Florida, Amerika’nın büyük eyaletlerinden biri. Ülkenin en güneydoğusunda yer alıyor. Yakın ve uzatmalı düşman Küba’ya hayli yakın. Nüfusunun çoğunu da, Lâtin Amerikalılar oluşturuyor. Yalnız Kübalılar değil, onlarla birlikte Guatemalılar, Kosta Rikalılar, Honduraslılar, Nikaragualılar da. Hele, bu eyaletin ünlü şehri Miami’yi neredeyse bir İspanyol beldesi saymak gerekiyor. Çok yerde İspanyolca konuşuluyor, reklâmlarda ve afişlerde İspanyolca yazılar okunuyor.
Miami, ticaret ve finans merkezi, Downtown denilen bölgede yer alıyor. Buradaki Hürriyet Kulesi, aslında 1924’te yapılmış. Ama, asıl şöhretini 1960’lar ve 1970’lerde Kastro rejiminden kaçıp Amerika’ya sığınmak isteyen Kübalılar sayesinde kazanmış. Miami’nin kilometrelerce uzanan ünlü plâjlarında o zaman kimbilir kaç mültecinin cesedi kalmıştı. Şimdi ise, bir eğlence ve turizm merkezi. Atlas Okyanusu’nun, çok zaman hırçın dalgalarla dövdüğü bu kıyıları ben pek sevemedim. Bizim Akdeniz ve hele Ege sahillerinin göz alıcı güzelliği burada pek yok. Turistler, Okyanusun hemen kenarına yapılmış yüzme havuzlarını denize tercih ediyorlarsa bunun bir hikmeti olsa gerek.
Miami’nin “Küçük Havana” denilen bölgesine girdiğiniz zaman kendinizi sahiden Küba’da filân sanıyorsunuz. Gölgeliklerde domino oynayan yaşlı melezlerden puro yapıp satanlara kadar, tipik bir belde. Havana’nın purosu meşhur ya, mülteci Kübalılar da Küçük Havana’da atelyeler açmışlar, kocaman puroları ıslak yapraklara ziyaretçilerin gözü önünde sararak imalât hakkında fikir veriyorlar. Sonra da lüks ambalajlar içinde ve oldukça yüksek fiyatla satıyorlar. Sanki Miami’ye, hele, Küçük Havana’ya gelip de puro almamak ayıpmış gibi turistler, ellerinde dolarları, sıraya giriyorlar.
Bitki örtüsüyle, akarsuları, bataklıkları ve mavi gözyüzü ile, Miami, tropikal iklimin yaşandığı bir şehir. Biz oradayken Mart ortasıydı. Herkes gömlekle ve yazlık elbiselerle dolaşıyordu. “Temmuzda, ağustosta burası çekilmez” dediler. Öyle sıcak olurmuş ki, insanlar sığınacak bir gölge ararlarmış. Afrika’daki Büyük Sahra ile aynı enlemde. Şiddetli sağnak yağmurlar, hortumlar, fırtınalar bura halkının alışık olduğu şeyler. Biz şimdi nasıl yavaş yavaş “depremle birlikte yaşamak” yazgısını kabullenmeye başladıysak, onlar da, felâketlerle iç içe hayat sürmeyi tabiî sayıyorlar.
Son büyük hortum olayında Miami’de kırılmamış cam, yerinden sökülmemiş ağaç kalmamış. Otomobilleri, evlerin damlarından indirmişler. Şehir boşalmış, yollar kapanmış. Ama, âfet geçip gidince, el birliği ile onarıma girişmişler, kısa zamanda eskisinden bile düzenli hâle getirmişler. (İstanbul’da, oturduğum eve giden yolun yarısı geçen sene çökmüştü. Eksik olmasınlar, tedbir aldılar. Kırmızı-beyaz kukulâtalar dikip yolun yarısını kapadılar. Biraz da kum filân getirdiler. Onarım “hızla” devam ediyor. Yakında yıldönümünü kutlayacağız. Arabalar tek şeritten geçip gitmeye çalışıyor. Etraf ıssız.)
Miami’nin bir talihi var: Kıyıdan biraz uzakta, duvar gibi bir arazi, âdeta kıyıları koruyan bir dalgakıran gibi boydan boya uzanıyor. Kıyıdaki evler, bu suretle azgın dalgaların hücumundan korunuyor. “Ev” dediğime bakmayın, bunlar, sahile inen yamaçlara serilmiş geniş bahçelerin ortasında yer lıyor. Çoğu, birer malikâne. Bahçenin kıyısında iskele ve irili ufaklı yatlar. Bu yatların bazılarının üzerinde de küçük uçaklar. Herhalde büyük kapitalistlerin, şirket sahiplerinin, spekülâtörlerin, bankerlerin, petrolcülerin kâşâneleridir diye düşünüyordum. Biraz yanılmışım. Sadece onlar değilmiş. Meğer, bizim banka soyup kaçan yöneticilerin, onlara rüşvet veren ünlü iş adamlarının ve Sibel Can gibi büyük sanatçılarımızın da orada bu tür villaları varmış. Biz bu çevrenin (hamdolsun) dışında olduğumuz için gözlerimle görmedim, anlatılanları naklediyorum.
Sahile paralel uzanan caddeyi dönüp de Okyanusa dökülen Miami ırmağına sapmadan evvel, oteller, gece kulüpleri, “kafe”ler sıralanıyor. Burada da, yukarda bahsettiklerim kadar görkemli değilse bile, irili ufaklı villalar bulunuyor. Bunlardan biri iyice ünlenmiş. Meşhur homoseksüel modacı Versage, bu villalardan birinde oturuyormuş. Bir gece, villasının az ötesindeki kafede erkek sevgilisiyle birlikte vakit geçirdikten sonra evine dönmüş. Arkasından gelen “sevgili” de onu, evinin merdivenlerinde katletmiş. O ev şimdi pek meşhur, fakat bomboş. Yakında müze yapılsa şaşmamak gerek. Ama, dahası var. Versage’nin öldürülmeden az evvel oturduğu kafe hıncahınç dolu. Oturulacak tek boş sandalye yok. Civardaki diğer kafeler ise sinek avlıyor. Garsonlar, yoldan geçenleri neredeyse eteklerinden çekip içeri alacaklar. Versage’nin cinayetten biraz önce oturduğu kafede vakit geçirmek kimbilir nasıl bir duygu ki, rağbet bu dereceye varmış. Amerikan halkının magazin ve dedikodu dünyasında yaşamaktan zevk aldığını bu örnekte görmemek mümkün değil.
Yat gezintisi sırasında, kıyıda demirli duran Savarona’yı görmek bizi şaşırtıyor. Atatürk’ün yatı, şimdi milletlerarası kıyılarda gezinti teknesi olarak kullanılıyor.
Buraları vaktiyle, Amerikan yerlilerinin yaşadıkları bataklık bölgelermiş. Çoğunu kurutmuşlar ama, bataklık izleri hâlâ görünüyor. Bir köşeyi dönerken mezarlık gösterdiler. Garip! Tabutlar toprağın üzerinde duruyor. Ne günahkâr insanlarmış ki, cenazelerini toprak bile kabul etmemiş, diyeceğimiz geliyor. Ama, gerçek öyle değil. Tabutları mezara koyuyorlarmış. Bir süre sonra bataklığın alttan gelen baskısı onları toprağın üzerine itiyormuş. Nihayet başa çıkamayıp öylece bırakmışlar. Bu mezarlık, bana bir bataklık anıtı gibi göründü.
Bütün Florida, dümdüz bir ovadan ibaret. Denizden ortalama yükseklik sadece bir metre. Bölgede otuz bin kadar küçüklü büyüklü göl yer alıyor. Bunlardan bazılarının kenarına mahalleler kurulmuş; tek katlı, iki katlı evler sıralanmış. Hepsi de bahçeli, yeşillikler içinde.
Bizimki turistik bir gezi. Yirmi kişilik bir kafileyiz. Çoğu genç. Buraya gezmeye, eğlenmeye gelmişler. Tiyatrolar, müzeler, sanat ve kültür hareketleri, tarihî hâtıralar onları pek ilgilendirmiyor. Dış görünüş ve hareket onlar için daha önemli. Halbuki konser salonları, operalar, bale gösterileri, sergiler, müzeler de bu şehrin bir parçası. Ama, Miami denilince akla daha çok gazinolar, kabareler, lokantalar, sahiller, alış veriş ve gösteri merkezleri geliyor. “İllâ kültür, sanat arıyorsan böyle turlarda işin ne, başka yerlere gitseydin” deseler haksız sayılmazlar.
•••
Miami öyle de, Florida’nın bir başka şehri, Orlando öyle değil mi? Burası, hattâ daha da baskın. Tam bir eğlence ve gösteri dünyası hâline gelmiş. Kennedy Uzay Üssü de olmasa, bir hayâl âleminde yaşanıyor zannedersiniz.
Uzuy Üssü, çok geniş bir alana yayılıyor. Bir millî park hâlinde düzenlenmiş. Ancak küçük bir kısmı ziyaretçilere açık. Bilet alıp sıraya giriyorsunuz, uzun ve sabır isteyen bir bekleyişten sonra, art arda yanaşan uzay otobüslerine binip yolculuğa çıkıyorsunuz. Yeşil bir arazide, dereler ve göller arasında ilerlemeye başlıyorsunuz. Derelerin kenarında timsahlar başlarını kaldırıp geçen otobüslere hiç de yadırgamaksızın bakıyorlar. Önce bunları maket sandım. Meğer canlıymışlar. Hareket ettikleri zaman anlaşılıyor. Sonra kartallar… Döne döne uçup otobüsün üzerinden geçiyorlar. Kendinizi bir ara vahşi ormanlarda hissediyorsunuz. Bir zaman gittikten sonra Uzay Üssüne varıyoruz. Roketler, uzay kapsülleri, astronot mankenler, bir sürü teknik bilgi veren panolar arasında dolaşmaktan yorulunca lokantası, sineması sizi bekliyor. Aya giden astronotların elbiseleri ile bugünküler arasında büyük fark var. Evvelkiler hantal, kaba ve hayli ağır. Gelişe gelişe, ince, hafif bir kıyafet hâline gelmiş.
Şehir dedikse, Orlando’yu sakın klâsik bir şehir sanmayın. Meselâ bankalar topluca bir yerde. Sonra kilometrelerce boş arazide gidiliyor, resmî dairelerin bulunduğu bloklar geliyor. Oteller, eğlence ve gösteri yerleri, ev grupları geniş aralıklarla araziye serpiştirilmiş. Öyle sokaklar, caddeler, çarşılar, apartımanlar, gazinolar bir arada değil.
Orlando, sanki bir Miki dünyası, daha doğrusu Walt Disney dünyası. Ünlü Disneyland burada yer alıyor. Walt Disney’in adamları vaktiyle buraya gelip, geniş arazi parçalarını, sahiplerine pek belli etmeden yavaş yavaş ucuza satın almışlar. Sonra bunları birleştirince neredeyse yeni bir şehir meydana çıkmış. “Walt Disney Dünyası” işte burada kurulmuş. Her yerde Miki Fare heykelleri, gömlekleri, gözlükleri, tişörtleri, takıları, kitapları, süsleri, hâtıra eşyaları… Bir sevimli fare imparatorluğu ve bir endüstri.
Walt Disney Dünyası, çeşitli bölümlerden meydana geliyor. Sihirli Krallık, MGM Stüdyoları, su parkı, spor dünyası, uçuş fantezileri, Downtown Disney, Hayvanlar Krallığı, gemi gezileri, Disney’s Epcot bunlardan birkaçı. Biz ancak Sihirli Krallık bölümünü görebileceğiz. Onun da ancak bazı kısımlarını. Hepsini gezmeye kalkarsanız aylar sürer. Burada hayaletler evinden, madenci trenine, şelâleden düşen teknelerden Yedi Cücelere ve Pinokyo’ya kadar pek çok gösteri merkezi var. Eğlenmesini bilen, yorulmasını bilmeyen kimseler için ilgi çekici.
Orlando’nin bir başka köşesinde ise Universal Stüdyoları bulunuyor. Burada depremler, hortumlar, fırtınalar canlandırılıyor. Kendinizi bir anda felâketlerin tam ortasında buluyor, hatta onları yaşıyorsunuz. Sonra film kahramanları! Bir gölde sandalla geziyi çıkınca Jaws filmindeki köpek balıklarının hücumuna uğruyorsunuz. Sonra, bir “gece” trenle şehirde geziye çıkıyorsunuz, King Kong size saldırıyor. Gözünüzün önünde, azman gorilin adam büyüklüğündeki parmağı, Sinema unsurları, müzik, kuklalar ve renk oyunları ile sunulan Aslan Kral, sadece çocukları değil, her yaştan ziyaretçiyi eğlendiriyor, hatta şaşırtıyor. En son sinema teknolojisi ile, perdedeki görüntülerden fırlayan taş parçalarını burnunuzun ucunda görünce irkilmemeniz mümkün değil. Fakat, benim asıl ilgimi çeken, Amerikan ailesinin geçirdiği evrimin canlandırılması oldu. Döner bir sahneye, aile yapısının iki yüz yıl içinde geçirdiği dönemleri canlandıran bölümler yerleştirilmiş. Dekor, zevkler, eşyalar, anlayışlar, kıyafetler, evler nasıl bir değişim göstermiş, gayet güzel belirtiliyor. Bu gösteriyi seydeden bir Amerikalı çocuğun, sosyal hayatın değişimi hakkında artık ciltlerle kitap okumasına gerek kalmıyor. Bizde niye böyle şeyler yapılmaz? İlle Amerika’da görüp oradan örnek mi almamız gerekiyor? Taklide kalkışmadan kendimiz bir icatta bulunamaz mıyız?
Akşam yemeğine “Vahşi Batı” adıyla anılan bir lokantaya gidiyoruz. Kocaman, kaba tahta masalar, iki yanına konulmuş tahta ve arkalıksız sıralar. Garsonlar, yüz elli yıl önceki Amerikan izci kıyafetlerini giymişler, masaların kenarından geçerken naralar atıyorlar. Bir hengâmedir gidiyor. Derken sofraya kovalar geliyor. İçindeki kızarmış tavuk butlarını tabağımıza, yine o garsonlar birer nara atarak fırlatıveriyor. Önce “Bu nasıl servis yahu?” gibilerden biraz bozuluyoruz. Arkasından, külde pişirilmiş kocaman patatesler fırlatılıyor. Karavanayla getirilen sebze çorbasını tahta kâselerden içtikten sonra bu lezzetli yiyeceklerle karnımızı doyuruyoruz. Bir taraftan da vahşi batıya giden öncülerin şarkılarını dinliyor, kızılderililerin ok, kement ve tüfek atışlarını seyrediyoruz. Bilerek yanlış fırlatılan bıçaklar, hedef tahtasındaki seyircinin saçları arasından geçerken isterseniz heyecanlanmayın. Adam gitti gidecek.
Ben buradan da bir ders çıkarıyorum. Elâlem, iki yüz yıllık geçmişinden tarih yaratmaya çalışırken, biz binlerce yıllık tarihimizin zenginliğini bir türlü değerlendiremiyoruz. Hani böyle gösteriler, hani sahne eserleri, hani dev filmler?
Orlando’da yüzlerce gösteri merkezi var. Meselâ, bizim “İster İnan, İster İnanma” adıyla gazete köşelerinden hatırladığımız Ripley Binası bunlardan biri. Ben yorgunluktan göremedim, ama görenlerin anlattığına göre Deniz Dünyası’ndaki yunus gösterileri fevkalâdeymiş. Bilim Merkezi, timsah ülkesi, uçuş fantezileri, botanik bahçeleri, sirkler, keşif mağarası, su gösterileri, Çin Mahallesi ondan geri kalmıyor.
Zamanımız  artık  doldu,  yurda  dönmenin  vakti  geldi.  Önce  Orlando’dan  New  Yorka  gitmemiz  lâzım.  Ama  bir  havayolları  sürprizi  bizi  önce  Cincinnati’ye  götürüyor,  oradan  aktarmayla  New  York’a.  Uçuş  tarifeleri  öyle  gerektiriyormuş.  Burada  uçak  bilet  fiyatları  çok  farklı.  Bizde  fiyatlar,  bileti  ne  zaman  alırsanız  alın,  sabittir.  Amerika’da  bir  ay  önce  alırsanız  çok  ucuz,  on  beş  gün  önce  alırsanız  ucuz,  bir  hafta  evvel  alırsanız  normal,  bir  gün  önce  ise  pahalı  oluyor.  Programlı  yaşamanın  daha  ucuza  geldiği  bir  ülke  Amerika.  New  York’ta  kaldığımız  dört  yıldızlı  otelde  bizim  odamıza  çıkarılan  490  dolarlık  (aslında  sıfır  olan)  ekstra  harcama,  komşumuza  çıkarılan  (on  iki  dolarlık  telefon  konuşması  yerine)  310  dolarlık  masraf  gibi  profesyonel  “yanlışlıklar”  bir  kenara  bırakılırsa,  pek  âlâ  vukuatsız  bir  gezi.  Ama,  dinlenmek  için  şimdi  tam  üç  güne  ihtiyacımız  var.
                      


                                    