Ana Sayfa 1998-2012 Konuşma Dilimiz Üzerine Birkaç Hatırlatma

Konuşma Dilimiz Üzerine Birkaç Hatırlatma

Dil, bir milleti meydana getiren unsurlardan ve millî bütünlüğümüzü sağlayan özelliklerden biri ve önemlisidir. Bir milletin millî-mânevî değerleri dil vasıtasıyla nesilden nesile devam eder. Tarih bize gösteriyor ki, bir milletin kurduğu devlet zamanla yıkılabilir, yaşadığı vatan parçası elden gidebilir; fakat konuştuğu, sahip olduğu dili yaşıyorsa o millet çökmemiştir, tarih sahnesinden silinmemiştir. Bu itibarladır ki, konumuz olan Türk dili, Türk’ün en aziz ve en kıymetli varlığı ve fertlerini birbirine bağlayan, sevgilerini dile getiren biricik unsurdur.

Türk dilini sevmek ve anlamak için önce Türk milletini tanımak ve sevmek gerekir. Nitekim, Kaşgarlı Mahmud bundan 9 asır önce Türk dili için şunları söylüyordu: “Türk dilini öğreniniz, çünkü Türk’lerin uzun sürecek saltanatı olacaktır.” İşte, bu milletin fertleri de asırlarca duygu ve düşüncelerini inci misali kelimelerle düşünmüş, duymuş, birbirlerini onlarla sevmiş, onları millî bir sanatla işleyerek güzelleştirmiştir. Türk dilinde zorla kabul ettirilmek istenen uydurma kelimeler yoktur, ancak, atalarımızın yaptığı fetihler dolayısıyla yapılan kültür alışverişinde diğer milletlerin dillerinden alınan kelimeler Türkçenin sesine, mimarîsine, estetiğine uygun bir tarzda işlenerek söylenmiş ve bugüne kadar gelmiştir. Meselâ, büyük Türk şairi Yahya Kemal Beyatlı bir yerde:

“Bu dil, ağzımda annemin sütüdür” diyerek çok sevmiştir.

Ben burada güzel Türkçemizin gramerinden, yani fonetik ve sentaksından bahsetmeyip bu hususu dil uzamanlarımıza bırakmak niyetindeyim. Zira, daha önce bu konuyu Orkan dergimizde Prof. Dr. Sefercioğlu büyüğümüz sık sık işleyerek dile getirmişti. Bu yazımda sadece fertlerin konuşma dilimizde bilerek veya bilmeyerek yanlış kullandığı kelime ve deyimlerden söz etmek isterim. Misâl: “Birçoklarımız alışverişte satın aldığı eşya veya malzeme için “borcum ne kadar yaptı?” diye sormaktadır. Oysa, daha Türkçesi: “Borcum ne kadar, ne vereceğim”? şeklinde olmalıdır.

– İki kişi birbirine randevü verirken: “filan yerde saat on iki buçuk gibi buluşalım” demekteler. Oysa, bu da yanlıştır, doğrusu şöyle olmalı: “Saat yarımda filan yerde buluşalım.” Buradaki “gibi” kelimesinin yeri yoktur.

– İltihap yerine galat olarak bilmeden “intihap”denmektedir.

– Hafriyat (kazı) mânâsında olan bu kelime yanlışlıkla “harfiyat” olarak yazılıp söylenmektedir.

– “Okey” yerine “pekalâ” denmesi daha doğrudur.

– Birbiriyle vedâlaşırken “bay-bay bay” yerine “güle güle”, hoşçakalın denmesi gerekir.

– Bazı uzun isim ve sıfat tamlamalarında sayısız gramer yanlışlıkları olmaktadır. Meselâ, “Çalgı yapım bölümü” değil, çalgı yapımı bölümü” diye yazmak zorundayız.

– “Lunapark Çalışanları Derneği” terimi de anlam ve kavram bakımından yanlıştır ve adeta kulakları tırmalamaktadır. Bunun doğrusu şöyle olmalıdır: “Lunapark Çalışanlarının Mensub olduğu dernek”.

– “Fransızca” bir kelime olan “pardon” yerine “affedersiniz”,

– “Lanse etmek” yerine “ortaya çıkarmak”,

– “Anons etmek” yerine “bildirmek, ilân etmek, yaymak”,

– “Amblem” yerine “belirti, işaret”,

– “Problem” yerine “mesele” vs. İşte daha bunun gibi yüzlerce örnek verebilirim. Zira, bu kötü alışkanlık ve yanlışlık böyle devam ederse dilimiz fakirleşir, 150-200 kelimeden ibaret bir kabile dili hâlini alır. Aynı zamanda güzel Türkçemiz ve millî kültürümüz zavallı hâle gelir.

Büyük Atatürk, Türk dilini bozanlara şiddetle karşı idi. Meselâ, bir gün Çankaya’da bir toplantıda, Dil Kurumu üyelerine şöyle demiştir: “Arkadaşlar, kitap, kâtip, mektup benim; yektübü, lemyektüp Arabındır”. O, dil konusunda tasfiyeci olmayıp, uydurmacılığa ve arı dile daima karşı çıkmıştır. O sade, güzel ve muasır seviyeye yükselmiş bir Türk dili istiyordu. Bu vesile ile akademik çalışmaları seviyor ve çalışanları daima teşvik ediyordu.

Bugün aydın olmanın ilk şartı ve ölçüsü; dilimize, yani güzel Türkçemize sahip çıkmak, onu konuşma ve yazı dilinde en doğru şekilde kullanabilmekle mümkündür. Bu vazife, evvelemirde okulların üstüne düşen önemli bir iş olup, dilimize hâkim olmaktan geçer. Aksi takdirde böyle sürüp giderse, bu zengin dilimiz çok fakirleşecek; kültür hazinemizin değerli eserlerine yabancı bir gençlik yetişecek ve bunun vebali de eğitim kademelerindeki sözde aydın, batı hayranı gafiller ve hattâ -âmiyane tabirle- içimizdeki diplomalı hainlerin omuzlarına bir kambur gibi yapışacaktır.

Bu böyle biline.
 

Orkun'dan Seçmeler