Türkçülüğün, Sultan II. Abdülhamid dönemindeki gelişme çizgisinde, millî ruhun uyandırılması yolundaki çalışmalar önemli bir yer tutar. Bu çalışmalarda, değişik görüşte ve mizaçta şahısların farklı yönlerden etkileri olmuştur. Etki sahibi kimselerin tamamını Türkçü saymak mümkün değildir. Hattâ bazıları hem Türkçü, hem İslâmcıveya sadece İslâm birliği taraftarı idiler. Ama, yazıları, konuşmaları yahut siyasî faaliyetleri ile, Türkçülüğün olgunlaşmasında pay sahibi olmuşlardır. Bunlardan biri de Cemaleddin Afganî’ dir.
Afganî’nin hayatı maceralarla, menkıbelerle, sürgünlerle, bazen de büyük bir itibar görerek, şan ve şereflerle geçmiştir. Karanlık ve bilinmeyen noktaları da bu tabloya ilâve etmek gerekir. Hattâ, kendisinin Afganlı mı, İranlı mı, Arap mı, Türk mü olduğu bile tartışmalıdır. İstanbul’da bulunduğu sıralar, çevresine Türk asıllı olduğunu söylemesi fazla bir anlam taşımamaktadır. Çünkü, daha önce kendisinin “seyyid” olduğunu iddia eder bir unvan takınması, Peygamber soyuna, yani Arap ırkına bağlılığı kabul ettiğinin de işaretidir. Esasen, birçok araştırmacı, onun milliyetinden ziyade “büyük bir İslâm” veya “büyük bir Doğulu” olduğu üzerinde durmaktadır.
Çocukluğunda kuvvetli bir eğitim almış bulunan Cemaleddin Afganî, daha gençlik çağında İslâm birliğine taraftar olmuştu. Ancak, bunun yanında Müslüman milletlerin ve toplu olarak İslâm dünyasının uyanması, kalkınması, emperyalizmin kıskacından kurtulması gerektiğine inanmıştı. Görüşlerini yaymak için çeşitli ülkeleri dolaşmış, gizli-açık faaliyetlerde bulunmuş, kullanabileceği hemen her vasıtadan yararlanmak istemişti. Afganistan’a, Hindistan’a, Irak’a, Mısır’a, Fransa’ya, İngiltere’ye, Rusya’ya ve nihayet Türkiye’ye giderek buralardaki aydınları fikirleriyle etkilemeye çalışmıştı. Zaman zaman devlet başkanlarıyla görüşmelerde bulunmuş ve onlara fikirlerini kabul ettirmek için gayret göstermişti. Ancak, halk iradesine önem verilmesi gibi tavsiyeleri, ülkeyi istibdatla yönetmeye alışmış İslâm hükümdarları tarafından hoş karşılanmamıştı. Bunun sonucunda ya sürgün edildi, ya sınır dışına çıkarıldı, yahut da sıkı bir gözetim altında tutuldu. Faaliyetine izin verilen ülkelerde ise devlet ileri gelenlerinden, aydınlardan, bilginlerden meydana gelen geniş bir çevre edindi. Vaazları ve konferansları ile sohbetleri, çevresindeki hayranlar çemberini gittikçe genişletti. İslâm ülkelerinde daha sonra ortaya çıkan bağımsızlık hareketlerinin fikrî veya fiilî önderleri, çoğunlukla onun öğrencileri arasından çıktı. Bu nitelikleriyle, Hindistan’dan Mısır’a ve Türkiye’ye kadar pek çok ülkede kalıcı etkileri görüldü. Henüz 25 yaşındayken Afganistan’da başvezirliğe getirilmesi ise, Cemaleddin Afganî’nin dikkat çekici yönlerinden biridir.
Afganî, gösterdiği faaliyetleri, yazıları ve kitaplarıyla bir İslâm müctehidi, düşünürü ve yenilikçisi olarak tanınmıştır. İslâm ülkelerindeki çalışmaları da bu istikamette olmuştur. Ancak, Türkiye’deki telkinleri -aynı istikameti takip etmekle beraber- biraz daha farklılık göstermektedir. Burada, yeni yeni uyanan Türk milliyetçiliğini teşvik etmiş, bunu İslâm ülkelerinin millî uyanışları için hayırlı bir adım telâkki etmiştir. Onun bu görüşü, daha Hindistan’da teşekkül etmiş sayılabilir. Burada Farsça olarak yayımlanan “Vahdet-i Cinsiye Felsefesi ve İttihad-ı Lisanın Mahiyet-i Hakikiyesi” adlı makalesinde dikkate değer tezler bulunmaktaydı. Afganî, bu makalesinde, özet olarak şu görüşleri ileri sürmekteydi:
“Cinsiyet (milliyet) dışında saadet yoktur. Lisansız milliyet olmaz. Bütün tabakaların ve sınıfların ifade ve istifadesini sağlayamayınca da lisan meydana gelmez… İnsanlar arasında kapsamı geniş olup birçok fertleri yekdiğerine bağlayan iki bağ vardır: Biri lisan birliği, yani milliyet birliği, ikincisi ise din. Dil birliğinin, yani milliyetin dünyada beka ve sebatı, hiç şüphe yoktur ki dinden daha devamlıdır. Çünkü az bir zamanda değişmez. Halbuki ikincisi böyle değildir. Tek bir lisan konuşan ırkı görürüz ki, bin yıllık bir süre içinde lisan birliğinden ibaret olan milliyette bir bozulma olmadan iki üç defa din değiştiriyor.”
Cemaleddin Afganî, hayatı boyunca Doğu İslâmiyetinin gerileme ve çöküş sebeplerini ve bu çöküşün önünü alabilecek çareleri araştırmıştı. Bu araştırmalarda vardığı sonuç, Müslümanların ırk meselelerine, ırk birliğine önem vermemiş olmaları, gerileme ve çöküşün bu sebepten kaynaklandığıdır. Bu sebeple, Müslüman kavimlerin, ister Hindu, ister Fars, ister Türk olsun, ırka, milliyete önem vermelerini tavsiye etmişti.
Dönemi için hayli yeni, hattâ şaşırtıcı olan bu görülerin tatbikattaki sonucu şu oluyordu: İslâm âleminin yaşayabilmesi ve gelişebilmesi için, Müslüman kavimler şuurlu milliyetçi olmalıdır. Milliyetleri çerçevesi içinde gelişip ilerlemelidir. Öncelikli hedef, millî şuura kavuşmaktır. Bunu bağımsızlık ve kalkınma takip edecek, siyasî birlik ise daha sonra gelecektir.
Cemaleddin Afganî, 1870 yılının başlarında, muhtemelen Sultan Aziz’in daveti üzerine İstanbul’a geldi. şöhreti yaygın olduğu için burada büyük bir itibar gördü. Sadrazam Âli Paşa kendisini ziyaret etti. Fuad Paşa, Safvet Paşa, Münif Efendi ve Hoca Tahsin Efendi gibi ileri gelen kimselerle ilişki kurdu. Çevresinde bilginler, yazarlar ve gençler toplandı. Eğitim Büyük Meclisi üyeliğine getirildi. O yıl, Darülfünûn (üniversite)un açılmasından sonra başlatılan halka açık konferanslar arasında onun da konferansları yer aldı. Ancak, başta medrese olmak üzere, mutassıp çevreler, onun yenilikçi görüşlerinden hoşnut değillerdi. Bu yüzden aleyhinde fitne kaynatmaya başladılar. şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi, Afganî’yi kâfirlikle suçladı, camilerdeki vaiz ve hatipler vasıtasıyla halkı kışkırtmaya başladı. Bunun üzerine Afganî, sınır dışı edildi.
Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, Cemaleddin Afganî, bu defa Sultan II. Abdülhamid’in daveti üzerine yeniden İstanbul’a geldi. Esasen, daha önceleri, Osmanlı sultanına yaklaşmak için fırsat aramış, mektuplar yazarak İslâm birliği dâvasını gerçekleştirmek için yardım teklifinde bulunmuştu. Afganî, İstanbul’a gelince kendisine itibar edildi; emrine ev, araba verildi, yüksek bir maaş bağlandı. Afganî, İslâm birliği konusunda, padişahın isteği üzerine bir rapor hazırladı. Özellikle ramazan gecelerinde sahura kadar süren sohbetlerde düşüncelerini yayma fırsatı buldu. Hindistan’a ve Afganistan’a yönelik olarak, İslâm birliği yolunda faaliyetlere girişti. İngilizler, bunun üzerine II. Abdülhamid’e baskı yapmaya başladılar. Bu baskılara, Afganî’nin Jön Türklerle temasları, hakkındaki jurnaller ve İran şahının öldürülmesinde parmağı bulunduğu iddiaları da eklenince II. Abdülhamid’in kuşkuları arttı. Sultan, Afganî’yi sıkı bir göz hapsine aldırdı ve ülkeden ayrılma isteğini de kabul etmedi. Bir bakıma onu korudu, fakat faaliyetlerini sınırlandırdı. Cemaleddin Afganî, bu şartlar altında, İstanbul’da hayata veda etti (1897).
•••
Cemaleddin Afganî’nin İstanbul’daki ikameti sırasında, kendisini muntazaman ziyaret edenler arasında Mehmed Emin (Yurdakul) de bulunuyordu. Genç şair, Afganî’nin konuşmalarından etkileniyordu. Afganî, kendisini ziyarete gelenlere, azim, öz güveni artırmak, sebat, fedakârlık, ölümden korkmamak gibi ahlâkî ilkeleri telkin ediyordu. İslâm kavimlerinin düşkünlüklerini anlatıyor, onları ayrı ayrı kavimler hâlinde yükseltmek, esir durumdan kurtarıp hürriyet, medeniyet ve egemenliklerine kavuşturmak gereğini etkili bir dille anlatıyordu. Mehmed Emin, bu umumî sözleri Türk milleti açısından değerlendiriyor, böylece millî yoldaki heyecanı ve gayreti artıyordu. Cemaleddin Afganî: “Sizde de ne zaman kendilerini sevmeyen ve kendi şahıslarının olmayan insanlar yetişirse o zaman kara gününüz ak olacak, düştüğünüz yerden kalkacaksınız” diyordu. Mehmed Emin, bu telkinler arasında ilk Türkçe şiirlerini yazmaya başlamıştı. O sıralarda Türk-Yunan Savaşı (1897) başlamak üzereydi. Mehmed Emin, o heyecanla yazdığı “Cenge Giderken” şiirini Cemaleddin Afganî’ye okuduğu zaman, şu takdiri almıştı: “İşte sizin asıl edebiyatınız budur.”
Demek ki, Cemaleddin Afganî, yeni görüş ve fikirleriyle 19. yüzyıl sonundaki Osmanlı aydınlarını etkilemiş, onlarda da milliyet fikrinin uyanmasına vesile olmuştur. Afganî’nin milliyete ait görüşlerinin, zamanında tam olarak anlaşıldığını ve değerlendirildiğini söylemek zordur. Ancak, onun ölümünden sonra bu görüşler gittikçe yayılmış ve kabul görmüştür. İslâm birliği taraftarı olan bir düşünürün, bu konudaki açık fikirliliğini olumlu bir not olarak kaydetmek gerekir. Mehmed Emin Yurdakul’un yirminci yüzyıl başında hızla gelişen Türkçülük akımındaki önemli yerini dikkate aldığımızda, Cemaleddin Afganî’nin -dolaylı da olsa- Türkçülüğün mesafe alışındaki payını küçümsememek lâzımdır.




