Basında, televizyonlarda, sokakta hep su kriz lâfı. Biz Türkçüler çok kere kendi konularımız içine kilitleniriz. Artık bizim de, “uzman” geçinenlerin malûm kriz sözcüklerini tuzlayıp ve bir sürü anlamlı anlamsız istatistik rakkamlarıyla süsledikleri şeye milliyetçi açıdan bakmamız şart oldu.
Bir kere, ithal Derviş’in solculuğuyla övünüp sağ görünümlü önerilerinin Türkiye’nin sorunlarına mı, başka güçlerin çıkarlarına mı merhem olacağını iyi araştırmamız gerekecek. Moda Küreselleşmeyle, millî amaçlarımızın nasıl gelişeceğini de hesaplamamız lâzım.
•••
Kemal Derviş’in program takdimine pek çokları “boş lâf salatası” dedi ama, aslında içinde bir hayli çok önemli öneriler vardı. En başta “Yeniden Yapılanma” dediği olmazsa olmaz şartı. Hemen “ithal reçete” deyip hafife almamız yanlış olur. “Ceffelkalem” red yerine, bu genel etiketin altında ne var, daha mühimi, neler olmalı, yeniden yapılanmamız nelerden oluşmalı diye sormalı ve kendi cevaplarımızı da bulup ortaya koymalıyız.
•••
Yeniden Yapılanma “Ekonomi ve Finans” alanlarında başlayacak. Ben ekonomist değilim. Yetişmemin ağırlığı Psikoloji ve Tarih. Yeni açılardan konuya bakarken, ekonomiye de, teknik uzmanlığın ötesinde, gerçekçi bir mantıkla düşünmek, sorgulamak ve bazı temel ilkeler öne sürmek faydalı olur kanısındayım.
“Yeniden Yapılanma”, diğer adıyla, Türkiye’nin “Temel Politika Stratejisinin” tepeden tırnağa yenilenmesi gereken 5 alan var. İlk olarak üçünü ele alacağım.
Ne Devletçilik, Ne Piyasa Ekonomisi, Ne de Karması
A- Ekonomiyle ilgili yeniden yapılanma:
1930’lardaki sol akımların – bir dereceye kadar- etkisiyle, fakat asıl Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalan fakir ekonomik yapının zaruretleri icabı “Devletçilik” siyaseti güdülmüş, hattâ o meşhur “6 Ok”tan biri olmuştu. Gerçekten de kapitülasyonlarla ekonomimize sokulmuş yabancılardan, savaştan savaşa koşan milletimizin bıraktığı ticarî boşlukları dolduran iç yabancılardan bizi Atatürk kurtarınca, ortada yerli sermayeden yoksun bir memleket kalmıştı. Tek malî güç olan devlet mecburen fabrikalar yaptı, bankalar kurdu, iktisadî kuruluşlar geliştirdi ve bizzat işletti.
1940’lı yıllarda yerli sermaye oluşmaya başladı, fakat asıl gücüne 1950’lerde rahmetli Menderes’le kavuştu. Artık bizim de özel kesimimiz vardı ve yerli sanayi doğuyordu. Devletçilikten büsbütün vazgeçilmedi, “Karma Ekonomi” adıyla “yeni bir rejime geçtik” dendi. Oysa bu özel kesim de devlete bir hayi bağımlıydı ve “Serbest Piyasa Ekonomisi” devletçe de, işadamlarınca da istenmiyordu. Böylelikle, sırtları devlete dayalı muazzam zenginler ve holdingler türedi, özel bankalar üretildi.
Ve bugünlere gelindi. Devlet bir türlü Serbest Piyasa Ekonomisine göre işletilemedi, KİT’ler ve elinde tuttuğu bankalar “hortumlandı”, özel bankalar halkın parasını gizli ellere aktardı, bürokratlar yolsuzlukta yarıştı, yalancı ihracat kredileriyle sübvansiyon paraları devletten ceplere gitti. Devletin son 10 yıllık savurganlığı da 195 milyar doları ekonomiden uçurdu. Yalnız “Paraşüt Hortumlaması” 500 trilyonu aşıyor! Bu, ne doğru dürüst Devletçilik, ne de Serbest Piyasa Ekonomisi. Devletin içi oyulup, kur ve dolar oyunlarıyla da sıkıntılar başlayınca krizler kaçınılmazdı. Oldu işte. Gerçi ekonomik yenilenme diğer yapılanmalar da devreye girmezse hemen yıpranır ama, doğru bir ekenomik yapı da şart. Şunlar dikkate alınmalı:
Hakem, Denetleyici, İş açıcı Devlet
1) Şimdi moda diye yüzde yüz “Serbest Piyasa Ekonomisi”ne atlayıp, Devleti ekonomiden büsbütün saf dışı bırakmak yanlış olur. Emekçi kuruluşlarla (işçi sendikaları, memur dernekleri, Ticaret Odaları gibi “çalışanlarla”), yöneticileri (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB) başbaşa bırakmak, uzlaşmayı zorlaştıracağı gibi, bir kesimin , elinde fazla güç varsa, diğerine baskı yaparak veya tehdit yoluyla haksız anlaşmalara gidilebilir, bu daha sonra da çatışmalara yol açabilir. Devlet, hakem rolünü bırakmamalıdır. Vaktiyle Faşist (İtalya, Almanya gibi) devletlerin “3. Güç Devletin Hakemliği” yönetimi bugün birçok “Kapitalist” denen meselâ Amerika gibi devletlerde âdil bir şekilde uygulanmaktadır.
2) Ayrıca Devlet, denetleme rolünden de vazgeçemez. Belki hükûmetlerin de üstünde direkt Cumhurbaşkanlığına bağlı (şu son aylarda şahit olduğumuz gibi) ona sorumlu çok iyi organize edilmiş ve yaptırım gücü olan bir kontrol mekanizması, yolsuzlukların bir kısmını durdurabilir. Unutmayalım ki bu “hortumlamaların” ve vergi kaçakçılıklarının vergilerimizden ve devlet kasasından çaldıkları paranın toplamı katrilyonları buluyor; bu millî bütçemizin birkaç katıdır.
Bu paralar hazineden akıp gitmeseydi bugün elâlemden borç dilenir miydik- ve bunlar bağış değil, borç olduğuna göre, iç borçlanmalar dahil, ödenme günü gelince ne yaparız diye kara kara düşünür müydük?
3) Devlet, ekonomide tekelleşmeleri önleme görevine devam etmeli, ve bilhassa, Sosyal Demokratların bayraktarlığını yapıp da başarısız kaldıkları eşitsizlikleri mümkün olduğunca ayarlamalı, sosyal hizmetleri (siyaset oyunu yapılmadan) bazı destek ve yardımları ciddî surette uygulamaya geçirmelidir – ama bütçeyi altüst edecek derecede de değil.
4) Devletin Japonya’dan örnek alması gereken bir vazifesi daha olmalı: işadamlarına dışarda iş açma faaliyeti. Japonya’da devlet ekonomide sanayicilik ve tüccarlık işine kalkışmaz ama, dış temsilcilikleri koltuklarına oturup kalmazlar, Japonya’dan gelen işadamlarını peşlerine takarak (onlar gelmeden önce de ön hazırlıkları yapıp) iş bağlantılarında öncülük ve bağlayıcılık işini görürler. Bunu o kadar başarıyla yaparlar ki Amerikalılar, yarı şaka, “Japon İmparatorluğu” yerine “Japan İnc.” (yani Japonya Anonim Şirketi) deyimini kullanırlar(1) Japonya’da bürokratlar, iş adamlarından rüşvet almadan yaparlar bu işleri(2).
Birçok yanını tenkit ettiğim Turgut Özal, bu konuda iyi bir örnek olmaya başladığı için bir gün Bulvar Palas’ta kendisini tebrik etmiştim: Peşine bazen 100 kadar işadamını takar, öyle seyahat eder, o ülkelerdeki işadamlarıyla tanışmalarına önayak olurdu. Ve ihracata teşvik verirdi. Ne yazık ki bu Türk iş adamlarının bir kısmı, gene Özal’dan ilham alıp “köşeyi dönmek” için yalancı ihracat belgeleriyle milyonlarca dolarlık sübvansiyon destek paralarını ceplerine attılar (Özal ailesinin payları sorusuna gelince, bu benim konum dışında.)
5) Devlet bazen işletmeci rolüne girmek zorunda kalır: özel sermayenin kârı az diye, girişmediği bazı işleri ve hele askerî ve güvenlik konulu işleri yürütür tabiî ki.
Kemal Derviş’in “Yeniden Yapılanma” programında geçen, devleti ve hepimizi ilgilendiren birkaç hususa da kısaca değinmek isterim (daha etraflı bakışı ve dış yardım ve desteğin gelişi ve geleceği konusunu da ekonomi uzmanlarına bırakıyorum.)
• Her şey şeffaf olacak, hiçbir şey saklanmayacak;
• Oy uğruna beşe alınan ikiye satılmayacak (bu biraz tartışmalı: dışarda pazar kapmak için Japonların kısa bir süre böyle yaptıkları oluyor), satılmayanlar yakılmayacak(3);
• Seçime giderken, “ötekiler falan ürüne ne veriyorsa ben beş fazlasını vereceğim” diyemiyecek;
• Politikacı, çalışanları 40 yaşında emekli etmeye kalkışmayacak (ABD’de 60-65 yaşta emekli olunur)…vs.
Derviş’in programını çok güzel özetleyen Hasan Pulur da, Milliyet’teki 18 Nisan 2001 tarihli yazısını yerinde bir soruyla noktalıyor: “Mesele uygulayabilmekte”…. Ne demişler:
“Güzel gidiş bu gidiş, eğer sonu gelirse”
Bunlar işin ekonomi boyutu.
B) Ahlâk konusunda yeniden yapılanma:
Yukarda, Turgut Özal örneğini anlatırken, doğru bir “Yeni Yapılanma”nın (ekonomi alanında), başka faktörlerin işe karışmasıyla fayda yerine zarar verdiğine işaret etmiştim. Bu “öteki etken” (doğru yeni sözcük “etmen” mi?), yoksuzluktu. Yani işin ahlâk boyutu.
Bir dostum (ASE ve Internas’ın başkanı Sermet Çetin) geçen yıl çok uygun bir deyim icat etmişti: AHLÂK EROZYONU. Toprak erozyonu gibi, ondan da beter. atalarımız “Balık baştan kokar” derlerdi. Evet, özellikle son 30 yıldır, yolsuzluklar ve hırsızlıklar en üst makamlarda başladı, derece derece her kesimimize-polise, adliyeye, mülkiyeye, esnafa, halka, din adamına, yaşlıya, gence, her yere- bulaştı. Mikrop gibi çoğaldı, kanser hücresi gibi yayıldı. Türk Dil Kurumu’nda bir kısım yöneticiler, basın devleri, memurlar, baş örtülü hanımlar ve manavlar bile- tabirimi mazur görün, yolsuzluğu “meslek” edindiler! Hemen herkesin “işini bilir” etiketiyle çalıp çırptığını gören nice dürüst vatandaşımız, “ben miyim enayi?” psikolojisine kayıp kervana katılıyor. “Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği’nin” tesbitine bakın: “Türkiye’de yolsuzluğun olmadığı kesim yok” diyor.
•••
Dürüstlüğün hüküm sürmediği yerde ekonomik yenilenme neye yarar? Trafik canavarına karşı, suçlu sürücüleri polis durdurur. Cezalar hafif olursa, canavarlaşan şoför “ne tutar ki, öder gene gaza basarım” demesin diye cezayı 5 milyondan 50 milyona çıkarır, bunun caydırıcı olduğunu sanırız. Ama trafik polisi yolsuzluğa alışmış bir rüşvetçiyse, suçludan 5-10 milyon alıp cebine atar, sürücü de ucuz kurtulduğu için gene bildiğini okur. Yeni yasa “piç” olur. Demek ki her konuda yeniden yapılanma yasaları, ancak dürüstçe uygulanacaksa yürür.
Öyleyse Ekonomi Reformumuzu Ahlâk Reformuyla destekleyerek başarıya götürmeliyiz.
Bu nasıl olacak?
Evvelâ yolsuzluk yapanın yanına kâr bırakmayarak. İbret olarak, ürkütücü ve caydırıcı cezaları adilâne ve amansızca uygulayarak. Cezaları sonra affedip hükümsüz kılmayarak.
Son Ayların Temizlik
Hareketi
Son aylarda birçok “içten banka soyguncusu”, yolsuzluk yapan üst kademe bürokratı, medya kralı, devletin en üst makamlarına oturmuş zevatın yakın akrabaları ve dostları yakalandı, kelepçelendi, hapse atıldı.
Cavit Çağlar Amerika’da kırmızı bültenle yakalanıp getirildi. İçimiz ferahladı gibi oldu. Ama henüz iş mahkûmiyet noktasına gelmedi. İki ay kadar önce İç İşleri Bakanı Sayın Tantan’ı ziyaret edip, tebrik etmiştim, çünkü bu öncü hareketin kahramanı oydu. Kendisine, “Sadettin Bey, bu tutuklamaların aslında parti oyunları ve birilerinin öbürlerini yıpratma entrikası sonucu yapıldığını düşünenler var. İnşallah öyle değil de gerçekte bir temizlik hareketidir. Ama hâlâ hükûmetin içinde bunlara aldırmayıp koltuklarında oturanlar var. Siz de siyasî bir şahsiyetsiniz, şüphesiz bana açıklama yapmanızı beklemem. Size bir zarar gelmesin diye dua ediyorum.” demiştim. Sadece başını sallayıp teşekkür etmekle yetinmişti.
Demek istediğim, Ahlâk Yapılanmasının bir yolu, emsal teşkil edecek şekilde takip ve cezadır -parti menfaatlerini hesaplamadan ve dokunulmazlara da dokunarak.
•••
Yalnız biz, psikolojide biliriz ki davranış eğitiminde ceza sadece bir- hattâ daha az önemli-bir yöntemdir.
Mükâfat ve ruhî tatmin çok daha etkilidir.
Yani, ahlâk derslerini mi çoğaltalım okullarda?
Akıl yolu (yani bilmek, öğrenmek) faydalıdır ama, ahlâksızlık yaptığını bile bile bunu yapanları gördükçe ne kadar sınırlı bir yol olduğunu anlıyoruz. Asıl önemli olan, hisle bilinçaltına inebilmektir. Eskiden masallar bunu başarırdı (hâlâ da başarabilir). Hikâyeler, romanlar, piyesler, şiirler, filmler, dürüst karakterleri sevilen, özenilen kahramanlar hâlinde çocukların ve gençlerin ruhuna işleyebilir. (Milliyetçilik de, komünizm de bu yollarla kalpleri fethetmiştir).
Din ve Ahlâk
Bir başka yol dindir.
Bu da bazen ceza (cehennemde yanmak), bazen mükâfat (cennete gidebilmek) tehdit ve vaadleriyle işlenir. Amerika’da pek çok tarikat vaizcisi, “cehennem alevleri,kızgın sülfür lâvları” tasvirleriyle cemaatların ödünü koparır, “doğru yolda” (o da, ona göre neyse) yürümelerini sağlar.
Camide bazen vaizler de buna benzer söylemler kullanırlar. Cennet vadi, bugün bazı hocaların ağzında hurilerle, geylanlarla öyle süslenmiştir ki, artık dünyevî bir manzara hâlini almıştır. Hele İslâmiyeti sanki sırf “şekil” imiş gibi hep kılık, kıyafet, 5 vakit namaz esaslarına riayet olarak anlatmak, dinimizin asıl güzelliği ve faydalılığı olan vicdan ve ahlâk ilkelerinin geri plânda kalmasına sebep oluyor. Hiç şüphesiz dinin “şeklî” ve hâtta ekonomik ilkeleri vardır ve bunlar İslâmiyetin bir parçasıdır. Ama hep bu yanını dayatıp dürüstlük kaidelerinin gölgede bırakılması, hem dinimize aykırı, hem de asıl konumuzdaki oynayabileceği büyük rolü gölgeleyen tutumlardır. Bunun eğitimde doğru bir dengeye oturtulması gerekir.
C) Türk Dünyasının Ortaklığı İçin Yeniden Yapılanma
“Bu konuda bile Türkçülük lâflarına başladı” diyecekler çıkacaktır. Desinler. Gerçek şu ki, toplumlarımızı ilgilendiren her önemli konuya Türkçü açıdan baktığımızda, başka yönlerden eksik kalan gerçeklerin yeni boyutlarını görebiliriz. (bkz: “Yükselen Milliyetçilik – 21. y.y.’da Türk Milliyetçiliği, O. Türkkan, 1995, sah.10)
Türkiye dışında 200 milyon Türk kardeşimizin emperyalist güçlerin esareti altında yaşaması, özellikle Türk milliyetçilerini üzüyordu. Üzülmekle kalmadık, bunu dâvalarımızın bir parçası hâline getirdik, mücadelesini verdik, eziyet çektik, fakat hep içimizde idealist-ülkü sahibi insan olmanın heyecanını duyduk. Bu ateş eminim birçok arkadaşımızın dürüst ve “örnek insan” olarak görülmesini ve öyle yaşamasını sağlamıştır.
Bugün (10 yıldır) bu Türk kardeşlerimizin çoğu -KKTC ile birlikte- 6 cumhuriyet olarak bağımsızlığına kavuştu. Beraberlik ve ortaklık için bazı adımlar atıldı ama, henüz bir “Türk Bloku” diyebileceğimiz sıkı beraberlik oluşmamıştır. Ama olacaktır. Bu, Türkçüler kadar, bütün Türklerin “gökkuşağı” gibi “Kızıl Elma”sıdır. Ulaşılması heyecanlı bir dâva hâlinde sürmektedir.
Bu “yüce amaç” gençlerimizin, halkımızın ve aydınlarımızın ruhlarında ateşlenebilirse, devletimizin gücünü kemiren, kalkınmayı durduran yolsuzluklara kolay yanaşmaz, yapanlara karşı da gerekli öfke ve tepkiyi gösterirler.
Bu bir.
Mühim bir başka boyut da, Türk devletleri arasında sıkı işbirliğinin kaynaklarda, üretimde, ticarette, turizmde, eğitimde ve yayıncılıkta açacağı geniş ufuk ve imkânlardır. Bunlar, AB ortaklığının faydalarını kat kat aşacak, hepimizin daha kalkınmış, daha zenginleşmiş bir coğrafyada yaşamamızın kapılarını açacaktır. Ama ilk adım, Ortak Türkçe ve Ortak Alfabeden geçer.
Ekenomide yeniden yapılanmaya başlarken Türk dünyasının ortaklığı yolunda yeniden yapılanmayı da katarsak asıl o zaman başarılı oluruz.
Not: Yapılanmanın 2 şartı daha var: Çevreci Hareket ve İleriyi Plânlama. Bunlar da başka bir yazıda.
DİPNOTLARI
1) Michael Crichton bunu “Rising Star” romanında çok güzel işlemişti.
2) Bir Japon başbakanı başka bir sebepten mahkûm olmuştu.
3) Fazla üretip sonra yok etme politikasının şaşılacak bir örneğine yıllar önce Trabzon-Sürmene yolunda tanık olmuştum: 14 kamyon dolusu çayı teslim alan devlet şimdi bunları denize döktürüyordu. Filmini çekmeye başladığımda kamyoncuların bazısı bana doğru geldi. Kavga çıkaracaklar sandım, oysa “çek abi çek, millet görsün!” dediler.
4) “Ekonomi ve Politikada Trend”, 17-23 Aralık 2000, sh.20.