa 1998-2012 Türkiye’nin Pazarlanması için Yeni Oluşumlar

Türkiye’nin Pazarlanması için Yeni Oluşumlar

Çok uluslu şirketler ve onların temsilcileri, büyük sermaye ve sözcüleri kısaca mandacı “elit” Türkiye’de ne yapmak istiyor, kime hangi rolü vermek gayreti içerisinde?

İç ve dış güçler arasındaki iş birliği alanları nelerdir?

Bu sorular cevap beklemektedir.

Zaman zaman ABD’nin ve AB senaryolarının çakıştığı, zaman zaman da çeliştiği görülmektedir bu gelişimde.

Türkiye’deki gelişmelerin içerisinde hem Brüksel hem de Washington’un etkileri görülmektedir. Aşağıdaki ana başlıklarda dış güçler, çok uluslu şirketler (ÇUŞ), onların uzantısı iç güçler yani “iç ve dış elit” mutabakat hâlindedir. Mutabakat sağlanan başlıca hususlar:

1. Mevcut hükûmet âcilen yıkılmalıdır.

2. Geçici yeni bir oluşum yaratılmalıdır.

3. Bu yeni oluşum bir takım başarısızlıkları geçmiş yönetim ile daha önceki yönetimlere kısaca iktidarlara fatura ederken sorumsuz acele bir takım kararlarla geri dönülmez bir noktaya getirmelidir.

4. Görevini tamamlayan bu oluşum daha sonra sorumluluktan sıyrılmak için daha yeni bir oluşum meydana getirip aradan sıyrılmak yolunu seçmelidir.

5. Katılımı sağlamak için bir arada bulunmaları mümkün görünmeyen sağ-sol, radikal İslâm görüntülü, entel-aydın herkes bu oluşumda temsil edilip yerini almalıdır.

Bu nasıl bir güç ise (!) yaşadığımız son krizde kişilerin bir araya getirilmesinde etkin olmuştur.

Bu ana başlıklarda mutabakat sağlayan grupların yerine getirmesi gereken görevlerini de sıralamak zorundayız.

1. Kıbrıs, Ege konularında Yunan ve AB taleplerine evet diyecek;

2. Kuzey Irak’taki bölünmeye hayır demeyecek, Güneydoğu’ya ayrıcalıklı bir statünün tanınmasını kabul edecek;

3. Fener Patrikhanesi’nin ekumenikliğinin sağlanmasını (bağımsızlığına giden yolun kademe kademe açılmasını) hoşgörü ile karşılayacak;

4. Ruhban Okulunun açılmasını gerçekleştirecek;

5. Ulusal güvenliğin lüzumlu lüzumsuz tartışmaya açılmasından rahatsızlık duymayan; neticede demokrasi adına diyerek TSK üzerinde siyasî tasarrufta bulunabilen zihniyetin hâkim kılınması ve de TSK’nın Avrupa ordusuna (AGSP) tek taraflı bağlanmasının yavaş yavaş benimsetilmesi; haltâ daha ileri safhada aynen 1995 Gümrük Birliği belgesinde olduğu gibi bağımlılık düzeni kurulmasını demokrasi adına şiddetle savunacak;

6. Avrupa Parlâmentosunun almış olduğu karar doğrultusunda; “Ankara’nın soykırım yaptığını kabul etmesi” ve tazminat ile toprak dâvâlarına ortam hazırlayacak anlayışa sahip kişilerden oluşmak mecburiyeti vardır.

Bu mutabakatta iç ve dış güçler uyum içindedir. Türkiye’deki “elit” dış güçlerin yukarıdaki çerçevede yer alan isteklerini yerine getirmek için Türkiye’yi yönetme gayretine düşmüş, son gelişmelerde kendilerini riske atmışlardır.

Risk alma cesareti olmayan bu kadroların riske atılması (hayretimizi mucip oluyorsa da, anlıyoruz ki) kendilerini güçlü görmelerindendir.

Yeni oluşumu meydana getirerek risk alan ve geçmişi suçlayarak bir yere ulaşacaklarını zanneden bu muhterem zevat; suçladıkları geçmiş yönetimde sorumlu mevkilerde olduklarını; suçladıkları konuların gerçek faillerinin kendileri olduğunu milletin bilmediğini mi zannediyorlar acaba?

Yoksa olayları çarpıtarak aktarma ve de milleti gerçek dışı haberlerle yönlendirme becerisine sahip medya desteği ile bir yere varacaklarını mı zannediyorlar?

Bekleyelim ve görelim!..

•••

Türkiye’deki “elit”, dış uzantılarından gereken desteği almaktadır. AB ve diğer kurumlar, Türkiye’deki kendi taraftarlarına para yardımı yapmaktadırlar.

IMF, gayrimillî iktisadî programlara malî destek vermektedir.

Dış güçlerin kendi adamları Ankara’da aktif politika içine itilmektedir.

•••

Her şey birkaç ay önce başladı. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sayın Ecevit’in bir bağırsak enfeksiyonu geçirmesiyle hastaneye kaldırılması (4 Mayıs 2002); daha sonra uzun bir sessizliğin ve fısıltı gazetesinin devreye girmesine yol açtı. Bilâhare başbakanın sağlığı ile ilgili spekülatif haberler, yorumlar devam etti durdu. Anlı şanlı medyamızın Türk toplumunu yönlendirme gayreti içerisindeki köşe yazarlarının yorumları ile başbakanın sağlığı bir tartışma havasına sokuldu.

Başbakanın kendini kontrol edemez, sağlıklı düşünemez, çalışamaz bir hâlde olduğu; doktorlarını eve sokmadığı, tedavisinin evde yapılmasındaki zorluklar dile getirildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yönetiminde zafiyet yaratabilecek bu durumu ortadan kaldırmak için vekâlet müessesesinin yaratılması, başbakana geçici olarak vekâle t edilmesi; AB’nin beklediği yasaların âcilen çıkarılması, hattâ muhalefetin de, iktidar ortaklarının da üzerinde anlaşabileceği bir ismin başkanlığında uzlaşabilme zemini yaratma gayretleri, çevrenin tepkisini ölçmek için söylenti şeklinde de olsa gündeme taşındı.

Sonra yorumlar arttı, tartışmalar hızlandı, başbakanın sağlık durumu hakkında rapor alması gerektiği, devlet sorumluluğundan dem vurularak ifade edilir oldu.

Başlangıçta usulet ve suhuletle ve de nezaketle başbakana destek veren iktidar ortağı ANAP’ın Genel Başkanı Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz da sağlık raporunu ifade eder oldu.

Sonra anlı şanlı bir medya patronunun evsahipliğinde Almanya’da önemli bir toplantı yapıldı. Oraya Tansu Çiller, Tayyip Erdoğan, Mesut Yılmaz davet edildi. En çok konuşulan konu Türkiye’nin AB’ye girmesinin önündeki engellerdi. Kopenhag kriterlerini uygulayacak bir hükûmet modeli arayış olarak tescil edildi. Bu modelde MHP’ye yer verilmemişti. DYP ve AKP böyle bir yapıya seçim şartıyla destek verecek noktaya geldi.

Olanları adlandırırken “Kopenhag ittifakı” veya “Frankfurt mutabakatı” mı demek gerekir bilemiyoruz; ama bir Bizans entrikası yaşandığı gerçeğini inkâr edemeyiz.

•••

İster Kopenhag ittifakı, ister Frankfurt ittifakı olsun bu oluşumun ilk adımı çok önce TÜSİAD tarafından atılmıştı. Bu çevre ekonomide katıksız-kontrolsuz bir serbestlikten, dışa bağımlılıktan, yabancılarla ortaklıktan yana olduğundan; DSP ve özellikle MHP’ye egemen olan “ulusalcı”, ülke kaynaklarına sahip çıkma eğilimlerinden hiç hoşlanmadılar.

“Anadilde öğretim” sloganı gerisinde Sevr’ci akımları geliştirerek Türkiye’de azınlık yaratmak isteyenler, o kriterlerdeki “azınlıkların korunması” faslını pek sevmediler.

Şeriatçı akımları Avrupa’nın demokrasi ve özgürlük zırhlarına büründürmeyi amaçlayanların Batı düşmanlığını unutup birdenbire Avrupalı kesildiklerini görünce neden MHP’siz bir oluşum arzu ettiklerini kavramakta hiç de zorlanmıyoruz.

Daha sonra DSP’den Hüsamettin Özkan’ın istifaya zorlanmasını, DSP’de ve hükûmette gölge başbakan olarak telâkki edilen Özkan’ın değişik dünya görüşüne sahip ekibinin bu istifa kervanına katıldığını (batıcı, entel, sosyal demokrat, dini bütün Fethullahçı kesim dahil olmak üzere) izledik.

Hüsamettin Özkan’ın DSP içinde yarattığı rüzgâr, diktatör parti liderine karşı başlatılmış parti içi demokrasi rüzgârı değildir. Pastayı büyütemediği için batmakta olan parti gemisinden, faturayı Ecevit’e yükleyerek kaçma hareketidir.

Hüsamettin Özkan’ın ve ekibinin ayrılmasını takiben Kıbrıs işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Şükrü Sina Gürel’in başbakan yardımcılığına atanması, ilk adımda cesaretsiz bir durum sergileyerek beklemeye giren Dışişleri Bakanı İsmail Cem’i de tetikledi ve alâ-yı valâ ile istifasını bastı. Ve de hareketin liderliğine soyundu. Her ne kadar İ. Cem’in ifadesine göre büyük başkan H. Özkan ise de şu anda İ. Cem’i bu yeni oluşumun, siyasî hareketin lideri olarak izlemekteyiz.

H. Özkan’ın istifası üzerine beklemeye giren İ. Cem, acaba Şükrü Sina Gürel yerine kendisi başbakan yardımcısı yapılsaydı yine aynı gerekçelerle gazeteci meslekdaşlarının önüne çıkıp mevcut iktidarı suçlayacak mıydı?..

•••

İ. Cem, bir medya grubunun öne çıkarıp politikaya yönlendirdiği bir kişiliktir. O grup, o dönem DSP’yi de cömertçe destekleyerek İ. Cem’in parti içerisinde serpilmesine ortam hazırladı. Ecevit’in içinde bulunduğu her iki koalisyonda da Şükrü Gürel Dışişleri Bakan adayı idi. Ancak “bazı güçler” onun yerine İ. Cem’de ısrar etmişlerdi. Ve Dışişleri Bakanı İ. Cem oluvermişti.

İçerdeki “elit” ve dışardaki güç odakları, ulusalcı Şükrü Gürel yerine tercihini yapmıştı. Hep gerçekleri ifade eden Şükrü Gürel bir bilim adamı olarak Türk-Yunan ilişkilerini, Kıbrıs gerçeğini bilen, bu konuda çalışmaları, eserleri olan bir kişilik. En önemlisi iç ve dış güç odaklarının etkisi altında olmaması, bir takım ayak oyunlarını bozması, mümkün olmayan taleplere ve dayatmalara hayır diyebilme cesaretini daima göstermesidir.

Hayır diyerek direndiği konularda da zaman içinde haklılığı ortaya çıkmıştır.

Aralık 1999 Helsinki belgesine vaki itirazını, bor madeni konusundaki millîci tavrını Türk milleti unutsa bile tarih unutmayacaktır.

•••

İç ve dış elitin desteğini alan İ. Cem’in uluslararası başarı grafiğini izleyelim.

A. 1999’da Öcalan Kenya’da Yunan büyükelçiliğinde yakalanmış, Yunanistan’ın PKK’ya ve teröre verdiği destek inkâr edilemez bir biçimde ortaya çıkmıştır. Aynı günlerde İ. Cem, Papandreu’ya mektup yazıp dostluk elini uzatıyor. Yunanistan’ı dünya kamuoyu önünde düştüğü acıklı durumdan kurtarıp aklıyor.

Niçin? Bunu kimse bilmiyor!..

B. Aynı yıl içerisinde ABD’de NATO zirvesinde Avrupa ordusu tartışmaya açılıyor. Bu zirvede Türkiye dışlanmış, (AGSP) Avrupa ordusuna tek yanlı bağlanmak istenmiştir. İ. Cem, gerçekleri saptırarak “-Türkiye büyük başarı kazandı” diye ABD’den dönüyor.

Niçin? Bunu da kimse bilmiyor!..

C. Aralık 1999. Ecevit’in “-içime sindiremediğim şeyi imzalattılar” diye ifade ettiği Helsinki belgesinde AB adaylığına Ege ve Kıbrıs şartı dayatılmasına (Ecevit’in) direnmesine rağmen İ. Cem’in yardımı ile direncinin kırıldığı biliniyor.

Bu direncin kırılmasında İ. Cem’in yanında yer alan ve şu anda DSP’den istifa eden üst kademe zevatı da sayabiliriz.

D. Bir takım vakıf, kuruluş, dernek destekli, millî burjuvazisini oluşturamamış iş çevrelerimizin düzenlemeleriyle Türk-Yunan dostluğu gerçekmiş gibi pazarlanıyor.

Türkiye’de bu pazarlama yapılırken Atina’nın Türkiye karşıtı politikasında milim değişiklik olmuyor. Hattâ daha da katı bir tutum sergileniyor.

AB içinde Türkiye’ye yardıma Atina veto koyuyor.

Atina, AGSP’nin Türkiye ile yakınlaşmasını da veto ediyor.

Atina, Kıbrıs’a ve Ege adalarına en modern silâhları doldurmaya devam ediyor.

Atina, “Yeni Pontus” soykırım tasarılarını gündeme taşırken Fener Patrikhanesini ekumenik yapma çalışmalarını da AB içinde sürdürüyor. Hem de İ. Cem’in aziz dostu Zeybetiko oyuncusu Yunan Dışişleri Bakanı Papandreu eliyle.

Aziz dost Papandreu ve Yunanistan, Türk devleti karşıtı kendi millî devlet politikasını sürdürüp 1999-2002 yılları arasında Türkiye’yi sırtından bıçaklarken İ. Cem Papandreu için “-Benim en iyi dostum” diyebiliyor. Hattâ Filistin-İsrail görüşmelerinde aracı olarak yanına alıp, Kudüs’e kadar yanında taşıyarak Orta Doğu bölgesinde Yunan politikasını egemen kılmaya da gayret ediyor.

Niçin?.. Bunu da kimse bilmiyor!!!

•••

Kurtarıcı yaratma işleminin başladığı şu günlerde batıranların, kurtarıcılığa soyunduklarını gördükçe bir tiksinti benliğimizi sarıyor!..

•••

10 Temmuz 2002 Çarşamba günü Ecevit’in hastahaneye gitmemesi yönünde karar verilmesiyle birlikte açıklama ve yorumlar birbirini izledi.

Birilerinin elinde Ecevit’in doktorlarından alındığı söylenen bir raporun bulunduğundan bahsedilir oldu. Bu raporda “Bülent Ecevit iş yapamaz ve başbakanlığı yürütemez” diye özetlenecek bilgiler olduğu söylentisi yayıldı.

“Emekliye ayrılan başbakanlık müsteşarı Ahmet Şagar’ın başbakanın sağlık raporunu da beraberinde götürdüğü ve yeni müsteşar vekili Füsun Köroğlu’na devretmediği ortaya çıktı. Başbakan Ecevit hastanesini ve doktorlarını değiştirdiği yönündeki haberleri ise yalanladı.”

12 Temmuz 2002 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bu kısa haberden sonra başbakanda doktor kontroluna gitmemesine rağmen -gözler görülür bir iyileşme olduğunu gören Türk insanı geçmişin saray entrikalarını yaşar gibi olduğunu hissetti!..

•••

İstanbul Kanlıca’da iş adamı Mustafa Koç’un evinde 14 Temmuz 2002 Pazar gecesi bir buluşma gerçekleşti.

Ülkemize apar topar gelen ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, ABD Ankara Büyükelçisi Pearson, ABD İstanbul Konsolosu Urbancic, işadamı Cem Boyner, DTP Genel Başkanı Mehmet Ali Bayar, Devlet Bakanı Kemal Derviş, TÜSİAD Başkan Yardımcısı Aldo Kaslowski, Yönetim Kurulu üyesi Cem Duna ve Koç Holding ceosu Bülent Özaydınlı akşam yemeğinde bir araya geldiler. Toplantıya katılan kişilerin görünürdeki ortak noktası Wolfowitz’i Washington’dan tanıyor (!) olmaları. Üç saatlik akşam yemeğinde muhakkak ki yemek yemenin ötesinde bir takım şeyler konuşuldu.

Ne konuşuldu bilemeyiz, yorum sizlere ait. Biz yalnızca afiyet olsun diyelim!..

•••

14 Temmuz 2002. İstanbul Conrad Otelindeki Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfınca (TESEV) düzenlenen toplantıda “ABD-Türkiye ilişkileri” konulu konferans veren ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Kuzey Irak’ta ayrı bir Kürt devletini kurulmasının, Türkiye’nin hoşuna gitmeyeceğini belirterek “-Bu ABD için de kabul edilemez” dedi. Paul Wolfowitz İstanbul’dan sonra Afganistan Kabil’e geçip oradan tekrar Ankara’ya dönüşünde ve Ankara temaslarında da; bir Kürt devleti kurulmasına ABD’nin sıcak bakmadığı mesajlarını vermeye devam etti. “Olası bir Irak operasyonu içinde Türkiye’nin yer alması gerektiği, böyle bir vecibeyi yerine getirmesi Türkiye’nin Irak’ın geleceği konusunda söz sahibi olmasını da sağlar” mesajı iletildi.

Satır aralarından veya mesajı tersten okursanız “-Bize destek vermezseniz, Irak’taki Saddam sonrası oluşumlara katlanırsınız!..” ifadesi bariz bir şekilde sırıtmaktadır.

Savunma Bakanı İstanbul’daki yemekli toplantı ve temasları sonrası eski arkadaşlarından aldığı güçle Ankara’da ayrıca restini de çekti. “-Türkiye olmasa da vuracağız!..”

Savunma bakanı yardımcısının söylediklerinden ziyade 5-6 aydır Kuzey Irak’taki ayrılıkçı Kürt liderlerinin ABD ziyaretleri ve temasları; bölgede dikkat çekici faaliyetlerin artması, verilen sözlerden ziyade nasıl bir emrivaki ile karşılaşacağımızı düşünmeye bizi itmektedir.

Hele bakan yardımcısını yalanlar mahiyetteki Pentagon başdanışmanı Richard Perle’nin bir televizyon programında Iraklı Kürtlere değinirken “-Kürt Dışişleri Bakanı” ifadesini kullanmasını bir gaf olarak düşünemeyiz.

Anlıyoruz ki yaşadığımız ekonomik ve siyasî krizden istifade ile Irak bataklığına sürükleneceğiz.

Her zaman ifade ettiğimiz gibi “ABD’nin her şarta göre değişen bir başka senaryosunun” uygulandığını hissetmekteyiz!..

•••

8 Temmuz 2002. Türk Amerikan İşadamları Derneği (TABA)’nin davetlisi olarak İstanbul’a gelen eski başkan Bill Clinton, Çırağan Sarayı’nda yaptığı konuşmada: “-AB’nin Türk ordusuna ihtiyacı olacak. AB’nin bugün kendileri için yapamadığı birçok şeyi, askerî anlamda siz onlar için yapabilirsiniz. O zaman başka ülkelerde para harcamak zorunda kalmazlar, bu işler için. Kıbrıs’ı bir zincir gibi taşımaya devam etmeyin. Onlar biraz versin, siz biraz verin…” ve uzayıp giden tavsiyeler.

Kısa başlıklar altında Clinton’un tavsiyelerini sıralarsak:

• Azınlıklar sorununu tavizle çözün.

• Bizim için (ABD için) AB’ye girin.

• Kıbrıs’tan vazgeçin, zincirden kurtulun.

• Ordunuz AB’ye para harcatmasın.

• ABD’nin iyiliği için her şeyi yapın.

Özetlersek Mehmetçiğin kanının pazarlanması talep edilmekte. Bu ifadeler birkaç ay evvel uluslararası spekülatör, Rusya krizinin ve Yugoslavya kanlı olaylarının tetikçisi Soros’un ifadelerinin tekrarı değil mi?

Ne demişti Soros: “-Türkiye’nin en önemli ihraç malı Mehmetçiğin kanıdır!..”

İşte ABD’nin ve AB’nin Türkiye’ye bakışı.

•••

ABD’nin ve AB’nin (Türkiye için) gerçek politikası:

AB’ye dahil edilecek bir Anadolu coğrafyası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti olmayacaktır. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin bulunduğu Anadolu coğrafyası, Yugoslavya modelinde olduğu gibi bir iç savaştan geçirilip parçalandıktan sonra ayrılan parçaların bir kısmı federatif bir yapı içerisinde AB’ne alınmak istenecektir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri dinamitlenip, Lozan yok edilip hâlâ Sevr’i geçerli saymak hayâli bu zihniyetin temelini teşkil etmektedir.

İşadamlarının çığlıklarını dinleyin; siyasal partilerimize bir bakın; medya köşelerinde ahkâm kesen tetikçilerin yazdıklarını okuyun. Alt alta sıralayın, tekrar tekrar okuyun. Kendine güveni kalmamış ve yalnız dışardan medet uman bir yaşam felsefesinin iliklerimize dek işlediğini kolayca anlarsınız. Benimsenen o felsefe IMF’ye borçlanarak yaşamak, AB’ye girerek paçayı kurtarmaktır.

Bu felsefeye göre Türkiye’yi idare etme gayretindeki muhterem zevatın düşüncesi IMF’ye borçlana borçlana yaşamayı kader sayıyor.

Borcu borçla ödemeyi marifet telâkki ediyor.

•••

Türk milletinin silkinme zamanı gelmiştir. Aklımızı başımıza toplayıp safları sıklaştırmalı ve vatan müdafaasına hazır olmalıyız.

Bu müdafaa akılla, yürekle, gerekirse bilekle ama damarlarında TÜRK kanı taşıyan haysiyetli kişilerce yapılacaktır.

Türkiye’nin kaderi; belli basın ve sermaye grupları ile onlardan yararlanarak siyaset yapmak isteyenlere terk edilemez.

ABD’nin bölge hâkimiyetini sağlamak gayreti içerisinde Irak müdahalesinde teyakkuz içinde bulunmalı, kurulacak bir Kürt devletine asla müsaade etmemeliyiz.

Her türlü komplo teorilerine karşı millî güçlerin derlenip toparlanması, “iç ve dış elitin” kaynaklarının kurutulması, yolsuzlukların cesaretle üzerine gidilmesi, dokunulamaz denilen kesimin hattâ biraderlerin bile dokunulabilir olduğunun ispatı gerekmektedir.

Var olma ve yok olma mücadelesidir bu ve Kurtuluş Savaşı veren Türk milleti bu kararlılığı gösterecektir!..

DİL BİR; BAYRAK BİR; MİLLET BİR; VATAN BİRDİR.

CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR.
 

Orkun'dan Seçmeler