Geçen ay içinde, ideolojik tavırlarıyla tanınan bazı tarih dergilerinde 6/7 Eylül olaylarıyla ilgili geniş yayınlara rastlandı. Bu konu, oradan da gazetelere ve televizyon ekranlarına taşındı. 6/7 Eylül olaylarının, o zamanki hükûmet tarafından tertiplendiği ve yağma karakteri taşıdığı tezi öne çıkarıldı. Fotoğraflar da bu amaca uygun olarak yorumlandı. Açılan bir fotoğraf sergisi, bazı gençlik gruplarının tepkisi ve protestosuyla karşılandı.
Tarihimizdeki birçok önemli olayın 50., 100. yılları suskun geçiştirilirken 6/7 Eylül olaylarının böyle coşkulu bir şekilde hatırlatılması, acaba, kamuoyunda Türk toplumunun azınlıklar konusunda sabıkalı olduğu şeklinde bir izlenim yaratılması amacı mı güdüyordu? Başı çeken kuruluşun AB fonlarından nemalandığı bilindiğine göre, böyle bir faaliyetin arka planında Avrupa markalı merkezler mi bulunuyordu? Tam da AB ile müzakerelerin başlayacağı sırada böyle bir faaliyetin gerçekleştirilmesi tesadüften mi ibaretti?
Bu türlü tereddütler, konuya yakınlık duyanlar arasında gittikçe genişleyen halkalar hâlinde yayılırken, bilgisine başvurulan şahitlerin de hep mağdurluk iddiasında bulunanlardan seçilmiş olması dikkatlerden kaçmadı. Halbuki, 6/7 Eylül olaylarının tertipçisi olarak suçlanıp kapatılan Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin kurucularından bazıları hâlen hayattaydı. Atatürk’ün evine bomba koyduğu iddia edilen Oktay Engin adındaki genç de daha sonra Türkiye’ye iltica etmiş, eğitimini burada tamamlayarak Emniyet teşkilâtının yüksek kademelerine kadar çıkmıştı. O da hayattaydı. Onların görüşlerine ve hâtıralarına yer verilmedi. Böylece tek taraflı bir yayın faaliyeti sürdürüldüğü ortaya çıktı. 6/7 Eylül olaylarını soruşturmakla görevli askerî hâkim Fahri Çoker’in resmî görevi dolayısıyla eline geçen belgeleri ve resimleri kendine mal etmesinin hukukî bir sorumluluk konusu olup olmadığı üzerinde ise pek durulmadı.
Bütün bunları, 6/7 Eylül olaylarıyla bu olayların sonuçlarını haklı ve mazur göstermek için ifade etmiyoruz. Ama, o olayların 50. yılı bahane edilerek toplum üzerinde psikolojik bir operasyonun gerçekleştirilmek istendiği aşikârdır. Hakikate tek yanlı ulaşılamayacağı da herkesçe bilinen bir husustur.
6/7 Eylül olaylarına tanıklık etmiş, o gece olayların içinde yaşamış bir kimse olarak, gözlemlerimi, ilerde bu konuyla ilgilenecek tarafsız tarihçilere belge teşkil etmesi amacıyla yazmayı görev saymaktayım.
1955 Ağustos ayının başında Tan gazetesinde muhabir olarak göreve başlamıştım. Çalışma alanı olarak bana millî eğitim, sağlık, üniversiteler, gençlik kuruluşları ve Kıbrıs konuları verilmişti. Sabahları, istihbarat servisinin görev defterine o gün yapmamız gereken işler, isim belirtilerek yazılır, biz muhabirler de o konuları takip etmek üzere şehre dağılırdık. Ağustos ayı boyunca diğer konularla birlikte, Kıbrıs’la ilgili toplantıları da takip etmiştim. Bu toplantılarda Behçet Kemal Çağlar başta olmak üzere, çeşitli kesimlerden hatiplerin konuşmalarını not ederek haber yapmıştım. Türkiye Millî Talebe Federasyonu Başkanı Hüsamettin Canöztürk ve Millî Türk Talebe Derneği Başk anı Nejat Çerman’la görüşmelerimde de, gençlik kuruluşlarının Kıbrıs konusunda çok duyarlı olduklarını görmüştüm.
6 Eylül l955 günü akşam üstü gazeteden çıktıktan sonra Cağaloğlu’ndan geçiyordum. Ortalık hareketliydi. Sebebini merak edip soruşturdum. İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskı yaptığını, bu baskıda Atatürk’ün Selânik’teki evinin bombalandığı haberini manşetten verdiğini söylediler. Bir gençlik grubu, Fener’e, Rum Patrikhanesi’nin önüne giderek gösteri yapıyormuş. Başka bir fevkalâdelik görünmüyordu. Bu türlü gösteriler yapılır, emniyet kuvvetleri tertibatını alır, biraz gürültü patırtıdan sonra da gösteriler sona ererdi. O sıralarda, Patrikhane’nin yurt dışına çıkarılması için kamuoyunda bir eğilim vardı. Bombalama olayının tepkisi ve heyecanıyla küçük bir grubun gösteri yapması da normal sayılabilirdi. Vapura binip, o zaman oturduğumuz Üsküdar’a geçmekte bir sakınca görmedim. Eve gidip yattım. Gecenin ilerlemiş bir saatinde, sokaktan gelen gürültülerle uyandım. Baktım ki saat l2’ye geliyor. Evimiz Üsküdar-Kuzguncuk sahil yoluna çok yakındı. Bir grubun bağırıp çağırarak geçtiği anlaşılıyordu. Gündüzki hareketlilikle bu grubun ilişkili olabileceğini düşünüp hemen giyindim. Evdekilerin itirazlarına rağmen sokağa fırladım. Yirmi-otuz kişilik bir grup, ellerinde bayraklarla, marşlar söyleyerek Kuzguncuğa doğru ilerliyorlardı. Kuzguncuk, İstanbul’un kendine has özellikleri olan bir semtiydi. Müslüman Türklerin yanı sıra çok sayıda Rum, daha az sayıda Ermeni ve çok az da Yahudi vatandaşın yaşadığı bir yerdi. İskelenin karşısında cami, kilise ve havra yan yanaydı. Cadde üzerinde de büyük bir kilise vardı. Arkadan takip ettiğim grup Kuzguncuğun girişine gelince askerlerle karşılaştı. Bir manga kadar asker, yolu kesmiş, süngülerini kalabalığa çevirmişti. Manganın başında bir subay veya astsubay yoktu. Belki sadece bir onbaşı… Gruptakiler, göğüslerini açarak süngülerin üzerine ilerlediler. Bir taraftan da askerlere sevgi gösterilerinde bulunuyorlardı. Bu manzara karşısında askerler süngülerini indirdiler, engel kolaylıkla aşıldı. O zaman Kuzguncuk’taki ana caddenin bir hayli kalabalık olduğunu gördüm. Heyecanlıydım. Önemli bir olayın içinde bulunduğumu hissediyor, bu gelişmeyi gazeteye nasıl ileteceğimi düşünüyordum. O zamanlar her yerde telefon yoktu. Sanıyordum ki, bu gösteri sadece Kuzguncuğa mahsustur ve benim bunu haber yapmam hayatî derecede önemlidir.
Kalabalık çok artmıştı. Duyan geliyordu. Çoğu gençti. Birtakım kimseler ellerinde cami resimleri taşıyorlardı. Büyük kilisenin önünden geçerken şangırtılar başladı. Kilisenin camları kırılıyordu. Boş görünen Rum evleri sessizliğe gömülmüştü. Birçok evin penceresinden Türk bayrağı sallandırılmıştı. Bazı evlerin penceresinden sarkan kadınlar, kızlar hem Türk bayraklarını sallıyor, hem de “Biz Ermeniyiz, Rum değiliz” diye haykırıyorlardı. Saçları dağılmış bir genç, omuzlar üzerine çıkmış, bağırıyordu: “Atina’ya, Atina’ya!”. Topluluk, sanki şuurlu bir el tarafından yönetilircesine akıp gidiyordu. Caddenin sonlarında bir tepeye çıkıldı. Geniş bir meydanlık vardı. Bu meydanın bir köşesinde bulunan ahşap bir ev ve altındaki dükkân alevler içindeydi. Yanı başımda duran bir genç adamı gösterdiler. Kafası yarılmış, kanları yüzünden aşağı akıyordu. Anlattılar ki, yanan dükkânın sahibi bir Rumdur. Olayların başlayacağını hissedince, dükkânın üstündeki evine büyük taşları depolamış. Kalabalık gelince bu taşları fırlatmaya başlamış. Taşlardan biri, yanımdaki gencin başına isabet etmiş. Göstericiler, bu hâli görünce galeyana gelip dükkânın kepenklerini kırmışlar, içerdeki gazları yere döküp ateşe vermişler. Ölen kalan var mıydı, belli değildi. Kalabalık arasından bazıları “Daha yakılacak evler var, onları da yakalım” diye konuşuyorlardı. Kucağındaki bebeğine sarılmış genç bir kadın “Ne olur yapmayın, oraları hep Müslüman evleriyle dolu” diye ağlıyordu. Ama, kalabalığın gözü dönmüştü. “Atina’ya” haykırışlarının arkasından bir de bu yangın niyetini görünce durumun gittikçe kötüleştiğini anladım. Saat artık 2,5-3 olmuştu ama herkes ayaktaydı. Hareketin âkıbetini kestiremeyen bir-iki kişinin galeyanı körükleyerek facialara sebep olacağını görür gibiydim. Duruma müdahale etmek kaçınılmaz hâle gelmişti. “Aman, dedim, sakın ha! Günahsız insanlara zarar mı vereceksiniz?” Etraftan tasvip sesleri yükseldi, “Doğru söylüyor” diyenler çıktı. Fakat, o andan itibaren de gazeteci kimliğim sona ermiş, topluluğun âdeta kılavuzu hâline gelmiştim. Etrafıma baktığım zaman, artık ne yapacağını bilemez gruplarla karşı karşıya olduğumu görüyordum. Birden kendimi en önde buldum. Henüz yirmi yaşında bir üniversite öğrencisiydim. Ama, kalabalık arasında eğitimli insanların pek bulunmadığı da açıktı. Bana düşen, heyecanı yatıştırmak ve kalabalığı o semtten uzaklaştırmaktı. Önden yürüyerek ara sokaklara daldım, oradan Bülbülderesi’ne yöneldim. Topluluk, arkamdan, bağıra çağıra geliyordu. Yol kenarlarından, ellerinde Atatürk ve cami tabloları bulunan kimseler gruba katılıyorlardı. Böylece Ahmediye’ye kadar geldik. Burada çarşı başlıyordu. O zaman, hayâlimden bile geçiremeyeceğim ve sonraları da asla göremeyeceğim bir manzara ile karşılaştım. Bazı dükkânların vitrinleri ve kepenkleri kırılmış, içlerindeki mallar sokaklara dökülmüştü. Yerler kumaş toplarıyla doluydu. Öyle ki, ancak açılıp serilmiş kumaşların, manifatura eşyalarının üzerine basarak yürüyebiliyorduk. Benim o saate kadar gözlemlediğim olaylar içinde böyle bir durum yoktu. Demek ki, gelişme başka bir istikamet almıştı. Ama, yağmayı akla getirecek bir şey de görünmüyordu.
Üsküdar Meydanı’na gelene kadar, arkamdaki kalabalık dağılmıştı. Meydanda tankları ve seferî kıyafet giymiş subaylarla askerleri görünce ferahladım. Meşru bir güç duruma el koymuştu. Eve gidip yattım. İki, üç saat uyuduktan sonra Bâbıâli’ye gidecektim.
Vapurdan inip Eminönü ve Sirkeci’den geçerken, olayların hemen bütün semtlerde cereyan ettiğini anladım. Yerler cam kırıkları, kâğıt parçaları ve kumaşlarla kaplıydı. Sonra, birçok yerde yağma olaylarının vuku bulduğuna dair bilgiler aldık. Özellikle Beyoğlu ve İstiklâl Caddesi harabe hâlindeydi. Kuzguncuk taraflarındaki görünüşten çok farklı bir tabloyla karşı karşıyaydık. Benim ilk gördüğüm grupların yağma gibi bir düşüncesi kat’iyen yoktu. Onlar, galeyana gelmiş, hisleriyle hareket eden, Atatürk’ün hâtırasına saygısızlığı kabullenemeyen orta sınıftan insanlardı. Sadece, bomba olayına mukabelede bulunmayı düşünüyorlardı. Demek ki, sonradan başka eller de işe karışmıştı.
Gösterilerin benim takip ettiğim bölümünde yağma olayı yoktu. Önceden tasarlanmış, organize bir hareket olduğunu belirtecek herhangi bir işarete de rastlanmıyordu. Elbette bunu genelleştirerek hiç yağma olmadı demek mümkün değildir. Ancak, aynı şekilde, bazı yağma hareketlerini de genelleştirip her tarafta yağma yapıldı demek de imkânsızdır. Aksi takdirde, 6/7 Eylül olaylarını kendi ideolojik görüşümüze göre yorumlamış oluruz.
Ben, kısa süre sonra Akşam gazetesine geçtim. Orada çalışırken, hükûmetin 6/7 Eylül mağdurlarına ödeyeceği tazminatlarla ilgili listeler yayınlanıyordu. Bunların yayımı uzun süre devam etti. Devlet, mağdur olanlara -o zamanki parayla- yüz milyonlarca lira ödedi. Yani, bir gecelik infialin ceremesini hazine ve bütün millet çekmek zorunda kaldı.
Selânik’teki bombalama olayının sanığı olarak, Yunan hükûmeti, bizim elçilik mensuplarından bazılarının ifadesini aldı, hatta itirafname imzalattı. Bunların arasında Oktay Engin adında bir genç de bulunuyordu. Oktay, bir müddet sonra, Meriç nehrini yüzerek geçip Türkiye’ye iltica etti. Babam, o sırada Edirne’de yayınlanan bir gazetenin başında bulunuyordu. Oktay’ı o karşılamış, ağırlamış, birlikte fotoğraf çektirmişler. Sonra, emniyete haber vermiş. İstanbul’a gelirken de beraberinde bulunmuş. Oktay, daha sonra Paşalimanı’ndaki evimize de misafir olarak geldi. Olayla hiçbir ilgisi bulunmadığını söylüyordu.
27 Mayıs’tan sonra Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda 6/7 Eylül’ün tertipçisi olarak Demokrat Parti yetkilileri yargılandı. Oktay Engin orada da ifade verdi. Şimdi genel kanaat, 6 Eylül’de girişilen gösterilere hükûmetin ılımlı yaklaştığı, belki tertibinde parmağının bulunduğu şeklindedir. Ancak, olayların bu kadar büyüyüp denetimden çıkacağı herhalde iyi hesaplanamamıştı. İş çığırından çıkınca sıkı yönetim ilân edildi. İstanbul’a Nurettin Aknoz adında bir general sıkıyönetim kumandanı olarak tayin olundu. Aknoz, yayınladığı bildirilerde “kapattım, yasakladım” gibi ifadeler kullanıyordu. Bu da, biz gazeteciler arasında şakalaşmalara yol açıyordu.
6/7 Eylül olaylarının asıl kötü etkisi, Türkiye’nin dünyada ve özellikle Avrupa ülkelerinde kötü not almasına yol açışıdır. Azınlıklara karşı geleneksel hoşgörülü tutumumuz, ilk defa 6/7 Eylül olayları ile zedelenmiştir. Bu yönüyle de, yakın tarihimizde artık kapanmış sayılan bir yaradır. Şimdi, aradan bu kadar zaman geçtikten sonra “tarafsız tarihçilik” namına bu olayları kaşımak ve toplumumuzda suçluluk duygusu körüklemek yakışıksız bir davranış olarak görülmelidir. Bir kesim, ne yazık ki Ermeni meselesinde olduğu gibi, 6/7 Eylül olaylarında da benzer tutum içine girmektedir. O kesimin, kendilerine gösterilen tepkileri bu açıdan değerlendirmelerinde yarar bulunmaktadır.




