OSMANLI’ya geldiğimizde hangisini saymamız gerekir? Saymakla başa çıkılamaz ama orada zirveler var. Yani bir Fatih, bir Yavuz var. Bunlar büyük irade, büyük karar adamları. Yavuz’un bütün hükümdarlığı 8 sene sürmüştür: 1512-1520. Çok da genç değildir, çünkü uzun seneler, belki de 30 sene Trabzon valiliği yapmış… Ama 8 senede İran gibi dünyanın ikinci büyük devletine (birincisi Osmanlılar), Mısır gibi dünyanın üçüncü büyük devletine boyun eğdirmiş, topraklarının büyük bir kısmını ilhak etmiş, Mısır’ı Osmanlılara bağlamış ve çok ciddî tedbirler alarak Anadolu’da başlamış olan nifakı, mezhep görüntüsü altında yürütülen kargaşa plânlarını bozmayı başarmış bir adamdır. Fatih’i ise anlatmaya lüzum yok. Hepiniz biliyorsunuz.
Fakat onlardan sonra 17. yüzyılda iki büyük şahsiyet var. Birisi tarihte Genç Osman olarak anılan II. Osman, ikincisi de IV. Murad.
II. Osman hükümdar olduğu zaman 14 yaşındaydı. 17. yüzyılın başı ve Osmanlı Devleti gücünü henüz muhafaza ediyor. Gerileme ve çöküş devri daha başlamamış, fakat yeniçerilerin çöküşü başlamış. Yeniçerilerin savaştan kaçmaları, ulemayla, softalarla, vezirlerle iş birliği ederek hükümdar değişikliklerine gitme temayülleri, kazan kaldırmaları, ulûfe, bahşiş istemeleri vs. başlamış.
Orduyla Haçova’ya gidiyorlar. Padişah 16 yaşında, ordunun başında sefere çıkıyor. Haçova’da güç belâ bir zafer kazanılıyor, ama orada yeniçerilerin ne hâle geldiğini II. Osman çok iyi görmüştür (günümüzde 16 yaşındaki çocuklar sokakta oyun oynuyorlar). Seferden döndükten sonra II. Osman’ın kafasındaki düşünce şu; “Bu askerlerle bu devletin yürümesi mümkün değil, bunun kaldırılması lâzım.” Onun için Suriye’ye, Güney Anadolu’ya gidip orada Suriye ve Mısır Türklerinden ve Anadolu sipahilerinden yeni bir ordu teşkil etmek, gelip Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmak ve böylece büyük zaferlere doğru hazırlıklar yapmak gibi bir plânı var.
Bir başka baskı daha var. O tarihlerde büyük ailelerin kızlarıyla padişahlar evlenmiyorlar, bundan kaçınıyorlar. Cariyelerle, haremdeki dışarıdan getirilmiş yabancı ırktan kadınlarla evleniyorlar. Bunun sebebi, padişahın evleneceği hanımda asalet de aranıyor, sokaktan bir kızla evlenmesi mümkün değil. Anadolu’daki o eski büyük beyliklerdeki bir beyin kızıyla veya kardeşleriyle evlenmesi lâzım, ama o takdirde oradaki ailelere (Germiyanoğulları ailesi, Hamidoğ ulları ailesi) saraya mensubiyet dolayısıyla bir gurur, bir benlik, bir üstünlük gelecek. Bunlar olursa bir saltanat iddiasına kalkarlar mı acaba diye endişeleri var. Asıl sebep budur.
Fakat II. Osman bunu bir tarafa itiyor ve Şeyhülislâmın kızını kendisinden istiyor. Alışılmamış bir şey, örfe yahut dine aykırı sayılıyor. Şeyhülislâm razı olmuyor, ama emredince mecburen kızını veriyor. II. Osman tek evlilik yapmıştır. Harem hayatı filân yoktur. Bu, o tarihte çok önemli bir şeydir. Ondan sonra da başka emsali yok. Biliyorsunuz, saltanat yıkılana kadar Servinazlar, Cevri Kalfalar vs. hep olmuştur.
II. Osman Hacca gitme bahanesiyle ordusunun bir kısmıyla sefere çıkmayı, güneye hareket etmeyi kararlaştırdığı zaman yeniçeriler plânı anlıyorlar. Bildiğiniz gibi isyan edip padişahı indiriyorlar ve Yedikule zindanlarında boğmak suretiyle şehit ediyorlar. Henüz 18 yaşındadır, ama bütün bu işleri yapmak için 4 delikanlılık senesi II. Osman’a yetmiş, onun bizim hâfızalarımızda yaşaması için yeterli bir sebep teşkil etmiştir.
II. Osman’ın ölümünden sonra, bir müddet sürecek olan kadınlar saltanatı başlıyor. IV. Murad tahta çıktığı zaman o da 12 yaşında bir hükümdardır. İdareyi annesi ele alıyor. O dönem karışık bir dönemdir. Anadolu hercümerc içerisinde, İstanbul’da zorbalar iş başında. (sanki biraz Türkiye’nin bugünkü manzarası o zaman da var, devlet malı kapanın elinde kalıyor, yolsuzluklar vs. gibi bir durum var) Bütün bunlara yaşanın küçüklüğü itibarıyla IV. Murad bir müddet tahammül eder. Çünkü artık önünde II. Osman örneği var. Onun nasıl katledildiğini, nasıl boğdurulduğunu, atlara bindirilerek, yeniçeriler tarafından baldırı çimdiklenerek hakaretlere uğradığını biliyor. 20 yaşına geldiği güne kadar aynı âkıbete duçar olmak istemiyor ve sabrediyor.
IV. Murad 20 yaşında dizginleri ele almıştır. Bütün bunların sebebi olan veziri gözünün önünde katlettirmiş, annesini dairesine göndermiştir. Onun da Yavuz Sultan Selim gibi 1630’dan 1638’e kadar tam 8 senelik hakikî iktidar dönemi vardır. O dönemde dağılmış, parça parça olmuş, yolsuzluklara boğulmuş ülkeyi demir bir yumrukla idare edilir hâle getirmiştir. Çok kan dökmüş, tebdil gezdiği zaman yakalayıp öldürmüş diye bugün hâlâ söylenir. O tarihte başka çare kalmamıştı, bunların yapılması elzemdi, yoksa ülke dağılmak üzereydi.
Denilebilir ki Osmanlı Devleti, birinci Fetret Devrinde Çelebi Mehmed zamanında yeniden inşa edilmiştir. İkincisi de IV. Murad zamanında çökmekten kurtulup yeniden ayağının üzerine kalkıp üç asır daha yaşama talihine kavuşmuştur. IV. Murad bunu temin etmiştir. Bütün bu büyük işlerin, Bağdat seferi, Revan seferi, galibiyetler, zaferler, büyük başarıların hepsinin sonunda öldüğü vakit 28 yaşındadır.
Zamanımızın daralmasıyla biraz atlayarak I. Dünya Savaşı’na kadar gelmek istiyorum.
I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti çok çeşitli cephelerde savaştı. Galiçya, Makedonya, Çanakkale, Kafkaslar, Mısır’a kadar uzanan cephe vs. Bunlardan Arabistan’da olan savaşlar başlı başına birer destandır. Yani Teşkilât-ı Mahsusa’nın o tarihteki hizmetleri, o gözüpek adamların çöllerde koşuşmaları, karşı casusluk faaliyetleri vs. onlar ayrı bir fasıl. Ama tabiî çok büyük kuvvetlerle gelen İngilizlerin, onların altınlarıyla beslenen ihanet etmiş Arapların, Bedevîlerin, bütün bunların neticesinde bizim ordularımız çekile çekile 1918’in Ekim’inde Suriye’nin üst kısmı olan Halep civarına kadar gelmişlerdir. Irak kaybedilmiş, Yemen, bugünkü Suudî Arabistan, Ürdün, Filistin kaybedilmiş. Kaybede kaybede Anadolu’ya kadar gelinmiş. Dayanan bir tek yer var, Medine.
Medine’de Fahreddin Paşa isminde müthiş bir asker var. O zaman oraya Bağdat hattı dolayısıyla demiryolu gitmiş, bu imkânları var, ama Osmanlı Devleti’nden oraya yardım ulaştırılması imkânı hiç yok. Ulaştırılmak istenen yardımlar da zaten çöllerde Bedevîlerin baskınlarıyla heba olup gidiyor. İngilizler her tarafı ele geçirmiş, ilerlemişler. Medine, bir nokta gibi kalmış. Fahreddin Paşanın indinde Medine, Peygamber şehri. Orayı teslim etmek, bir Müslüman askeri için mümkün olacak hâdise değil. Emrinde ne kadar asker varsa Medine’yi âdeta müstakil bir şehir devleti hâline getirip savaşın sonuna kadar bin bir türlü yokluğa katlanarak, emniyet tedbirlerini alarak müdafaa etmiş, teslim etmemiştir. Allah’ın o sıcağında, (ki askerler sıcaktan bozulan rayları elleriyle tutamaz hâldeler, âdeta o çelik parçaları kaynıyor) binbir müşkülâtla tamir ettirerek mücadele veriyor. Bu taarruzlar her gün oluyor. Telgraf telleri kesiliyor, raylar sökülüyor. Bizimkiler de boyuna tamirle uğraşıyorlar. Böylesi bir hengâme var. Ta ki Mondros Mütarekesi Ekim’in sonunda imzalanana kadar. Osmanlılar teslim oluyor. Medine teslim olmuyor. İstanbul’dan; “Biz artık barış anlaşması yapmak mecburiyetindeyiz, mütareke imzaladık, Medine’yi teslim et” diye Fahreddin Paşaya talimat gidiyor. O da; “Hayır, burada bir tek Türk askeri kalıncaya kadar ben burayı müdafaa edeceğim, teslim etmem” diye cevap veriyor. İngilizler bu duruma fena hâlde ateş püskürüyorlar, baskılar iyice artıyor.
Bu  durum  1919’un  Ocak  ayı  sonuna  kadar  devam  etmiştir.  Yenilmiş,  hiçbir  şeyi  kalmamış,  yardım  alma  ihtimali  yok,  devlet  teslim  olmuştur.  Kendisi  mütarekeden  sonra  3  ay  daha  Medine’yi  teslim  etmemiş,  direnmiştir.  En  sonunda  artık  hiçbir  imkân  kalmayınca  teslim  anlaşmasını  imzalamıştır.  Böylesine  müthiş  bir  insan.  İngilizler  onu  alıp  Kahire’ye  esir  olarak  gönderiyorlar.  Kahire’de  bir  kışlada  ikamete  mecbur  ediyorlar.  Fakat  aynı  zamanda  serbesttir.  Dışarı  çıkıp  şehri  dolaşabiliyor.  Üniformasını  sırtından  hiç  çıkarmamış.  Kahire’de  sokağa  çıktığı  zaman  oradaki  halk  “Fahreddin  Paşa,  Fahreddin  Paşa,  sen  çok  yaşa”  diye  arkasına  takılıp,  müthiş  tezahürat  yapıyor.  İngilizler  bu  olaydan  ürküyor  ve  Paşa’ya;  “Dışarı  çıktığında  sivil  çık,  seni  tanımasınlar”  diyorlar.  Paşa  da;  “Ben  o  şerefli  üniformayı  ta  askerliğe  adım  attığımdan  beri  sırtımda  taşıyorum,  bundan  sonra  da  çıkarmamın  imkânı  ve  ihtimali  yoktur.  Böyle  bir  şeyi  kabul  edemem”  diyor.  Halkın  arasına  çıkmaktan,  biraz  nefes  almaktan  vazgeçerek  kışlada  kalmaya  başlıyor.  Hattâ  kendi  kendisini  hapse  mahkûm  eder.  Paşa’nın  hep  peşinden  giden  bir  de  sadık  eri  vardır.  Artık  askerler  terhis  edilip  ayrılırlar.  Fakat  o,  “Olmaz,  ben  paşamı  bırakmam.  Hayatımın  sonuna  kadar  onunla  beraber  gideceğim”  der.  Malta’ya  sürgünler  başladığı  zaman  İngilizler  bu  emireri  de  yanında  olmak  üzere  Fahreddin  Paşa’yı  Malta’ya  götürürler.  İngilizler  Malta’da  herkese  birer  numara  vermiş.  Biraz  da  hakaret  olsun  diye  sivil,  asker  sıraya  dizip  numaralı  yoklama  yapıyorlar.  Fahreddin  Paşa  buna  itiraz  ederek;  “Ben  bir  Türk  paşasıyım.  Böyle  sıraya  dizilerek  yoklama  yapılmasını  kabul  edemem.  Bu  benim  askerlik  haysiyetime  aykırıdır.  Gelin  beni  odamda  görün,  yoklamamı  orada  yapın”  der.  Çok  şiddetli  direnmesi  karşısında  İngilizler  bu  yoklama  sisteminden  vazgeçmek  mecburiyetinde  kalıyor  ve  herkes  odasında  yoklamaya  tâbi  tutulmaya  başlıyor.  Esaret  hayatında  bile  böyle  inançlı  bir  insan  olan  Fahreddin  Paşa,  bizim  minnetle,  şükranla  yâd  etmemiz  gereken  büyük  şahsiyetlerden  biridir.
                      


                                    

