TARİH boyunca birçok devlet, Kıbrıs Adası’na kısmen ya da tamamen egemen olmuştur. Bunların başında, Finike, Asur, Mısır, Hitit, Doğu Roma, Ceneviz, Venedik, Osmanlı ve İngilizler gelmektedir. Günümüzde yaşanan sorunun bir ayağını oluşturan Rumlar’ın ise Kıbrıs Adası’na yoğun iskânı, 19. yüzyılın ilk yarısında, Mora İsyanı’nın ertesinde ortaya çıkmıştır (Manisalı, 2003: 15-17).
Kıbrıs adası gerek coğrafî konumu, gerekse üzerinde yaşayan Türkler nedeniyle Türkiye’nin siyasal yapısı içerisindeki önemli konulardan biridir. Uluslararası siyaset açısından Türkiye’nin yer aldığı hemen hemen tüm tartışmalarda Kıbrıs ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan bir temcit pilavı olmuştur. “Kıbrıs sorununu çözün, Kıbrıs’ta şunu yapın, Kıbrıs’ta bunu yapın” denilerek Türkiye üzerinde sürekli baskı kurulmaya çalışılmıştır.Bu sebeple; Kıbrıs yalnızca Kuzey Kıbrıs Türkleri için değil Türkiye için de hayatî bir konudur. Peki nedir Kıbrıs sorunu? Ortada nasıl bir sorun vardır? Bu soruna AB’nin yaklaşımı ne şekilde olmaktadır?
Kıbrıs “Sorunu”, her ne kadar tarihi bir sorun gibi gözükse de temeldeki düşünce hiç değişmemiştir: Türk düşmanlığı. Evet, bugün Kıbrıs’taki sorunun temelinde Rumların Türk düşmanlıkları ve Kıbrıs Adası’nda Türkleri istememeleri yatmaktadır. Çünkü onlar Ada’nın gerçek sahibidirler ve bu Ada’da Türkler ancak önemsiz bir azınlık olarak varlıklarını sürdürebilirler. Buradan şu sonuca varmaktayız: Kıbrıs “sorunu” aslında Türk tarafı için 1974 yılında çözülmüştür. Bu açıdan bakıldığında kendilerini Türk düşmanlığı ile özdeşleştirenler açısından bir sorun vardır. Bu “sorun” Yunan/Rum tarafının sorunudur ve bu taraflar tarafından çözüme kavuşturulmalıdır. Bu çözüm de ancak, Türklerin egemenlik haklarına saygı gösterilerek gerçekleşebilir
Bizim, millet olarak Kıbrıs’la ilgili bir idealimiz yoktur. Dolayısıyla, bu ideali gerçekleştirecek hedeflerimiz de yok; fakat, Yunanlıların var. Onların ideali Kıbrıs’ın tümüyle bir Yunan Adası olmasıdır. Yunanlılar bu ideallerine ulaşmak için tam bir birlik içindeyken, biz ikiye bölünmüş durumdayız* (Türenç, 2003).
Kıbrıs anlaşmazlığı yani Rumların Ada’nın tek söz sahibi olma yolundaki eylemleri Özönder’in (2002: 1-4) de belirttiği gibi 1960 antlaşması ile nispeten sükûna ermiştir. 1960 antlaşmasına göre Kıbrıs siyasî açıdan eşit iki toplumdan oluşuyordu. Anayasada Türkler ve Rumlar iki ulusal toplumdu ve bu toplumlardan herhangi biri azınlık değildi. Ancak 1963 yılından sonra Rumlar tarafından başlatılan saldırı ve katliamların temel hedefi, öncelikle Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni daha sonra da İlhak (Enosis)’ı gerçekleştirmekti. Rumlar’ın bu amaçlarında ne kadar içten olduklarına ilişkin çarpıcı bir örneği Manisalı, “Avrupa Kıskacında Kıbrıs” kitabında şu şekilde vermektedir: Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Atina büyükelçiliğine atanan Nikos Kramidiotis’in 1960 yılında söylediği şu cümleler oldukça çarpıcıdır: “Enosis ideali Rumların gönüllerinde yer etmiştir. Bu ideal bundan sonra da yaşamaya devam edecektir. Ancak şu aşamada şimdilik, uluslar arası ortam bu amacımıza uygun değildir. Anlaşmaları (Londra ve Zürih) kabullenmiş görünsek bile, bağımsız olarak arzuladığımız amacın şartlarını hazırlama imkânına sahip olacağız” (Manisalı, 2003: 33-34). Denktaş’ın da belirttiği üzere, Rumların tek ve şaşmaz hedefleri Kıbrıs’ta, içinde azınlık olarak Türklerin kaldığı, Türkiye garantisinden yoksun, bir Rum Cumhuriyeti kurmaktır (Denktaş, 1991: 9). Rumlar Enosis’i gerçekleştirmek yani Ada’da Türk varlığını y ok edip, Yunanistan ile birleşmek için 1 Nisan 1955’te silâhlı eyleme başlamışlar, bunun ertesinde, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın katıldığı Londra ve Zürih konferansları yapılmıştır. Londra ve Zürih antlaşmalarına ek olarak, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında Garanti Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile amaç, adanın Türkiye, Yunanistan, İngiltere veya Avrupa Birliği gibi bir topluluğa katılmasını engellemektir (Manisalı, 2003: 28-29). Oysaki AB’nin bugün yaptığı uygulamalar bu antlaşmaları tanımaz niteliktedir. Yani AB, uluslar arası hukuku yok sayarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni muhatap kabul etmiş, Türk tarafını yok saymış ve Rumları, AB üyeliğine almıştır… Böylelikle AB’nin Kıbrıs Sorunu konusunda, Rum kesimini Ada’nın tamamı adına muhatap alması, bu konuda doğrudan taraf olduğunun açık bir göstergesidir (Efegil, 2003: 194). Uluslar arası hukuku bu şekilde çiğneyerek Güney Kıbrıs ile ılımlı ilişkiler içerisinde olan AB, bu ılımlı ilişkilerin, Ada’nın toprak ve nüfus bütünlüğü adına yürütüldüğü gibi hiç de mantıklı olmayan bir gerekçeyi ortaya koymaktadırlar. Oysaki, AB’nin amacı hiç de bu yönde değildir. Eğer gerçekten söylenildiği gibi, Ada’nın toprak ve nüfus bütünlüğü düşünülse idi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de dikkate alınır, hakları korunurdu. Fakat ne acıdır ki, Ada’da çözümden bahseden AB, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımamakta, Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin can ve mal güvenliğinin teminatı olan Türk askerini de Ada’da işgalci olarak değerlendirmektedir.
Türkiye’nin milletlerarası antlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hakkına dayanarak soy kırıma maruz kalan Kıbrıs Türklüğünün imdadına koşması AB tarafından hiçbir zaman anlaşılamamıştır. Dolayısıyla da Türk Ordusunun adadaki varlığı, işgalci olarak tanımlanmaktan öteye geçememiştir. İşte, 1974 yılından bu yana adaya hâkim olan barış ve istikrara rağmen, Kıbrıs’ın önemli bir milletler arası “sorun” olarak tanımlanıp kabul görmesinin kökeninde bu yaklaşım yatmaktadır. Kıbrıs Sorunu karşısındaki bu yaklaşım, aynı zamanda Türkiye’nin hem kültürel, hem de siyasî açıdan Batı’nın “öteki”si olarak algılandığının da bariz bir göstergesidir (Özer, 2003: 29-31).
Kıbrıs konusunda “sorun” diye adlandırılan durumun ne olduğunu, ortada bulunan bu sorunun Rumların politikalarından, Enosis ideallerinden kaynaklandığını belirttikten sonra, şimdi, bu sorunun AB gündeminde ne şekilde yer aldığına biraz daha ayrıntılı bakmak gerekiyor. Kıbrıs sorunu, AB gündemine Soğuk Savaş’ın bitimi ile alınmıştır.
AB, Türkiye’ye her seferinde dayattığı “Kıbrıs’a çözüm önşartını” Rum tarafı için kaldırıp Rumları AB’ye alarak Kıbrıs konusunda doğrudan taraf olduğunu açıkça göstermiştir. Oysaki Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan’ ın birlikte üye olmadığı bir birliğe, adada hiçbir sorun olmamış olsa bile, 1960 Anlaşmalarına göre giremez. AB bu şekilde adım atarak 1960 Anlaşmalarının ada üzerinde oluşturduğu kritik Türk-Yunan dengesini ve garantör Türkiye ve Kıbrıs Türk ortağın haklarını da tamamen gözardı etmiştir.
AB öte yandan Kıbrıs Türkleri için ortada büyük bir fırsat penceresi olduğunu, Kıbrıs sorununun çözülmesi hâlinde Kıbrıs Türklerinin de AB’ye üye olabileceğini söylemekte, ancak Kıbrıs Türkleri üzerindeki insanlık dışı ambargolara ve Rum tarafını “tüm adada tek muhatap” kabul etmeye devam etmektedir. Bir çözüme varılamadığı hâlde Rum tarafını Kıbrıs olarak AB’ye almışlardır. Bunun Kıbrıs Türkleri için nasıl bir “fırsat” olduğunu anlamak zordur. Rum tarafı bir AB ülkesinin Türkiye tarafından işgal altında bulunduğunu iddia edebilir, hatta bir çatışma çıkararak AB nin askerî desteğini de almaya çalışabilecektir. AB’nin bunu da bilmemesine imkân yoktur. Buna rağmen Rum yönetimine her türlü desteği vermektedirler.
AB bu politikası ile Rum tarafına çözüm yönünde hiçbir teşvik bırakmamıştır. Klerides eğer bir çözüm olmadığı hâlde tüm Kıbrıs adına AB üyeliğini elde etmişse ve bu üyelikle Türkiye’nin gelecekteki üyeliğini bile veto edecek duruma gelmişse, Kıbrıs Türk tarafı ile neden şimdi eşitlik temelinde bir anlaşmaya evet desin?
AB’nin Kıbrıs konusundaki yaklaşımının ne denli taraflı olduğu açıktır. AB, Türkiye’nin karşısında, Rumların ve Yunanistan’ın yanındadır. AB’nin Kıbrıs konusuna bakışı ile Rumların konuya bakışı arasında bir farklılık yoktur. Bu söylediklerimizin kanıtlarını AB’nin genişlemeden sorumlu yetkilisi Günther Verheugen’in Türkiye karşıtı açıklamalarında da bulmaktayız. Verheugen yaptığı bir açıklamada, “Kıbrıs’ı AB’ye üye almak konusundaki kararı Atina’da bir kısım iş adamı ve politikacı ile birlikte karar verdik. Aynı gün, Atina’da AB’nin genişlemesine ve yeni üyelerle imzalanacak katılım belgelerinin imza töreninin nasıl yapılacağını da konuşup kararlaştırdık” demiştir.
AB’nin Kıbrıs konusunda Rum/Yunanistan yanlısı olduğunun bir diğer kanıtı ise Türkiye’nin AB üyeliği konusunda Kıbrıs’ı her defasında gündeme getirmeleridir. Aynı AB, acaba niçin, şu anda üyesi ve aynı zamanda Kıbrıs’ta doğrudan taraflarından birisi olan Rumlara Kıbrıs Sorunu’nu çözün, daha sonra gelin diyememiştir? Aynı AB, niçin Yunanistan’ın çözmesi gereken bir sorun olarak Batı Trakya Türklerinin karşı karşıya bırakıldığı “insanlık dışı uygulamaları” gündeme taşıyamamıştır? Nedeni çok açıktır: Yazının başında da belirtildiği gibi, AB’nin temelinde yer alan egemen düşüncelerden birisi Türk düşmanlığı/Türkiye karşıtlığıdır. Gökçen’in ifade ettiği gibi, AB’nin uzun vadeli planı Türklerin olmadığı bir Kıbrıs’tır (Gökçen, 2003: 32-35). Türk düşmanlığı ile adeta özdeş hâle gelmiş olan AB politikalarının yanında yer alan bir diğer güç ise kuşkusuz ABD’dir. Nitekim ABD yani sözde müttefikimiz, KKTC’nin 15 Kasım 1983 yılındaki ilanını tanımak isteyen ülkelere engel olmasaydı, bu doğrultuda baskı uygulamasaydı belki bugün 15-20 ülke KKTC’yi tanımış olacaktı ve gündemdeki Kıbrıs uyuşmazlığı diye bir mesele ortadan kalkacaktı. Çünkü, başta da belirtildiği gibi Kıbrıs uyuşmazlığının temelinde, Rumların adaya hâkim olmak istemeleri, tek söz sahibi olmak istemeleri ve bu doğrultuda Türkleri azınlık olarak görmeleri yatmaktadır. Kısacası, bugün AB’nin ve ABD’nin Türkiye’ye bakışları ve Türkiye politikaları “tarafsız” olmuş olsa idi gündemde yer alan birçok sorun varolmayacaktı.
AB ve sözde müttefikimiz ABD’nin Kıbrıs konusunda nasıl taraf olduklarına ilişkin son bir şey daha eklemek yararlı olacaktır.
Makarios, 1 Ocak 1964’te 1960 antlaşmalarını tek taraflı olarak feshettiğini açıklamıştır. Birleşmiş Milletler genel sekreterliği işgalci tarafa meşru hükûmet gibi, “Kıbrıs Hükûmeti” ifadesini kullanarak mektup göndermiştir. Bu tarihî hata, ABD ve Batı Avrupa tarafından bilinçli bir biçimde yapılmıştır. Artık bu tarihten sonra, işgalci Rumlar, sırf bu yanlış ifade ve başlangıç sonucu, fiilen hükûmet gibi kabul edileceklerdir. Batı’nın yönetimi işgal eden Rum tarafını meşru hükûmet olarak kabul etmesi, aslında Batı’nın Türklerle Rumlar, Türkiye ile Yunanistan, Batı ile Batı dışındakiler, Hristiyanlarla “diğerleri” arasında yaptığı bir tercihtir (Manisalı, 2003: 34-37). Acaba, 1963 Aralık ayında Türkler, Rumlara saldırıp ortak hükûmeti tek taraflı olarak ele geçirselerdi, Rumlar üzerinde benzer baskı ve kısıtlamalar yapsalardı, AB, BM gibi kuruluşlar ile ABD, Yunanistan, İngiltere gibi ülkeler Türklere nasıl bir tepki gösterirlerdi? Ada’daki soydaşlarını katliamdan kurtaran Türk askerine dahi işgalci diyebilen bu kuruluşlar ve ülkeler böyle bir durumda herhâlde Türkiye ile sıcak çatışmaya girerlerdi, kim bilir belki de Türkiye’ye demokrasi-insan hakları ve özgürlük getirirlerdi, Irak’a götürdükleri gibi…
Kıbrıs konusu ile bağlantılı olarak Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci ile ilgili bir şeyi belirtmekte yarar vardır. Gerek Rumları Kıbrıs’ta tek muhatap kabul etmesi ve uluslar arası antlaşmalardan kaynaklanan hakkını kullanıp soydaşlarını katliamdan kurtaran Türk askerini işgalci olarak nitelemesi ve gerekse Yunanistan’ın önüne koymadığı şartları Türkiye’nin önüne hep bir sorun olarak çıkartması gibi birçok “taraflı” yaklaşımından ötürü, AB, Türkiye’yi tam üye kabul etme konusunda da samimî değildir. Yani, AB’nin, Ege ve Kıbrıs sorunlarının çözümüne ilişkin dayatmaları, Türkiye’nin azınlıklara daha fazla kültürel haklar vermesi ve Ermeni soykırımını tanıması yönünde yapılan baskıları, Türkiye’nin üyeliğine set çekmek için önüne konulan engeller olarak görmek gerekmektedir (Eser, 2003: 38-39).
SONUÇ
Kıbrıs’ta bir çözüme varılması için AB, uyguladığı yanlı politikalardan vazgeçmeli ve artık kendi üzerine düşen sorumluluğu görmelidir. Kıbrıs’ta Türk tarafına devamlı yüklenerek ve Yunan vetosundan korkarak Rum tarafını tüm ada hükûmeti olarak kabul edip destekleyerek bir çözüme katkıda bulunamayacaklarını artık anlamaları gerekmektedir.
Sonuç olarak, Kıbrıs konusu, KKTC ve Türkiye için millî bir konudur. Kim daha çok iş yapar ve pasaport verirse o ülkeye peşkeş çekilecek bir meta değildir. Şu bir gerçektir ki, KKTC ve Türk bayrağını reddedip, BM ve Rum bayraklarını ellerine alanların, “bağımsız” yaşayabilecekleri bir vatanları olmayacaktır (Gökçen, 2003: 34-35).
KAYNAKLAR
BAYBARS, E. Özer (2003) “Kıbrıs Sorunu Karşısında Batı ve Türk Milleti: Çözüm Baskısının Düşündürdükleri”, Müdafaa-i Hukuk, Sayı: 58, s. 29-31.
DENKTAŞ, Rauf (1991) Kıbrıs Davamız, Ankara: Kök Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Serisi: 9.
EFEGİL, Ertan (2002) “Kıbrıs’ta ‘Bitmeyen Son Tango’”, KÖK Araştırmalar, Cilt: IV, Sayı: 2, s. 193-205.
ESER, Feridun (2003) “Kıbrıs Problemi (2)”, Orkun, Sayı: 67, s. 38-39.
GÖKÇEN, Salim (2003) “Değişen Kıbrıs Politikası ve Annan Plânı’na Karşı Acheson Plânı”, Müdafaa-i Hukuk, Sayı: 59, s. 34-35.
MANİSALI, Erol (2003) Avrupa Kıskacında Kıbrıs, İstanbul: Derin Yayınları, 1. Basım.
ÖZKAN, Tuncay (2003) “Kıbrıs Neyin Anahtarı”, Akşam Gazetesi, 6 Aralık.
ÖZÖNDER, M. Cihat (2002) “Takdim”, KÖK Araştırmalar, Cilt: IV, Sayı: 2, s. 1-5.
TÜRENÇ, Tufan (2003) “ Kıbrıs ve Görülmesi Gereken Gerçekler”, Hürriyet Gazetesi, 17 Aralık.
· İkiye bölünmüşlük özellikle 14 Aralık Kıbrıs seçimleri ile kendisini göstermiştir. KKTC’deki yurttaşlarımızın birlik içerisinde hareket etmeleri, adada ancak egemen eşitliğe dayalı bir ortaklığı kabul edebileceklerini kararlı bir biçimde ifade etmeleri, adadaki Türk-Yunan dengesini de muhafazada ısrarlı olduklarını ve üyeliğin ancak çözümden sonra ele alınabileceğini vurgulamaları, bunu da sonuna kadar savunmaları gerekmektedir.