Ana Sayfa 1998-2012 Orkun'un 2001 Yazı Yarışmasında 3.lüğü Kazanan Yazı : Lider ...

Orkun’un 2001 Yazı Yarışmasında 3.lüğü Kazanan Yazı : Lider …

Sovyetler Birliği’nin yıkılıp Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, eski ABD başkanlarından George Bush’un dile getirmiş olduğu Yeni Dünya Düzeni’ne girilmiştir. Bu yeni döneme, Türkiye hazırlıksız girmiştir. Özellikle başta Orta Doğu olmak üzere, Kafkasya ve Orta Asya’daki eski güç dengeleri ortadan kalkmış ve buna bağlı olarak da Türkiye’nin üç yanında bölgesel nitelikli savaşlar; Körfez Savaşı, Kafkasya’daki Dağlık Karabağ ve Rus-Çeçen savaşları, Balkanlardaki Bosna ve Kosova savaşları yaşanmıştır. Bugün de Amerika’nın Afganistan’daki harekâtını izlemekteyiz. İşte, iç ve dış siyasî ve ekonomik gelişmelerin Türk dış politikasını da etkilediği bu ortamda, Türkiye’nin bölgesel ve diğer ülkelerle olan ilişkileri, çeşitli nedenlerle gereken düzeyde ve etkinlikte olamamıştır. Özellikle 20. asrın son on yılına bakıldığında bu durum görülebilmektedir.

1990’lı yılların başlarında, hızla başlayan Orta Asya ile Kafkasya’ya yönelik politikaların etkinliği giderek azalmıştır ve bugün çok yetersiz düzeydedir. Bunda Rusya ile İran’ın bölgedeki ortak politikalarının etkisi büyük olmuştur. İkinci bir faktör ise, Türkiye’nin bölgeyle olan ilişkilerinde göz önüne almış olduğu siyasî ve ekonomik öncelik sıralamasındaki hatalı tutumudur. Bu konuda Türkiye, 1990-2000 arası dönemde Avrupa Birliği ile Orta Asya arasında kararlı ve sürekli bir politika izleyememiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu yeni döneme hazırlıksız yakalanmasının en büyük nedenlerinden birisi; Soğuk Savaş’ın bir gün bitip, yeni bölgesel ve uluslararası dengelerin doğabileceği üzerinde durmamış olmasıdır. Türkiye, bu anlamda beyin gücünü zamanında hazırlayamamış ve daha önemlisi, Türk Dünyası üzerine uzmanlaşmış kadrolara ve araştırmalara önem vermemiştir. Nitekim Atatürk’ün 1933 yılında söylem iş olduğu şu sözü yukarıdaki tespiti ispatlar niteliktedir: “Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır?.. Mânevî köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Dış Türklerin bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.” Görüldüğü gibi Atatürk, ta o yıllarda bugünü kısaca özetlemiştir. Bugüne kadar Türk Dünyası ile yapılan kültürel ve siyasî yakınlaşma ve işbirliği çabalarından herhangi bir net sonuç elde edilememiştir. Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile olan ekonomik ve ticarî ilişkileri de yetersiz düzeydedir. Ortak alfabenin oluşturulması ve ortak tarih yazımı çalışmaları da sonuçsuz kalmıştır. Dolayısıyla, Atatürk’ün ifade etmiş olduğu mânevî köprülerin bugün dahi tam anlamıyla atılamadığı görülmektedir. Ortak iletişim ve yayıncılık üzerine somut çalışmalar da yetersizdir.

Türkiye’nin, bölgesinde lider bir ülke olabilmesi için iki önemli faktör vardır. Bunlardan birincisi; kendi kültürel ve millî değerleriyle yetişmiş ve çağın gerektirdiği tüm teknik ve bilimsel araçlarla donanmış, ahlâklı ve yüksek karakterli, bilgiye en iyi şekilde ulaşarak onu ülkesinin ve kendisinin geleceği için kullanabilen zihniyete sahip insan gücüdür. Aksine, Türkiye’de lızla yoklaşan kültürel ve ahlâkî değerlere sahip insanlarımız, Amerika’nın ve Batı’nın kültürel çevresine dahil olmaktadır. Kendi kültür ve tarih bilincinden giderek uzaklaşan toplumumuz, üretmeden tüketen bir karakter kazanmaktadır. Böyle bir toplumsal yapıyla Türkiye’nin gelişip kalkınması ve bölgesinde güçlü ve lider bir ülke olabilmesi çok zordur. O hâlde, ekonomik kalkınmada millî kültürün önemi reddedilemez bir gerçektir. Kendi millî değerleriyle eğitilerek yetiştirilmiş bir insan gücü, Türkiye’nin 21. yüzyılda güçlü bir devlet olabilmesinin ilk şartıdır.

Güçlü bir devlete sahip olabilmenin ikinci şartı da maddedir. Yani, ekonomik kalkınmasını tamamlamış, dışa siyasî ve ekonomik bağımlılığı olmayan ve buna bağlı olarak da yönlendirilemeyen, kendi kararını bağımsız verebilen devlet olabilmek için çok yüksek üretim gücüne sahip olmak gerekmektedir. Bu yüksek üretim gücü ise, bol, ucuz ve kaliteli mal üretmek demektir. İşte Japonya bunun en güzel örneğidir. Bunun birinci şartı da; her devirde zorunlu olan kritik maddelerin ülkeye kesintisiz akışının sağlanmasıdır. Amerika’nın maddî gücü buna bağlıdır. Dünyadaki en önemli maddeler olan petrol ve doğal gaz kaynaklarını tamamen kontrol edebilmek için Amerika, Körfez Savaşı’nda olduğu gibi Afganistan’a bombalar yağdırmıştır. Bugün Afganistan’daki savaşın esas nedeni. Orta Asya’daki enerji kaynaklarını kontrol ederek Umman Denizi’ne kesintisiz akışını sağlayabilmektir. Yüksek bir üretim gücüne sahip olabilmenin ikinci şartı da; bu kritik maddeleri işleyecek ve kullanacak, sanatını ve hayat felsefesini katabilecek düzeyde ahlâklı ve becerikli insan gücünün yetişmesidir. Türkiye’nin ikinci önemli problemi de budur. Uygulanan eğitim sistemi, ezberci veya sadece bilgi yüklü beyinler değil, bilgiye ulaşabilen ve bunu da başarıyla kullanabilen insanları yetiştirebilmelidir. Artık Osmanlı’nın son dönemlerinden beri var olan eziklik ve güvensizlikten kurtaracak, “Fikri hür, vicdanı hür nesillerin” yetişmesi gereklidir. Bu kaliteli ve kendine güveni tam olan üretici gücün emek ve bilgisi ile kesintisiz temin edilen kritik ham maddeyi birleştirerek, her alanda gereken güce ulaşmalıyız. Biz, bu kaliteli insan gücü ile kritik ham madde sentezini kaybederek güçsüz kaldık. Şimdi birkaç milyar dolarlık yardımlar için dışarıya avuç açmaktayız.

Neticede şu gerçek hiç unutulmamalıdır ki; iktisadî ve siyasî açıdan güçlü olabilmek ve dolasıyla yönlendirilen değil yöneten, bölgesinde etkin olabilen, sadece tüketen değil üreten, uluslararası ilişkiler düzeyinde sözü geçen ülke olabilmenin yolu vatanını ve milletini seven, öz kültürel değerlerine sahip, çağın bilgi düzeyine ulaşmış ve bilgiyi en iyi biçimde kullanabilen nesillerin yetiştirilmesine bağlıdır.

YAZI YARIŞMASI 2001’İN 3. SÜ OKTAY KARAKURT

3 Mayıs 1971 tarihinde Denizli’de doğdu. Aydınlar Köyü İlkokulu’nu 1982 yılında bitirdikten sonra Isparta-Gönen Öğretmen Lisesi’ne sınavla girdi. 1988 yılında İTÜ Çevre Mühendisliği’ni kazandı. 1992-1993 öğretim döneminde İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme Bölümü’ne girdi. Buradan mezun olduğu 1998 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yeni Türk Cumhuriyetleri Çalışma Sorunları ve Sosyo-Ekonomik Yapıları Ana Bilim Dalı’nda Yüksek Lisans’a başladı. 1999 yılı Haziran ayında Dumlupınar Üniversitesi Kamu Yönetimi-Siyaset ve Sosyal Bilimler Dalında Araştırma Görevlisi oldu ve hâlen görevine devam etmektedir.
 

Orkun'dan Seçmeler