Yeryüzünün dört bir köşesinde ve üzülerek söyleyelim, ülkemizde de dernekler, meslek birlikleri ve hatta vakıfların yanı sıra bilim, kültür, sanat ve siyaset kurumlarında, son zamanlarda oldukça sık tekrarlanan şu “sivil toplum örgütleri”nde –her şeyden önce aile kurumunda – görülen çatlamalardan, büyük dünya savaşları sonu alınan acı derslerin sonucu kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilâtı (BM) ve kuruluşu son derece hesaplı ve kitaplı Avrupa Birliği’ ne kadar hoşgörüsüz, uzlaşmadan ve gerekli temel çözümlere ulaşma düşüncesinden uzak, insanlıkla hiç bağdaşmayan bir çağ yaşadık ve bir yenisini yaşıyoruz. Akıl ve mantığa sığmayan, zaman zaman kaba kuvvet kullanılmasına, hattâ zorbalığa varan bu durum , hiç şüphesiz millî ve mânevî değerlerin, dinî ve millî duyguların körelmesi, ikinci plâna itilmesi veya itilmek istenilmesi daha çok müspet zihniyetten, olumlu düşünce biçimine sahiplikten yoksun olmanın sonucu ve eseridir.
Böyle mi, değil mi? Önce bu soruya cevap verelim.
Dünya genelinde bütün insanlık olarak, Asya’da, Uzakdoğu’da başlayıp Kafkaslar’da, sonra Balkan yarımadası, en sonuncusu da Ortadoğu coğrafyasında bir biri ardı sıra hep birlikte gördüklerine, yaşadıklarına nedir dersiniz?.. Geride kalan yüzyıl ve son otuz, kırk yıl ele alındığında görülen örneklerin ışığında, ülkemiz bakımından düştüğümüz durum, hiç de iç açıcı değil. Sebepleri farklı farklı olabilir. Ama değerlendirmede çoğumuz aynı düşünce özürü ile mâlûl bulunmaktayız. Cumhuriyetle beraber kazandıklarımızla kaybettiklerimiz doğru bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. Bu yapılmazsa, bizi aydınlığa çıkaracak çözüme ulaşamayız.
Türk olarak “insanlık” anlayışımız, hiçbir zaman gereksiz şekilde yargılanmamalı Bizim bu konuda, dünya milletleri, yer yüzünde bulunan insan toplulukları içinde fazlamız var, eksiğimiz yok! Hem millî hem dinî değerlerimiz icabı engin bir insanlık anlayışına sahip olduğumuzu tarihimiz doğruluyor ve gözler önüne seriyor. İnsanlık ayıbı sayılacak hiçbir hareket içinde olmadığımızı iyi bilelim, gösterelim, bilelim, buna göre hareket edelim. Bize isnat edilmek istenilen, iki de ortaya sürülen şu “soykırımı” iddiaları, bizden daha çok iddia edenlere yakışıyor, onlara aittir. Bizim tarihimizde, kitle halinde ölülere sebep olan “gaz odaları” na rastlamak da, katliamlar sonucu “toplu mezarlar”da bulunmuyor. “Berlin Duvarı”nı örenler veya bir halkı “beton yığınları” ile ikiye bölenler cevap versinler, yaptıklarının insanlıkla ne ölçüde bağdaştığına?
Aşağılık duygusu altında ezilmek onlara ait!
“Dediğim dedik! “ Zihniyeti
Biz, yine konumuza dönelim, kaldığımız yerden devam edelim. Tarihi ve zamanı doğru değerlendirmek de her şeyden önce müspet zihniyet meselesidir.
Siz, hiç düşündünüz mü, bildiklerimizin doğruluğundan, bir meselede kesinlikle bizim haklı olduğumuzdan ne ölçüde ve ne kadar emin olabiliriz? Düşündüğümüzün tersinin de mümkün olabileceğini, bizim değil karşımızdakinin, karşı görüşü, fikri sa vunanın da belki doğru düşünebileceğini, çoğu zaman aklımıza getirmek bile istemeyiz. Neden acaba?
Şunu itiraf edelim, düşünüş biçimi olarak, daha başında, kendimizi “kendi doğrularımız”a tutsak etmişiz!. Görünen hal bu, başka bir şey değil! Bu hâlimize bakıp, son derece dikkat edilecek bir durumla karşı karşıya bulunduğumuzu bilmeliyiz.
“Doğru” ya ulaşmanın en az bin türlü yolu vardır. Birinin bakış açısından şuna doğru denirken, başka birinin daha değişik bir açıdan bakışı ile onun görüşü doğrultusunda sonuç daha başka olabilir.
Millet olarak, oldukça iddiacı insanlardan oluşmuş gibiyiz. “Doğru olan benim söylediğimdir” diyen, ne kadar inanarak söylerse söylesin, gerçekte doğru, bazen onun söylediğinin tam tersi olabilir. Kesin yargıya varmak o kadar kolay olabilir mi? “Dediğim dedik!” demekle bir yere varılabilir mi?. Olumlu düşünmek için her şeyden önce, yeterli bir bilgi birikimiz, kılı kırk yaran araştırıcı bir kişiliğimiz, sonra da bunda kararlılığımız söz konusu. Bu yoksa, böyle değilse, bilerek veya bilmeden kendi ellerimizle ördüğümüz bir duvar çıkar karşımıza, bu duvar ister istemez görüşümüzü kısıtlar, elimizi kolumuzu sımsıkı bağlar.
Türkler, Allah’ın Seçilmiş
Kullarıdır
Allah, bizleri, aramızda renk, din, dil, hiçbir ayrım gözetmeden özene bezene, bütün öteki canlılardan farklı, konuşan, düşünen, gören, duyan, sezen, seven “insan” olarak yaratmış. Bunun farkında değiliz, acı olan, düşündüren de bu işte! Üstelik biz Türkler, Allah‘ın seçilmiş iyi kullarıyız. Galiba bunu unuttuk veya unutturdular.
Geçmişte, hiç ama hiç böyle değildik. Bu gün durum değişti.
Aklımızı, duygularımızın önüne katmışız. Arabanın önüne koşulmuş bir çift beygir gibi… Bu bedeni Yaradan, bize insanca hissetmenin dışında, heyecanlanan, kızan, kükreyen hallerde doğru yolda çekip götürsün diye akıl ile birlikte konuşmayı, düşünmeyi armağan etmiş… Her türlü ön yargıdan uzak kalmayı başarabilseydik, menfî gördüğümüz şey müspet çıktığında, anlayış gösterir ve kavrar, bilinçli davranır ve belleğimizi kullanarak hareket eder, doğruyu görür, ona göre karar verirdik.
Dinlemeyi Bilmek
Görme özürlü olana “kör”, işitme özürlüye “sağır” dediğimiz gibi, bir de bu “dinleme özürlü” olanlara ad bulmalıyız! Yıllarca üniversitelerde ve kurumlarda güzel konuşma dersleri verdik. Tespit ettiğimiz hususlardan biri de “dinlemeyi bilmemek”ti. Karşımızdakiler, suratımıza bakıyor, bizi duyuyor, işitiyorlar ama dinlemiyorlardı! Dinlemek, bakın neden önemli?
Hayatın, uzlaşma ile daha güzel yaşanıp süreceğinin, çok daha güzelleşeceğinin; kamplara bölünme, çatışma, kavga, gereksiz tartışma, hır gür ve anlaşmazlıkların müspet zihniyetle çözülüp önleneceğinin ilk adımı “dinleme” ile atılır. Biz bunun farkında bile değiliz. Neden mi? Birbirimizi dinlemiyoruz!.. Yok yere birbirimize saldırıyor, bağırıp çağırıyor, suçluyor, dünyamızı, içinde bulunduğumuz çevreyi cehenneme çeviriyoruz. Konuşmalardaki güzel ifade, söyleyiş eksikliğine sebep nedir dersiniz? Dinleme eksikliği.
Kim ne derse desin, dinlemeyi yeteri kadar bilmiyoruz. Hepimiz değil ama, çoğumuz için geçerli, böyle bu. Öğretilmediği, belletilmediği için… Belki aslında, dinlemek işimize de gelmiyor! İşte bunun için, bazılarımızın haline bakıp aramızda “dinleme özürlüler” bulunduğunu rahatça söyleyebiliriz. Üniversitede ve çeşitli kurumlarda, yıllarca konuşma derslerine girdiğimiz, seminerler yönettiğimiz, sık sık topluluk önünde konuşmalar yaptığımız için gördük, biliyoruz. Dinleme konusunda büyük, hem çok büyük eksikliğimiz var. Oturup bir insanın yüzüne baka baka, sadece söylenenleri işitmiş olmak dinlemek değildir. Konuşulanları, bize söylenenleri düşünce, bilgi ve kültür birikimimizin süzgecinden geçirerek, ölçerek ve tartarak dinlersek anlayabiliriz. Bazılarımız dinlemiş olmak için dinliyorlar! Doğru dinlemeyi bilmeden olumlu düşüncelere, onun sonucu olarak da olumlu düşünüş biçimine ulaşabilmemiz mümkün olabilir mi?
Düşünmenin Doğru Yolu
“İnsan nasıl doğru düşünür” sorusunun bir de tam tersini ele alalım. Hangi sebepler yüzünden “ yanlış düşünür” de gerçeğin farkına varamayız? Bu sorular mutlaka açılmalı, açıklığa kavuşturulmalı ki, doğru düşünmenin yolu bulunabilsin, doğruya bir pencere aralansın.
Araştırırsak şunu görürüz; gerçekten olumlu düşünüş biçimi, yani müspet zihniyetle ilişkisi vardır bu sorduğumuz soruların. Bir de millî kültürümüzle, çocukluktan gençliğe öz benliğimizi ve kişiliğimizi biçimlendiren değerlerimiz bunda rol oynar. Ne yapıp yapılmalı, memleketimizin yürürlükteki millî eğitim sisteminde kişilik ve “millî değerlerin oluşumu“na öncelik verilmeli, dinlemesini bilen, doğru ve olumlu düşünen, yani eski deyimiyle müspet zihniyet sahibi bir insan kitlesi yetiştirilmeli, yaratılmalıdır.
Bu arada, dikkatle, bilinçli olarak millî kültür aşınması ve yozlaşmasının da önüne geçilmelidir. Bu görüşlerimize temel olan düşünce, çok seçkin bir bilim adamı, “Kültür Değişmeleri” nin yazarı Prof. Dr. Mümtaz Turhan hocaya ait. Hoca gibi, “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir, fendir” diyen insan, Atatürk de bu sözü Millî Mücadele sırasında veya onu takip eden yıllarda söylemiştir ve inanıyoruz ki, söylerken de olumlu ve doğru düşünmenin, memleketi, milleti bütün insanlığı ileri, ışıklı bir geleceğe yöneltmenin yolunu bilim zihniyetinin yanı sıra müspet zihniyetin varlığında görmüştür. O da, Mümtaz Turhan hoca da, değişik açılardan aynı görüşte birleşiyorlar…
Mümtaz Turhan hocanın çok yakın dostu, fikir arkadaşı Prof. Remzi Oğuz Arık ve eğitimci olarak aynı düşünceleri paylaşan bazı isimler de, bilim ve düşünce adamlarımız da -bu konuya eğilirlerken- aynı ortak noktada buluşuyorlar ve birleşiyorlardı. Üniversitede, AÜ İlâhiyat Fakültesi’nde okuduğumuz yıllarda hocamız olan Ord.Prof. H. Ziya Ülken ile Prof. I.Hakkı Baltacığlu’ nu ve eserlerini de burada hatırlatmakla yetinelim. Elbette bizi düşündüren, bunları yazmamıza sebep olanların eserleri, onlardan okuduklarımız ve onlardan duyup dinlediklerimiz ve bu arada hayat boyu tecrübelerimiz olmuştur.
Gençliğin Yolunu Açanlar
Prof. Dr. Mümtaz Turhan “Kültür Değişmeleri” üzerinde çalışmalarını sürdürürken, yakın arkadaşı Remzi Oğuz Arık “Millet” ve “Çığır” dergilerinde aynı konulara değinen yazılar, radyo konuşmaları kaleme alıyordu. Her ikisinin de ilk kitapları, sadece birkaç yıl arayla aynı yıllarda yayınlandı.
1940’lı yıllarda çıkan “İdeal ve İdeoloji” , Remzi Oğuz Arık ‘ ın vakitsiz ölümünden hemen sonra “Coğrafyadan Vatana” halini alarak, ekler ve değişikliklerle tekrar sunuldu okuyucuya. 1960’dan sonra Mümtaz Hoca da, üniversite öğrencileri olarak hepimizi heyecanlandıran “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” adlı kitabıyla çağdaşlaşma sorusunu yerleştirdi kafalarımıza. Hepimize doğru düşünmenin yolunu açtı. Ord. Prof. Sadri Maksudi Arsal adını da bunlara ekleyebiliriz. Bunlara ilave edeceğimiz bir de eğitim adamımız var: Cahit Okurer… Okurer hocanın eseri, “Milliyetçiliğimizin Temel Fikirleri” ise 1961 yılında kitaplaştırıldı. Bu satırları kaleme alanın da dahil olduğu bir nesil, bu saydıklarımızın sayıca birkaç katı kalem ve fikir adamının eserlerini okumak suretiyle yollarını çizdiler, bugünlere ulaştılar. Üniversite yıllarında Cahit Hoca’nın evinde akşam saatlerine kadar süren bir çok uzun sohbette dinlediklerimiz bugün söylenmiş gibi aklımızda. Olumlu düşüncelere ulaşabilen pek çok genç, biz de dahil, onları tanımak, dinlemek ve eserlerini okumak suretiyle bir yol çizdik, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu satırların yazarı, tanıdığı bu insanlardan büyük ölçüde yararlandı ve eserlerinde (Hisar, Töre, Türk Yurdu ve diğer dergilerde yayınlanan bazı yazılarında da) onların görüşlerine sık sık yer verme gereğini duydu. Bizim gibi gençlerle ilgilenirlerdi bu insanlar; bize vakit ayırırlar, sorularımıza cevap verirlerdi. Böyle düşünenler azaldı; olanların da çoğu bir koşturmaca içindeler. Seyrettiğimiz manzara ve gördüklerimiz içimizi karartıyor.
Bir Uçurumun Kenarındayız
Buraya kadar belirtmeye çalıştıklarımız, bundan sonrasına temel olmayı amaç ediniyor. Ülkemizde yaşanan son yirmi yılın, daha önceki yıllara uzanan milletçe varoluş meselesinden farklı yanı, bir uçurumun kenarına gelmiş olmamızdadır. Bu duruma nasıl geldiğimizi araştıran, sorgulayanlar, yine bildikleri yol ve yöntemleri kullanarak araştırsınlar ama, biz şu tespiti yapmanın gereğine inanıyoruz: Öyle bir noktaya geldik ki, artık bizi doğru ve birlikte düşünmeye yöneltecek yepyeni bir değişime, “zihniyet inkılâbı”na muhtâcız. O, benzeri var mı, yok mu tartışılan Türk İnkılâbını gerçekleştiren büyük insanın açtığı yolda, onları benimseyen ve yaşatan yüce milletin fertleri olarak, şimdi yeni bir atılımla gerekli olan asıl inkılâbı kendi bünyemizde, kafamızda, düşünüş biçimi, ama olumlu düşünüş biçimini yeniden arayıp bulmak, kavramak suretiyle yapabiliriz.