Ermeni meselesi, yüz yılı aşan bir zamandan beri, Türk milletinin fevkalâde başını ağrıtan bir mesele hâline getirildi. Ne yazıktır ki, milletimiz de bu meseleyi kökünden kurutup, söküp atacak çareleri bulamamış, bulduysa da tedbirlerini alamamıştır. Ancak Ermeniler, iddialarını ne zaman milletlerin önüne getirirse, biz de âdeta “hayır! yapmayın! etmeyin!” deyip yalvarıyoruz. Yalancılıkta Yesârizâde’ye rahmet okutan Ermeniler bu meselenin başını kaşıdılar mı o baş muhakkak ezilmeli. Her ne kadar “Boş çuval ayakta durmaz” denilirse denilsin, fetvayı anlatışa göre vermezler mi? Baksanıza, dayı nerede, dâva nerede?
Soykırımını, insanları veya bir milleti topyekûn yok etmek gayesiyle toprakları işgal edenler yapar. Yani Amerikalıların Kızılderililere, Almanların Polonyalılara, Yahudilere, Rus ve Çinlilerin Uluğ Türkistan Türklerine (özellikle 1914’den 1950’lere kadar), Fransızların Kuzey Afrikalılara, Yunanlıların Ege bölgemizde yaşayan Türklere (1919-1922), yine Rus ve Ermenilerin Doğu Anadolu (Erzurum, Yozgat, Van, Kars, Erzincan) Türkleri ile (1914-1920), Azerbaycan Türklerine yaptıkları gibi. Görülüyor ki, mazlum olan Ermeniler değil, tam tersine Türk Milleti’dir. Boğazlıyan Kaymakamı şehit Mehmet Kemal Bey’in kızı Müşerref Gürenci Hanımefendi’nin de dediği gibi: “asıl mağdur olan biziz”.
Ne zaman haricî milletlerin yönetimleriyle ilgili seçimleri söz konusu olursa, devlet adamlarının ağzındaki geviş, Türklerdir. İşte o zaman da “yal vakti i itten, yem vakti attan sakınmalı” diyen atalarımızın öğüdü kulağımızda küpe olmalı. Fransa’da ve Amerika Temsilciler Meclisinde masaya getirilen Ermeni meselesi yarın İtalya, Yunanistan (gerçi dost ve kardeş(!) olduk ya!), öbür gün Belçika, İngiltere… parlamentolarında görülecektir. Biz de yapmadık, etmedik deyip duracağız.
Niçin Ermenilerin, Rusların, Yunanlıların yaptıklarını belgeleriyle fotoğraflayıp kâinata haykırmıyoruz? Türk düşmanlarının intikam hisleriyle parlayan kinli gözlerine, parmak sokarcasına sokmuyoruz? Türk düşmanı kafalara hakikat tokmağını vurup niçin ezmiyoruz?
Tarih ve edebiyat, millî şuuru uyandıran en büyük iki âmildir. Biz tarihimizi topyekûn unuttuk. Yani millî şuurumuzu kaybettik. Otuz yaşından küçük insanımız kendine ideal insan olarak ya popçuyu, ya da topçuyu örnek alıyor; onların aşkıyla yanıp tutuşuyor. Konserine gidemediği için gençlerimizin hıçkıra hıçkıra ağladığını acı acı seyrediyoruz. Yatak odaları, kahvehaneler, hattâ işyerlerimiz bu müsveddelerin resimleriyle dolu… Gerçi, suçlu olan bu gençlik mi yoksa “Mahallenin Muhtarları”, “Hababam Sınıfı”, “İnek Şaban”, “Memoli”, “Paparazzi”, “Huysuz Virjin” gibi yapımları hazırlayıp seyrettiren zihniyet mi?
Şehadetinde İngiliz Gizli Polis Teşkilâtı Şefi Sir Basil Thomson’un rolü olan merhum Talat Paşa’nın Ermeni teröristi tarafından şehid edilmesini konu alan (1921) “Duvardaki Kan” filmini, şu günlerde her Türk televizyonu yayınlamalıydı. Lâkin zihniyet bozuk; damarlarındaki kanın özelliği bozulmuş…
İdamından sonra yapılan cenaze merasiminde Tıbbiye öğrencilerinin taşıdığı çelenkte yazılan “Türklerin büyük şehidi Kemal Bey” (merhum Boğazlıyan Kaymakamı-1919)’in, Yozgat Mutasarrıfı Nusret Bey’in (1920), Cemal Paşa’nın (1922), Dr. Bahaeddin Şakir’in, Said Halim Paşa’nın, Kemal Arıkan’ın (1982), Reşat Moralı’nın (1981), Galip Balkar’ın (1983), Atila Altıkat’ın (1982), Galip Özmen’in (1980) hayatlarını konu edinen filmler hazırlanıp gösterilerek, milletimize tarih şuuru yerleştirilmeliydi! Oysa Ermeniler, Türk şehitlerini kurşunlayan Hınçak, Taşnak ve Asala çetelerinin resimlerini, pullarını basıp millî kahraman ilân ediyorlar.
Milletimizin en büyük zaaflarından biri de büyük hâdise ve hakikatleri olduğu gibi kitap ve filmler hâline getiremeyişi ile bunları anlatamayışıdır.
Alman ve Avusturya Kızılhaç temsilcileriyle, Türk Kızılay temsilcilerinin, devlet erkânımızın, ordu komutanlarımızın hazırladığı rapor, fotoğraf ve diğer belgeler Genelkurmay Başkanlığı’mızın Harp Tarihi Arşivi’nden çıkartılıp kitap ve filmler hâline getirilmeli, her televizyon kanalında bu filmler mecburen yayınlanmalıdır. Okullarımızda okutulan ders kitaplarına Dr. Rıza Nur’un anlattığı şu vakıa ve vesika gibi Ermeni, İngiliz, Rus, Yunan ve Bulgarların Türklere reva gördükleri vahşet çarpıcı misâllerle anlatılarak yazılmalıdır.
Dr. Rıza Nur, Erzincan’da görüp işittiklerini anlatıyor:
“Rus ordusunun çekilmesi esnasında, Ermeniler ordumuzun önünden kaçarken bir köyde ocağa kazanı koyup hamile bir Türk kadınını yakalamışlar. Karnını yararak kesmişler. Çocuğunu kazana atmışlar. Ocağa: “Gelin Türkler, karnınız açtır. Size yemek hazırladık” diye bağırmışlar. Yine bir yerde insanları kol, but, kelle, gövde parça parça edip herbirini bir çiviye takmışlar. Üzerlerine de ‘okkası on para’ yazmışlar.” Dr. Rıza Nur (Hayat ve Hatıralarım)
Bu sahneler her Türk çocuğuna gösterilmelidir. Bunları unutturmaya çalışmak, milletimize vahşeti reva görenleri affedip, dost olarak tanıtmak ve göstermek asil Türk Milletine ihanetten başka bir şey değildir.
Dün ecnebi devletlere yaranmak için Kemal ve Nusret Beyleri “Düzmece Mustafa Mahkemeleri”yle asanlar, bugün aynı devletlere yaranmak için binlerce Türk’ün şehadetine sebep olan Ermeni tohumunu darağacına çıkaramıyor. Ne acı ve ne garip!
Vasiyetinde:  “Millet  ve  memleket  uğrunda  şehid  olan  Boğazlıyan  Kaymakamı  Kemal’in  ruhuna  fatiha”  diyen  aziz  şehidimiz  ile;  eşine  ve  kardeşine  yazdığı  mektuplarda:  “Düşmanlarımıza  hoş  görünmek  için  masum  bir  Türk  kellesi  daha  uçurtmak  istediler…  Küçük  çocuklarımı,  zevcemi  yalnız  ve  pek  fakir  olarak  bırakıyorum.  Beş  gün  sonra  yiyecekleri  bile  kalmayacaktır…  Validesi,  çocuklarının  terbiyesine  baksın.  İntikamımı  almak  için  çocuklarımı  ona  göre  terbiye  ederek  büyütsün.  Babaları  mücrim  değil,  şehiddir.”  diyen  Nusret  Beyin  huzurlarında  hürmetle  eğilirim.
                      


                                    
